Medyanın bizi bombardımana tuttuğu hikmetlerden biri, Kovid-19 pandemisinin bize ölümlülüğümüzü ve biyolojik sınırımızı öğrettiğidir: Doğaya hükmetme hayallerimizden vazgeçmeli ve oradaki mütevazı yerimizi kabul etmeliyiz.
Bazı biyologların bir yaşam formu olarak bile görmediği, ilkel bir kendi kendine üreme mekanizması olan bir virüs tarafından aşağılanmak ve neredeyse acizliğe indirgenmekten daha ağır bir ders var mı? Şüphesiz bu yeni bir tevazu etiğine ve büyüyen küresel dayanışmaya çağrıdır.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Ama burada öğrenilmesi gereken gerçek ders bu mu? Ya bir pandeminin gölgesinde yaşamanın sorunu tam tersiyse: ölüm değil hayat, ne huzur içinde yaşamamıza ne de çabucak ölmemize izin veren, sürüklenip giden tuhaf bir hayat?
Peki bu çıkmazda hayatlarımızla ne yapmalıyız?
Belki de Rammstein şarkısı "Dalai Lama" doğru cevabı verebilir.
Şarkı belirsiz bir şekilde Goethe'nin bir baba ve oğlunun at sürmesini ve sonunda çocuğun rüzgârın hipnotize etmesi sonucu ölümünü anlatan "Der Erlkönig" ("Elflerin Kralı") şiirine dayanıyor. Şarkıda çocuk babasıyla bir uçakta; şiirde olduğu gibi gezginler, çocuğu kendisine katılmaya "davet eden" gizemli bir ruh tarafından tehdit ediliyor (ancak bunu sadece çocuk duyabiliyor). Oysa şiirde telaşa kapılan baba çocuğu kucağında tutarak yardıma koşar ancak oğlunun öldüğünü görür. Rammstein'ın şarkısında çocuğun ölümüne babanın kendisi sebep olur.
Bunların Dalai Lama'yla ne alakası var? Şarkının adı sadece şu anki Dalai Lama'nın uçma korkusuyla dalga geçmiyor. Budist öğretisinin özüyle daha samimi bir bağlantı var. Dalai Lama'nın uçma korkusu garip bir şekilde Rammstein'ın şarkısında göklerdeki Tanrının sözlerini hatırlatıyor: "İnsan havaya ait değildir / Bu yüzden gökteki Tanrı çağırır / Oğullarını rüzgârda"; bu çocuğu öldürecek güçlü bir türbülansa neden olur. Ama nasıl? Sadece uçağı düşürerek değil doğrudan çocuğun ruhuna musallat olmak suretiyle:
Bulutlardan bir koro damlıyor / Küçük kulağa giriyor / Buraya gel, burada kal / Sana karşı iyiyiz / Biz senin kardeşiniz
Şeytanın sesi gaddar bir haykırış değil yumuşak, sevgi dolu bir fısıltı.
ÖLENE dek yaşamak zorundayız
Bu belirsizlik çok önemli: Dıştaki ham tehdit, yalnızca çocuk tarafından duyulan baştan çıkarıcı seslerden oluşan bir koroyla ikiye katlanır. Çocuk bu seslere teslim olma cazibesiyle savaşır, ancak onu korumak için sıkıca tutan baba nefes darlığını fark etmez ve "ruhu çocuğun bedeninden dışarı iter". (Şarkının belirsiz sonuna dikkat edin: Şarkı sözleri asla uçağın gerçekten düştüğünü söylemez, sadece güçlü bir türbülans vardır.) Baba (açıkça Dalai Lama'yı temsil eden) çocuğu dış gerçeklik tehdidinden korumak ister, ancak aşırı koruma sonucu oğlunu öldürür. Dalai Lama ve "tüm rüzgarların kralı" tarafından paylaşılan daha derin bir kimlik vardır. Buradaki apaçık çıkarım, Budistlerin acıdan ve ıstıraptan korunmasının bizi utandırdığı ve yaşamdan dışladığıdır. Dolayısıyla, Demokratik Almanya Cumhuriyeti marşının ilk dizeleri iyi bilinen ironik bir yorumundan alıntı yapacak olursak, Dalai Lama'nın mesajı şöyledir: "Einverstanden mit Ruinen / Und in Zukunftabgebrannt" ("Harabelere uygun olarak / Gelecekte yanıp kül olur").
Bununla birlikte, "Dalai Lama" bu standart kötümser bilgeliğe ek bir dönüş katıyor - şarkının ana nakaratı şöyle: "Weiter, weiter ins Verderben / Wir müssen leben bis wir sterben" ("Harabelerin içine doğru / Ölene dek yaşamak zorundayız"). Bu, Freud'un en saf haliyle "ölüm dürtüsü" dediği şeydir; ölümü aramaktan ziyade ölene dek YAŞAMAK zorunda olmamız, bu sonsuz yaşam sürüklenişi, bu sonsuz tekrarlama zorunluluğu.
Nakarat boş totolojik bilgeliğe benziyor; "ölmeden bir dakika önce Mösyö la Palice hâlâ hayattaydı" gibi. Fransa'da lapalissade (apaçık gerçek –ed.n.) dedikleri şey. Ancak Rammstein, "ne kadar yaşarsan yaşa sonunda öleceksin" şeklindeki bariz ifadeyi tersine çeviriyor: Ölene dek yaşamak zorundasın. Rammstein versiyonunu boş bir totoloji yapmayan şey etik boyut: Ölmeden önce sadece (elbette) hayatta değiliz, yaşamak ZORUNDAYIZ.
Biz insanlar için hayat bir karardır, aktif bir zorunluluktur. Yaşama isteğimizi kaybedebiliriz.
Bu "ölünceye kadar yaşamak zorundayız" duruşu, pandeminin hepimize sınırımızı ve ölümlülüğümüzü, hayatımızın (bize görünen) beklenmedik bir etkileşime nasıl bağlı olduğunu hatırlattığı günümüzde benimsemek için uygun bir duruş. Neredeyse her gün deneyimlediğimiz üzere gerçek sorun ölebileceğimiz ihtimali değil, hayatın belirsizlik içinde sürüp kalıcı depresyona, devam etme iradesinin kaybına neden olmasıdır.
Ölene dek yaşamak ZORUNDAYIZ
Tam bir felakete ve medeniyetimizin sona ermesine yönelik büyülenme hali, bizi normalliğin bitişinden korkunç bir şekilde zevk alan seyirciler haline getirir. Bu büyülenme, genellikle yanlış bir suçluluk duygusuyla beslenir (çökmekte olan yaşam tarzımızın cezası olarak pandemi, vb.). Şimdi, aşı vaadi ve virüsün yeni varyantlarının yayılmasıyla sonsuza dek ertelenen bir çöküş içinde yaşıyoruz.
Zaman diliminin nasıl değiştiğine dikkat edin: 2020 baharında yetkililer sık sık "iki hafta içinde daha iyi hale gelecek" dediler; sonra 2020 sonbaharında bu iki ay oldu; şimdi bu süre çoğunlukla 6 ay oldu (2021 yazında, belki daha sonra işler daha iyi hale gelecektir). 2022'de, hatta 2024'te pandeminin sonunu getiren sesler bile duyuluyor... Her gün haberler geliyor: Aşılar yeni varyantlara karşı işe yarıyor ya da işe yaramıyor; Rus Sputnik aşısı kötüydü sonra oldukça iyi çalışıyor gibi görünmeye başladı; aşı tedarikinde büyük gecikmeler var, ancak çoğumuz yaza kadar aşı olmaya devam edeceğiz… bu sonsuz dalgalanmalar açıkça kendi çağlarında bir keyif yaratarak hayatımızdaki sefaletten kurtulmamızı kolaylaştırıyor.
"Dalai Lama"da olduğu gibi, Kovid-19 günlük hayatımızı sarsan bir türbülans. Bugünkü tanrıların öfkesini tetikleyen ne? Biyogenetik manipülasyonlarımızdan ve çevrenin yok edilmesinden rahatsız mı oldular? Ve bizim gerçekliğimizdeki Dalai Lama kim? Giorgio Agamben'le tecrit ve sosyal mesafeye karşı çıkan birçok protestocu için, bizi koruyor gibi davranan ama gerçekte sosyal özgürlüklerimizi boğan Dalai Lama, görünüşte bizi korumaya çalışırken ölmeden önce yaşama kapasitemizi engelleyen yetkililerdir.
Ölene dek YAŞAMAK zorundayız
Agamben yakın zamanda konumunu netleştiren Si è abolito l'amore adlı kısa bir şiir yazdı. İşte şiirden iki dize:
Eğer özgürlük yok edilirse
tıp adına
ardından tıp da yok edilir
...
Eğer insan yok edilirse
yaşam adına
ardından yaşam da yok edilir.
Ancak tam tersi de öne sürülebilir: Agamben'in savunduğu duruş (hadi sosyal hayatımıza her zamanki gibi bağlı kalalım) aynı zamanda direnmemiz gereken meleklerin baştan çıkarıcı bir sesi değil mi? Agamben'in kendi sözleri tersyüz edilerek ona karşı çıkılabilir:
Özgürlük için tıp yok edilirse, özgürlük de ortadan kalkar. İnsan uğruna hayat yok edilirse insan da ortadan kalkar.
Rammstein'ın "ölene dek yaşamak zorundayız" düşüncesi, bu çıkmazdan çıkış yolunu özetliyor: Pandemiye karşı yaşamdan uzaklaşarak değil, en yoğun şekilde yaşamanın bir yolu olarak savaşmak. Bugün tam farkındalıkla hayatlarını her gün riske atan milyonlarca sağlık çalışanından daha CANLI kimse var mı? Birçoğu öldü ama ölene dek hayattaydılar. İkiyüzlü övgülerimiz karşılığında bizim için kendilerini öylece feda etmezler. Yaşamın temel unsurlarına indirgenmiş hayatta kalma makineleri oldukları söylenebilir. Aslında, bugün en canlı olanlar onlar.
* Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir. Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
Independent Türkçe için çeviren: Ahmet Sait Akçay