Yüzyıllardır ambarlarda saklanarak kullanılan “atalık tohumlar”, gelecek nesillere aktarılarak günümüze kadar geldi.
Tamamen doğal, değişen çevre koşullarına uyum sağlayabilen ve Türkiye’nin biyoçeşitliliğinin garantisi olan bu tohumların kullanımı zamanla azalarak, geleneksel tarımdan, endüstriyel tarıma geçildi.
“Daha fazla ürün, daha kısa sürede ve daha dayanıklı şekilde üretilecek” denilerek, piyasaya daha parlak ve şekli düzgün, uzun süre bozulmayan meyveler ve sebzeler çıktı.
Artık atadan kalan tohumlar yerine laboratuvarda üretilen tohumlar önceleri çiftçiler hariç kimseyi rahatsız etmedi. Çünkü çiftçiler bu gelişmeyle, önce tohumlarını sonra topraklarını kaybedecekti.
Aynı türden olan tohumların birleştirilmiş hali olan hibrit tohumların kullanılmaya başlamasıyla elde edilen ürünler de kısır oldu. Bu nedenle her yıl yeni tohum alınıyor.
Atalık tohumun satılması yasak
Standartlara uymadığı gerekçesiyle 2006 yılında alınan bir karara göre, Türkiye'de köylülerin kendi tohumlarını satması yasaklandı.
Satış yasaklanınca çiftçi takasa yöneldi ve takas şenlikleri düzenlendi. Böylece tohumlar çoğalacak, üretim devam edecekti.
Ancak 2017 yılında alınan devlet desteğinin sadece sertifikalı hibrit tohumlara verileceği yönündeki karar, üreticileri hibrit tohuma yöneltti. Dolayısıyla, artık atalık tohum kullananların sayısı ciddi oranda azaldığı gibi, ticareti de yapılamıyor.
Peki elinizdeki atalık tohumları çoğaltıp satarsanız ne olur?
- 8 Kasım 2006’da yürürlüğe giren kanuna göre;
- ilk aşamada 10 bin lira ceza veriliyor.
- Tekrarı olursa para cezası iki katına çıkıyor.
- İthalatını ya da ihracatını yapanlara 25 bin lira ceza veriliyor.
- Tekrarı halinde, beş yıl süreyle faaliyetten men ediliyor.
- Tohumluklara el konuluyor, mülkiyeti devlete aktarılıyor, gerekli görülürse tohumluklar imha bile ediliyor.
Cezalar ağır olunca, çiftçiler de hem toprağını kaybetmemek hem de devlet desteğini alabilmek için sertifikalı tohuma yöneldi. Tek kullanımlık bu tohumlar da yasaya göre, tarım kredi kooperatifleri ve özel şirketler tarafından satılıyor.
Çiftçi piyasa şartları nedeniyle şirketleri tercih etmek zorunda kalıyor. Özel şirketler ise tohumu yurt dışından getiriyor. Bu tohumlar da daha çabuk büyüme ve uzun raf ömrü kazandırıldığı için, hem üretici hem de tüketici tarafından tercih ediliyor. Bu yüzden çiftçi, daha fazla faiz ödese bile, bunu seçiyor. Aynı ürünü iki yıldan fazla ekerse devlet prim vermiyor.
Böyle olunca da o üründen tohum elde edilemiyor ve bu döngü her sene tekrarlanıyor.
Ama asıl sorun, artık kullanılmayan atalık tohumlar…
Bu tohumlar, çevreye uyum sağlama özelliğini yitirdiği için kaybolma tehlikesiyle de karşı karşıya.
Türkiye 18 bin buğday çeşidini yitirdi
Türkiye, cumhuriyetin ilk yıllarında 18 bin buğday çeşidiyle dünyanın tahıl ambarıydı. Ama son 70 yılda bu çeşitlilik yitirildi. Üstüne dışardan tohum ithaline başlandı.
TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası İstanbul Şube Başkanı Ahmet Atalık, son 16 yılda Türkiye’nin buğday ekim alanının yüzde 8,3’ünü kaybettiğini söylüyor. Yani tarım alanları 3 milyon 400 bin hektar küçüldü. Bu oran Belçika'nın toplam büyüklüğüne denk geliyor.
Atalık, “Çiftçi, Belçika kadar alanı ekmekten vazgeçti. Buna karşılık ithalatımızın her geçen yıl artmakta olduğunu görüyoruz. 4 milyon ile 5,3 milyon ton arasında bir buğday ithalatımız var” diyor.
Ne kadar tohum alıyoruz?
Örnek olarak; Türkiye, domates tohumunu İsrail’den alıyor. Sadece 2017’nin Ekim-Kasım arasında 10 milyon 700 bin liralık domates tohumu ithal edildiği belirtiliyor. 2013-2018 yılları içinde ithal edilen domates tohumu yaklaşık 569 bin ton. Bu da yaklaşık 1 milyar 138 milyon dolar ediyor.
Ayrıca hibrit tohumun yerel tohumdan daha değerli olmadığı, Birleşmiş Milletler’in (BM) yaptığı bir araştırmayla da kanıtlandı.
Çiftçi-Sen Genel Başkanı Abdullah Aysu da yapılan araştırmaların, yerel tohumun ve küçük aile çiftçiliğinin, endüstriyel tarıma göre, yüzde 50 ile yüzde 170 arasında daha verimli olduğunu ortaya çıkardığını söylüyor.
Aysu, “Dünya ciddi bir şekilde açlığa ve kıtlığa doğru gidiyor. Bunun temel nedeni endüstriyel tarım” diyerek, bu nedenle verimliliğin ciddi bir şekilde düştüğünü belirtiyor.
Endüstriyel ya da hibrit tohum sadece geleneksel üretimi etkilemiyor. Çok daha vahim sonuçları var. Çünkü ithal edilen tohumların çoğu, genetiği değiştirilmiş organizmalardan oluşuyor; yani GDO’lu.
İlk GDO’lu ürün olan tütünü, 1988’de Çin üretti
Tohumların geniyle ilk kez 1970’lerden itibaren oynanmaya başlanmıştı. 90’larda bu tür çalışmalara hız verildi. Bazı bilim insanlarına göre, bu çalışmalarla kıtlığa çare bulunabilirdi. Karşıt görüşte olan bilim insanları ise bunun insanoğlunun sonunu getireceğine inanıyordu.
Çinliler, 1988 yılında sıfırın altında ayakta kalabilen bakterilerin genlerini tütüne aktararak, genetiğiyle oynanmış ilk tarımsal ürünü üretti.
Çin’i, Amerika Birleşik Devletleri (ABD) izledi. Amerika’da, 1994’te balık geni aktarılarak dayanıklılığı arttırılan ilk GDO’lu domates piyasaya sürüldü.
Ancak fareler üzerinde yapılan deneylerde, bu domatesin midelerinde gastrit ve ülsere neden olduğu belirlenince, ürün raflardan çekildi.
Ama artık GDO çalışmaları durmayacak şekilde başlamıştı. Çünkü GDO’lu yiyeceklerin büyük bölümü çabuk büyüyor, daha dayanıklı ve verimli oluyordu.
1996'da, 6 ülkede 1,7 milyon hektarlık bir alanda GDO’lu ürün ekimi başladı. Günümüzde ise 25 ülkede 125 milyon hektar alana GDO’lu tohum ekimi yapılıyor.
GDO'lu ürünler Türkiye’de ise ilk olarak 1998'de gündeme geldi. Türkiye o dönemde soya ve mısır ithalatını, bu ürünleri GDO'lu tohumla yetiştiren Kanada, Meksika ve Arjantin'den yapıyordu.
Ziraat Mühendisleri Odası İstanbul Şube Başkanı Ahmet Atalık bu konuda şunları söylüyor:
“Ülkemizde bugüne kadar GDO’lu 26 mısır çeşidine ve yine GDO’lu 10 soya çeşidine sadece yem amaçlı kullanılmak üzere izin verildi. Türkiye’nin fabrika yemi dediğimiz yeme, 9 milyon ton civarında ihtiyacı var. Ürettiğimiz yaklaşık 5 milyon ton yemin yarısını da maalesef GDO’lu mısır ve soyalarla üretmek zorunda kalıyoruz. Çünkü, ithal ettiğimiz soyaların ve mısırların büyük çoğunluğu GDO’lu. Ancak gıda amaçlı tüketilmek üzere herhangi bir GDO’lu tarım ürününe henüz izin verilmiş değil. Bu nedenle gıdalarımızın içinde GDO olmaması gerekiyor.”
Gıdalarda GDO olmaması gerekiyor ama buna çok fazla uyulmadığı herkesçe biliniyor. Mesela 2003’te Arjantin'den Türkiye'ye soya taşıyan bir gemi, Brezilya açıklarında Greenpeace tarafından durduruldu ve gemideki ürünler analiz edilince hepsinin GDO’lu olduğu anlaşıldı.
Onkoloji Doktoru Yavuz Dizdar, “En azından doğrudan insana yedirmiyorlar zannediyoruz ama tabii ki öyle değil. Elbette önünüze gelen gıdaların içinde GDO var” diyor.
GDO’lu bu yiyecekler masamıza kadar nasıl geliyor?
Türkiye’de GDO’lu üretim yasak ama ithalatı serbest. Bu çerçevede bugüne kadar, biyogüvenlik kurulu tarafından GDO’lu 10 tür soya, 26 türde soyanın olduğu 36 ürünün ithaline izin verildi. Bu ürünler de gıda amaçlı değil, ama hayvan yemi olarak kullanılması şartı ile izin aldı.
GDO’lu ürünler yönetmeliğine göre; bu ürünleri getirenlerin, tüketime sunana kadar geçen tüm aşamaları kayıt altına almaları gerekiyor. Ayrıca, ürün ile ilgili tüm bilgi ve belgeler 20 yıl saklanmak zorunda. Bu koşullara uyulup uyulmadığı bakanlık tarafından görevlendirilen birimler tarafından izleniyor. Şikayet edilmesi durumunda işlem yapılıyor.
Tarım Bakanlığı belirli periyotlarla kontrol yapıyor ama yükümlülük şirketin kendisinde. Şirket ise ürününün ithalatından gideceği yere kadar izlenebilirlik belgelerini 20 yıl süreyle saklamak zorunda. Bakanlık, incelemelerinde bu belgeleri görmezse ceza hükümlerine göre uygulama yapabiliyor.
Ama bunun takibi o kadar da kolay değil.
Ahmet Atalık bununla ilgili, “Biz hem Ziraat Mühendisleri Odası, hem de ‘GDO'ya Hayır’ platformu olarak, sınırlarımızdan şimdilik sadece yem amaçlı giren GDO’lu ürünlerin, nereye gidip ne kadar kullanıldığını birebir izlemenin ve kontrolünü yapmanın sürekli mümkün olmadığını söylüyoruz” diyor.
2006’daki kanun çıktığında üzerinde en çok tartışılan madde, üretimde kullanılan yöntem ile ilgiliydi. Çünkü bu maddede, “geleneksel ve/veya biyoteknolojik yöntemlerle geliştirilmiş olan genetik yapı” diye bir tanımlama bulunuyordu.
Dolayısıyla, “biyoteknolojik yöntem”le GDO’lu ürünlere yasal zemin oluşturulacağı şüphesi nedeniyle itirazlar da beraberinde geldi. Sonuç olarak, tartışmalı o madde yasalaşamadan kanun dışı kaldı.
Yurt dışından getirilen GDO’lu tohumlar yem amaçlı kullanılıyor
İthal olarak getirilen ve hayvanlarda yem amaçlı kullanılan GDO’lu tohumları direkt olarak bizler tüketmesek de, bu tohumlardan beslenen hayvanların etini, sütünü, peynirini ve yağını tüketiyoruz. Hatta o hayvanların gübreleri tarımda kullanılıyor. Yani toprağa karışıyor.
Çiftçi-Sen Genel Başkanı Abdullah Aysu, GDO’lu tohumun ekildiği toprağın yakınındaki bir tarlayı da, rüzgar ve uçan böcek türü taşıyıcılarla etkilediğini belirtiyor. Bu tohumlar da, rüzgarla 30 km, arılarla ve böceklerle de 5 km'ye kadar gidip orayı değiştirme ve dönüştürme özelliğine sahip.
Ayrıca getirilen GDO’lu ürünlerden elde edilen başka ürünler de özellikle hazır gıdalarda çokça kullanılıyor.
Bin 80 üründe GDO olduğunu söyleyen Aysu, en çok meşrubatlarda, şekerlemelerde, pasta, kek ve bisküvi türü yiyeceklerde GDO’lu ürün kullanıldığını belirtiyor.
Tohumun kaynağı şirketler oldu
Az sayıda olmasına rağmen neredeyse bütün dünya tohum şirketlerine bağımlı. Bunu en iyi anlatan ise 1972’de, dönemin ABD Dışişleri Bakanı Hanry Kissinger’in şu sözleri:
“Enerjiyi kontrol eden ülkeleri kontrol eder; gıdayı kontrol eden insanları kontrol eder”
Tohum nedeniyle kontrol altında olduğumuzu söyleyen Abdullah Aysu, gıdanın artık bir silah olarak kullanıldığını söylüyor. Özellikle yabancı menşeli firmaların toprakları ele geçirdiğini belirten Aysu, “Gıda egemenliği bizden, şirketlerin kontrolüne gitti. Bizim gıda egemenliğini tekrar ele geçirmemiz lazım” diyor.
“Uygulanan politikalar çiftçileri iflasa yöneltip, toprağını terk etmeye zorluyor. Terk edilen topraklar da şirketler tarafından toplanıyor. Biz çiftçiler de, zaten keder eker kaygı biçeriz. Tarımın şirketleşmesine yönelik süreç işleniyor. Türkiye bundan bağımsız değil. Bu IMF, Dünya Bankası ile başladı ve 1993'te de, Dünya Ticaret Örgütü ile bunun normları kuruldu. Bu normlara göre, Türkiye dünya fındık üretiminin yüzde 70'ine sahip. Tek bir ağacı olmayan Norveç'ten biz 3 yıl önce fındık satın aldık. Dünya Ticaret Örgütü ‘alacaksın’ diyor; aldık. Bizden aldı bize sattı.”
Aysu’nun verdiği örneğe göre, 2017 yılında Norveç, Türkiye’den kilogramı 13 liradan 4 bin 500 kg fındık aldı. Bir süre sonra Türkiye’ye kilosu 21 liradan, 5 bin 350 kg fındık sattı.
Elimizde hala gerçek tohum olduğunu belirten Aysu, bu tohumları birkaç yıl içinde çoğaltmanın mümkün olduğunu belirtiyor.
Dünyayı, tohumu ve ilaç sektörünü elinde tutanlar mı yönetiyor?
Türkiye’de hala 3 binin üzerinde tohum çeşidi var. Ayrıca Ankara ve Manisa Horozköy’de tohum gen bankaları bulunuyor. Ama onların da denetimi, “Uluslararası Tarımsal Araştırma İçin Dayanışma Grubu” CGIAR’da.
CGIAR’ın kurucusu ise dünyanın en güçlü ve zengin ailelerinden Rockefeller ailesi.
Rockefellerlar, 1960’larda Meksika ve Hindistan gibi ülkelere açlık sorununu çözecekleri iddiasıyla, “Yeşil Devrim” adı altında, ıslah edilmiş, yani hibrit tohum tohumu sokmuştu.
Hibrit tohumdan elde edilen ürünlerden tohum oluşmadığı için, çiftçilerin her sene tohum alması gerekiyordu. Hibrit tohum patentleri de Pioneer Hi-Bred ve Monssanto gibi dev tohum şirketlerinin elinde toplandı. Bu tohumlar bazı kimyasal gübrelere, ot ve böcek ilaçlarına ihtiyaç duyuyordu. Bunlar da Rockefeller'ın petrol şirketlerinin ürünüydü.
Gelişmekte olan ülkeler için bu miktarlardaki gübre ve ilaç girdisini finanse etmek neredeyse imkansız olduğu için önce dünya bankasından kredi notu, sonra da yine Rockefeller ailesine ait Amerikan bankalarından borç aldılar. Bankalara borçlarını ödeyemeyen çiftçiler sonunda topraklarını kaybetti.
Aslında, Monsanto’nun politikalarına karşı çıkanlar tüm dünyada azımsanamayacak kadar fazla. Dünyanın birçok ülkesinde bu nedenle GDO’lu ürünler ve onların sonuçları ile bu ürünlerin tekeli olan Monsanto şirketi protesto edildi. Çünkü insanlar üzerinde bir araştırma yapılmadığı söylense de GDO'lu yemlerle beslenen hayvanların kanser ve böbrek yetmezliği gibi birçok hastalığa yakalandığı ortaya çıktı.
GDO’yla bollaşan yiyecekler sağlığımızı etkiliyor mu?
Onkoloji uzmanı Dr. Yavuz Dizdar, GDO’yu insanların başına bela olarak nitelendiriyor. Dizdar, “Daha sık ekim yapabiliyorsunuz. Yekpare büyük alanınız varsa uydu kontrollü sistemlerle bunu insansız da işleyebiliyorsunuz. Dolayısıyla köylülüğü ortadan kaldırıyorsunuz” diyerek, durumun nasıl birbiriyle iç içe olduğunu anlatıyor.
GDO’ya karşı çıkanlar kadar GDO’lu yiyecekleri savunan hatta onları kurtarıcı olarak gören bilim insanları da var. Onlardan biri tıbbi onkoloji uzmanı Prof. Dr. Taner Demirer.
Demirer, GDO’lu yemlerle beslenen hayvanlardan elde edilen sütün, etin ve diğer ürünlerin GDO niteliğinin olmadığını, tüketenlerde GDO etkisi yaratmadığını belirtiyor. Yani Demirer’e göre, GDO’lu yiyecekler, insanların genetiğini değiştirmiyor.
GDO’ya karşı olan bilim insanları bu tür yiyecekleri tüketen insanların bağırsak florasının değişebileceğini, antibiyotik direncinin artabileceğini ve alerjik reaksiyonlara neden olabileceğini belirtiyor. Ancak Demirer’e göre, 30 yıldır yapılan kısa, orta ve uzun vadeli takiplerde bunlar gerçekleşmedi ve insan sağlığına zarar vermedi.
Demirer: GDO’lu ürünler zarar vermiyor; üretilip tüketilmeli…
GDO’lu ürünlerin kanser riskini artırdığı iddialarına da karşı çıkan Demirer, yine 30 yıllık takiplerde böyle bir veriye ulaşılmadığını belirterek, şunları söylüyor:
“GDO’lu tohumlardan elde edilen sebze, meyve, GDO’lu etin veya sütün tüketimiyle kanser riskinin arttığını gösteren hiçbir kanıt elimizde yok. Böyle bir çalışma, yayın da yok. Böyle bir bağlantı da kurulamamıştır. Sadece Fransa’da fareler üzerinde sahte bir çalışma yapılmış ama o da çalışma sahte ve hileli olduğu için zaten yayından çekilmiştir. Kanserin nedenleri sigara, alkol, dengesiz beslenme ve hareketsiz yaşam. Ben bir hekim olarak ülkemizde GDO’lu ürünlerin tüketilmesini öneriyorum. GDO’lu ürünler tüketilmelidir. Hatta ve hatta bunun için tarımda alan ayrılmalı, üretimi yapılmalı. Türkiye hatta GDO’lu tohum pazarına girmelidir. 16 milyar dolarlık bir pazar. Bizim de içinde olup bu tohumları üretmemiz lazım. Bunları pazarlamamız lazım. Biz GDO pazarında gecikiyoruz. Türkiye’nin tarım politikasını değiştirmesi gerekiyor.”
Demirer, Amerika, Japonya, Avustralya ve Kanada gibi gelişmiş ülkeleri de örnek olarak göstererek, “Öyle olsa bu ülkeler GDO’lu ürünleri vatandaşlarına sunmazdı” diyor. Prof. Taner Demirer, kanserin artmasının nedenini ise insanların dengesiz beslenmesi, hareketsiz kalmaları, spor yapmamaları, kilo almaları, obezite, sigara ve alkol tüketimi gibi nedenlerden kaynaklandığı belirtiyor.
Taner Demirer gibi bırakın GDO’ya karşı olan hatta destekleyenlerin en büyük argümanı ise artan nüfus ve yetersiz gıda.
Tarımın gittikçe azaldığını belirten Demirer, artan nüfusu doyurmanın pratik yolunun geliştirilecek GDO’lu ürünlerden geçtiğini belirtiyor.
Demirer, “GDO’lu ve normal patatesleri yere karışık dökerseniz, GDO’lu ürünlerin tertemiz, dümdüz, büyük ve güzel olduğunu görürsünüz. Ama normal tarımla elde ettiğimiz, organik dediklerimiz hep küflü, mantarlı, çürük. Yarısını yiyebiliyorsunuz, yarısını yiyemiyorsunuz ve çürüyor. Gıdada yetersizlik var. Afrika’da büyük açlık var. Bunlara insanların bir tedbir alması lazım. 8 milyar insanı nasıl doyuracak dünya. Yani GDO’lu ürünlere ihtiyaç var dünyada ve bunlar gittikçe yaygınlaşacak. Balıkların daha iyi gelişmesi hindi ve tavuğun daha çabuk büyümesi gerekiyor” diyor.
“GDO’lu gıdalar silah olarak kullanılıyor”
GDO’ya karşı olan uzmanlar gıdaların silah olarak kullanıldığını belirtiyor. Bunu yaratan firmaların ise yarattıkları hastalıklara yine kendilerinin çare bulup, ilaç ürettiği iddia ediliyor. Buna dayanak olarak ise Almanya'nın önde gelen kimya şirketlerinden Bayer’in, geçtiğimiz yıl ABD'li rakibi Monsanto'yu 66 milyar dolara satın alması gösteriliyor.
Dr. Yavuz Dizdar bu durumu "mükemmel organizasyon” olarak değerlendiriyor. Dizdar, “Hem bir şeyin tarım ilacını üreteceksiniz hem de o tarım ilacına maruz kalınması durumunda ortaya çıkabilecek olan hastalıkları kontrol edeceksiniz” şeklinde konuşuyor.
Dizdar’ın sözlerini destekleyenler ise geçtiğimiz yıl yaşanan bir olayı bunun en somut örneklerinden biri olarak kabul ediyor:
46 yaşındaki iki çocuk babası Amerikalı Dewayne Johnson, ABD'de bir okulun park ve bahçelerinden sorumlu olduğu için, koruyucu giysi kullanarak ot öldürücü kimyasal ilaç kullanıyordu. Lenf kanserine yakalanınca doktorlar kendisine 18 ay ömür biçti. Johnson hastalığının nedeninin kullandığı ot ilaçları olduğundan emin, ot ilacını yapan Monsanto şirketine dava açtı. Süreç sonunda, Johnson'un ot ilacındaki zehirli bir maddeden dolayı kansere yakalandığı belirlendi. Jürinin şirketi 289 milyon dolar tazminat ödemeye mahkum ettiği karar, bütün dünyada yankı buldu.
Johnson’ı koruyucu kıyafeti olduğu halde kanser eden o tarım ilaçlarının bulaştığı gıdaları bizler yiyoruz.
Son yıllarda ciddi bir artış gösteren kanser ve kısırlık gibi hastalıkların nedeninin de GDO olduğunu belirten uzmanların sayısı da bir hayli fazla. Dizdar bu konuda da uyarıyor ve “Bütün aldığımız bisküvilerin içerisinde soya lesitini var. O kadar soya lesitinini nereden bulacaklar. Tabii ki GDO’lu soyadan elde ediliyor. Bunu yerseniz kanser de olursunuz, böbrek kaybı da yaşarsınız” diyor.
Yavuz Dizdar, neredeyse kaçmanın imkansız olduğu bu durumun sağlığımızı nasıl etkilediğini şöyle anlatıyor:
“Bu ilaç, hayvanlarda ciddi anlamda organ bozukluğuna neden oluyor. Aromatik ilaçtır. Bu demek oluyor ki hormon yapınızı, çiftleşmenizi ve hamile kalmanızı bozuyor.”
Rakamlara göre, 1960’larda dünya genelinde erkeklerin sperm sayısı ortalama 250 milyonken bu oran günümüzde 16 milyona kadar düştü.
Türkiye’deki kısırlık oranı ise yüzde 15. Yani 2 milyon 600 bin kişi kısırlık sorunu yaşıyor. Bu da her 6 aileden birinin, yani 950 bin çiftin istemesine rağmen çocuk sahibi olamadığını gösteriyor. Bu nedenle Türkiye’de her yıl 82 bin tüp bebek uygulaması yapılıyor. En büyük nedeninin ise bu hormon ilaçları olduğu belirtiliyor.
GDO’yu savunan Prof. Demirer ise kısırlığın nedeninin bu ilaçlar olmadığını iddia ediyor. Demirer, “İnsanlar sansasyon yaratmak ve ezber bozmak için bu tür spekülasyonlar çıkarıyor. Medya, modern batı tıbbının usta bilim insanlarını çıkarmıyorlar; şarlatanları çıkarıyorlar. Bu firmalar bilimsel incelemeler ve ticaret yapıyor. Dünyaya hizmet etmek istiyorlar” diyor.
Tohum taşıyıcıları: Arılar
Milyonlarca yıldır, dünyayı kanatlarıyla ayakta tutan arıların görevi, tohumları taşıyarak, besin kaynaklarının üremesini sağlamak. Yani, içgüdüsel olarak bitkileri dölleyip, meyve ve sebzenin oluşmasını sağlayan arılar sayesinde yaşam devam ediyor. Ama gelen haberler oldukça kötü. Çünkü arılar kitleler halinde ölüyor. Nedeni ise, zehirli tarım ilaçları…
Albert Einstein yıllar önce insanlığı şu şeklide uyarmıştı:
“Arılar yeryüzünden silinip giderse, insanoğlu yalnızca dört yıl yaşayabilir. Arılar olmazsa döllenme olmaz, hiçbir bitki, hiçbir hayvan, hiçbir insan olmaz.” (Albert Einstein, 1949)
O son dört yıla daha ne kadar var bilmiyoruz ama endüstriyel tarım, bilinçsiz ve yanlış kullanılan kimyasal ilaçlar ve yeni tip tohumlar arıları öldürüyor.
Yıllardır uyarıda bulunan Greenpeace’in Akdeniz Tarım ve Gıda Kampanya Sorumlusu Berkan Özyer, arının bu ilaçlardan nasıl etkilendiğini şu şekilde özetliyor:
“Polenleşmenin yüzde 80'nini arılar yapıyor. Arı, çiçekten poleni aldığında bu ilaca maruz kalıyor ve sinir sistemi üzerinde etkileri oluyor. Hafıza kaybına uğrayan arı, kovana dönüş yolunu unutarak, kayboluyor ve yorgunluktan ölüyor. Bu ölümler az değil, milyonlarca ölümlerden bahsediyoruz.”
İlaç firmaları, pestisit adı verilen bu ilaçların, doğada bulunan bakterilere ve böceklere karşı bitkilerin direncini ve üretimini arttırmayı, böylece açlık sorununa çözüm bulmayı amaçladığını belirtiyor.
Günümüzde ekilen tohumu, böceklerden ve ürüne zarar verecek otlardan korumak için, ilacın yanında yoğun bir şekilde kullanılan gübre de toprağı özünden uzaklaştırıyor. Bu da ayrı bir hastalık sebebi kabul ediliyor.
Çünkü, bir süre sonra da sadece böcekler değil, yabancı otlar bile ayakta kalabilmek için bu ilaçlara karşı direnç geliştiriyor. Onlar direnç geliştirdikçe, toprağa atılan ilaç miktarı da bir o kadar artıyor. Buna bağlı olarak risk her geçen gün artıyor. Yani, tohumu korumak adına kullanılan zehir, yaşamı yok ediyor.
Özyer, sokmasın diye kaçtığımız arıların yok olmasıyla, bitkilerin yavaş yavaş solacağı ve ineklerle koyunların da beslenemeyeceği için sütün olmayacağını belirtiyor.
Berkan Özyer’in konu hakkındaki uyarısı çok ciddi:
“Üç öğünden birine kendimizi hazırlamamız gerek.”
Türkiye’de şu anda bile kıtlık tehlikesi olduğunu belirten Çiftçi-Sen Genel Başkanı Abdullah Aysu da, Belçika büyüklüğünde bir alanın ekilmediğini hatırlatıyor ve bunun nedeni özelleştirmelere ve yüksek maliyete bağlıyor. Aysu, şirketlerin maliyetin altında belirlediği fiyatlar nedeniyle çiftçinin üretimden vazgeçtiğini belirterek, “Piyasayı regule edecek durum yok” diyor.
Üretimden vazgeçen çiftçi, işsiz kalınca büyükşehirlere göç başlıyor ve burada ucuz beslenmeye mecbur kalıyor. Ucuz market zinciri arttıkça hastalık da artıyor.
Peki bu kısırdöngünün içinden nasıl çıkacağız, çözüm ne? Bazılarına göre sorunu devlet, bazılarına göre tüketici çözecek.
Dr. Yavuz Dizdar, çözümü tüketicinin piyasayı manipüle etmesiyle mümkün olabileceğini belirterek şunları söylüyor:
“Satın almazsanız piyasa manipüle olur. Köylü hiçbir zaman bunlarla rekabet edemez, bilakis eğer parasını verirseniz, onlar da bu işin içine gireceklerdir. Ne buluyorsanız onu yiyorsunuz. Çünkü daha fazlasını istemiyorsunuz ki zaten. İnsanlar açgözlülükle tüketmeyi sürdürdüğü sürece biz bunlara GDO’lu tohum da yediririz, bisküvi, piliç de yediririz.”
Dolayısıyla milyonlarca yıldır kullanılan tohumdan uzaklaşıp laboratuvar ortamında üretilen tohumla ilgili bilim dünyası ikiye ayrıldı. Ancak, ürün verimliliği arttırmak için kullanılan ilaçların bilinçsiz ve yanlış kullanımı, bir süre sonra daha büyük bir kısırlığa ve hastalığa neden oluyor. Ayrıca, tarımsal verimliliği arttırmak için zararlı otlara ve böceklere verilen ilaçlara da direnç gelişiyor. Zehir katlanarak artıyor. Ölen ise arılar, sonrasında da sebze ve meyve oluyor. Yani biz ölüyoruz. Kısacası doğadan uzaklaşmak dünyayı hasta ediyor.
© The Independentturkish