1579 sonbaharında Londra’ya, Kraliyet Sarayına, İngiltere Kraliçesi olmuş I. Elizabeth’e bir mektup ulaşır. Altın kaplamalı, muhteşem görünüşlü, Osmanlı Türkçesiyle fakat Arap alfabesi ve stiliyle yazılmış bu mektup, İstanbul’dan, Osmanlı İmparatorluğu'ndan, kendisini Cihan Hükümdarı olarak tanıtan 33 yaşındaki Sultan III. Murad’dan gelmekteydi.
Bu mektup, bir Türk Sultanı ile bir İngiliz Yöneticisi arasında kurulan ilk iletişimdi de.
Sultan Murad, mektubunu İstanbul’a gelen ve kendi ülkesi için ticari ayrıcalıklar isteyen tüccar William Harborne’nun talebine yanıt olarak yazıyordu; bununla birlikte asıl gönderdiği mesaj, Kraliçe Elizabeth ve İngiltere’yi, eğer kraliçe kendisinin cihan hükümdarlığını ve evrensel egemenliğini tanırsa, özellikle İspanya’ya ve diğer rakiplerine karşı koruyacağı sözüydü.
Kraliçe Elizabeth, Sultan Murad’ın mektubuna beklenenden hızlı bir yanıt verdi ve 25 Ekim 1579 tarihli mektubunda, Sultan Murad’ın teklifini kabul ettiğini ve onu cihan hükümdarı olarak tanıdığını açık olarak belirtiyordu.
Şüphesiz ki, o dönemde, her ne kadar İngiltere kendisini dünya gücü olarak görse de, Osmanlı İmparatorluğu, küresel ölçekte, İngiltere’den gerek askeri gerekse siyasi olarak çok daha güçlü, çok daha etkili, çok daha önemli bir aktör, bir güçtü.
Kraliçe Elizabeth’in kararı bu anlamda doğruydu ve bu ilişkiden yararlanarak hem içerideki rakiplerine, hem de etrafındaki güçlere karşı İngiltere’yi ve kendi iktidarını korudu ve güçlendirdi.
Daha ilginç olan, 1579’da gelen bu mektuptan sonra yaklaşık 13 yıl, Sultan III. Murad ile Kraliçe I. Elizabeth arasındaki ilişki olumlu, hoş ve insani bir tarzda devam etti. İkisi mektuplaşmaya devam ettiler, hatta mektup arkadaşı oldukları bile söylenebilir; Elizabeth, bu ilişkiden hoşnutluğunu belirtmek ve sembolize etmek için, kendi portrelerinde Osmanlı küpeleri, bilezikleri ve kolyeleri kullandı; Osmanlı-İngiltere ilişkileri ekonomik ve siyasi olarak gelişti.
440 yıl önce başlayan Osmanlı Sultanı ile İngiltere Kraliçesi arasındaki bu ilişki, bir anlamda, Katolik hegemonyasının olduğu bir dünyada, Kraliçe I. Elizabeth’in İslam ile kurduğu bugüne kadar işlenmemiş ve anlatılmamış ilişkinin de hikayesiydi.
Elizabeth’in Osmanlı İmparatorluğu ve İslam ile kurduğu bu ilişki, Shakespeare’den Thomas Bacon ve Jean Bodin gibi Avrupa tarihinin çok önemli yazarlarını ve felsefecilerini de etkiledi; Avrupa-Osmanlı ve Batı-İslam ilişkisi üzerine ilginin hızla artmasına neden oldu.
Sultan ile Kraliçe arasında mektup arkadaşlığından siyasi ve ekonomik alana kadar geniş bir yelpazede süren bu ilişki sadece dün değil, bugün ile ilgili de bize çok önemli ve ufuk açıcı bilgileri vermektedir.
Birincisi, Türkiye-Batı, Avrupa ve AB ilişkileri 500 yıllık bir tarihi içeren derin, iç içe, karmaşık ve çok boyutlu bir ilişkidir: Türkiye her zaman genelde Batı ve Avrupa tarihinin, siyasetinin ve düşüncesinin kurucu ve vaz geçilmez bir parçası olmuştur.
İkincisi, bugünün İslam karşıtı, göçmen karşıtı ve yabancı karşıtı Avrupa ve AB ülkeleri yöneticilerine ve siyasi, ekonomik, kültürel aktörlerine hatırlatmak gerekir ki; Kraliçe I. Elizabeth, 440 yıl önce Sultan III. Murad ve İslam ile girdiği ilişkiyle, farklı olanla dostluğun korkuyu yenebileceğini; siyasi ve ekonomik alanlarda iş birliğin barışın ve istikrarın yolunu açtığını göstermiştir. İslam düşmanlığı ve korkusu kurgulanmış, inşa edilmiş, topluma empoze edilmiş bir söylem ve stratejidir. Bugünün Avrupa ve AB üye ülkelerinin yöneticilerinin ve aktörlerinin Sultan ile Kraliçenin ilişkisinden öğreneceği önemli dersler vardır; ve
Üçüncüsü, Osmanlı İmparatorluğu-Batı/Avrupa ilişkisi, her zaman güç (askeri ve siyasi güç ve etki) ve söylem (Batı-İslam ilişkisi) etrafında örgütlendiği için, Osmanlı İmparatorluğu ve İslam, her zaman “Batı/Avrupa içi” olmasına rağmen aynı zamanda da “Batı/Avrupa-dışı” olarak ötekileştirilmiştir. Osmanlı’dan bugüne Türkiye-Batı/Avrupa/AB ilişkileri, bu nedenle, içerisi-dışarısı, ben-onlar ve en genelinde umut-korku arasında gidip gelmiştir.
Umut-korku sarkacı
Bu üç nokta bize şu gerçeği hatırlatmaktadır: bugün Batı/Avrupa/AB-Türkiye ilişkilerinde çok önemli sorunlar olsa da, Türkiye, Rusya ve Avrasya eksenine doğru kayıyor gibi gözükse de, ne Türkiye Batı’dan, ne de Batı Türkiye’den kopabilir; bu ilişki siyasetçilere bırakılmayacak kadar tarihsel, kurumsal, siyasi, ekonomik ve düşünsel bir ilişkidir.
Geçen hafta, Cambridge Üniversitesi’nde, “16. Yüzyıldan Günümüze Türkiye-AB ilişkileri: Pargalı İbrahim Paşa ve Sultan III. Murat” üzerine yaptığım konuşmamda Sultan-Kraliçe hikayesi önemli bir yer tutmuştu. Sorular kısmında, Cambridge Üniversitesi’nden çok önemli bir tarihçi şöyle bir yorumda bulundu: “Prof. Keyman, aslında anlattıklarınız, sadece Türkiye ve Avrupa’nın birbirlerine bakışıyla ilgili değil, aynı zamanda Türkiye’nin dünü ve bugünüyle de ilgili bir saptamayı bize yapma olanağı veriyor: umut ile korku arasında gidip gelen bir tarihten bahsediyoruz.”
Gerçekten de öyle: Türkiye’nin, modernleşme, siyaset, yönetim ve birlikte yaşama serüvenini, umut ile korku arasında gidip gelen bir hikaye olarak okumak mümkün.
2000-2010 Türkiye-AB ilişki umut, bugünse korku;
2002-2013 Türkiye-Batı, Amerika-Avrupa ilişkisi umut, bugünse korku;
2011-2013 Çözüm Süreci umut, bugünse Suriye Meselesi korku;
2002-2011 Türkiye- Küresel Ekonomi ilişkisi umut bugünse korku;
2000-2015 kentleşmesiyle, orta sınıflaşmasıyla, ekonomik dinamizmiyle umut ekseninde dönüşen Türkiye, bugünse kentleşmesinden, yerel yönetimden, yerelleşmesinden korku duyan Türkiye;
Dün umut temelli siyaset, bugün beka temelli siyaset;
Umut dolu model ülke Türkiye’den darbe girişimlerine, teröre, hendek çatışmalarına savrulmuş korku dolu Türkiye’ye;
Seçmenlerinin umuda dönük mesajlarını oylarıyla hem yöneticilerine hem de Batı/Avrupa/AB’ye verdikleri 31 Mart Yerel Seçimleri gecesinden, İstanbul’daki oy sayımının hala bitmemesi ile korkuya savrulma riski taşıyan Türkiye’ye.
Bu liste uzatılabiliriz, fakat bu, şu saptamanın geçerliliğini değiştirmez:
Umut-Korku sarkacında Türkiye yönetim tarihi ve Türkiye-Batı/Avrupa/AB ilişkileri: 440 yıl önce yaşanan Sultan ile Kraliçe’nin dostluk hikayesini hatırlayarak şu gerçeği görelim, umut her tarafa kazandırırken, korkunun aktörlere kısa dönemli güç vermekten başka yarattığı bir sonuç yok…
© The Independentturkish