Yaşlı olanlarımız ile Soğuk Savaş tarihinin başlangıç aşamasının detaylarına aşina olanlar, ABD büyükelçisi George Kennan’ın Soğuk Savaş’ı bitirmedeki rolünü iyi bilirler.
Moskova’daki büyükelçilikten Washington’daki üstlerine gönderdiği ünlü diplomatik müzekkereyi şüphesiz iyi hatırlarlar.
Şüphesiz diyorum; çünkü ABD diplomasisinin dökümanları arasında, Soğuk Savaş süresince Kennan’ın müzekkeresinin mazhar olduğu ilgiye benzer bir ilgiye mazhar olan hatta kutsanan başka bir döküman bilmiyorum.
Müzekkere hedeflerini gerçekleştirdiğinde Soğuk Savaş sona erdi ve bu savaşın galibi ABD oldu. Zirve yarışında istediğini elde ederek tek başına zirveye yerleşti. Yani dünyayı tek başına yönetmeye başladı.
Dünyada istediği yere saldırıp Afganistan ve Irak’ta olduğu gibi yakıp yıkabilir ya da istediği yeri inşa ve imar edebilir konuma ulaştı.
Liderlik pozisyonunda kendisine denk ya da yakın denetleyici bir güç kalmadığında bütün bunları yapabilir hale geldi.
Yıllar geçti. ABD küresel diplomasisinin, özellikle de zirve diplomasisinin, Sovyetler Birliği ile ilişkiler dönemiyle bağlantılı birçok şey gibi Kennan’ın müzekkeresine de ilgisini kaybettiği varsayımı, bir kanaate dönüştü.
Ne var ki, ABD’nin konumu dünya genelinde gerilemeyi sürdürdükçe müzekkerede geçen fikirler, yavaş yavaş ABD’li düşünür ve diplomatların katıldığı tartışmalara sızmaya başladı.
Daha sonra Başkan Donald Trump yönetiminin politikaları bazı yönleri ile müzekkereyi yeniden okumayı, ilke ve tavsiyelerinden ilham almayı zorunlu hale getirdi.
Bu, eski savunma bakanı Mattis’in yönlendirmesi ile resmi bir belgede ilk kez Çin’in ABD’nin “stratejik rakibi” olarak tanımlanması kararı alındığında gerçekleşti.
O zaman bunu yanlış değerlendirdiğimi itiraf ediyorum. İlk değerlendirmem, Washington’un Çin’i rakip daha sonra da düşman olarak belirleyen kararını açıklamadan önce ABD kamuoyunun Çin’e karşı Sovyetler Birliği’ne duyduğu öfke, nefret ya da karşıtlığa benzer şeyler duymadığı kanaatine dayanıyordu.
Belki de ABD’lilerin zihninde veya hissiyatında, halk, tarih ve yönetim sistemi olarak Çin’e yönelik özel bir sevgi, saygı ya da takdir yoktu.
Genel olarak ABD kamuoyunun Çin’e dair bakış açısı, Hollywood filmlerinden ve birçok ABD şehrinde bulunan Çin mahallerinin şiddetten kaynaklanan ününden etkilenmişti.
O zamanlar ABD yönetiminin, ABD’nin düşmanı ya da kötü bir rakibi olarak Rusya yerine Çin’i koymanın gerekliliği ve faydası konusunda kamuoyunu ikna etmekte büyük bir zorluk yaşayacağını varsayıyordum.
Washington tarafının Çin’e rakip hatta kötü düşman görüntüsü vermekteki ani ısrarı ve acelesi benim ve birçoklarının dikkatini çekmişti.
Diğerleri gibi ben de Çin’in ilk sırada yer almak için değil, zirvede bir yerde bir pozisyon elde etmek amacıyla başlattığı kademeli, bilinçli ve koordineli yükselişini sürdürmeye dikkat edeceğinden emindik.
Çin’in adımlarını hızlandırmak ve ABD kamuoyunu kendisine karşı kışkırtarak düşman konumuna oturtacak herhangi bir girişimde bulunmak istemediğine inanıyorduk.
O dönemde bir ABD’li analistin General Mattis’in, Çin’i stratejik rakip seçme kararını haklı göstermeye çalışan analizini dinlemiştim.
Kendisi, ABD ordusunun, Çin’in kademeli askeri kalkınmasının ekonomik kalkınma modeli ve oranları gibi ilerlemesi durumunda “Yakın zamanda Çin’in, karşı koyamayacağımız ve makul bir zamanda kendisine yetişemeyeceğimiz bir süper güç olarak karşımıza çıkabileceği” gerçeğinin farkına vardığı için bu kararı aldığını söylüyordu.
ABD arenasının halihazırdaki durumuna bakıldığında Çin ile gerilimi tırmandırmayı haklı gösterecek gerekçenin de ortaya çıktığı görülecektir.
Başkanlık seçimlerine çok az kaldı ve kamuoyu yoklamalarının büyük bir çoğunluğunda Demokrat Parti adayı Biden öne geçmeye başladı.
Dolayısıyla, Başkan Trump’ın acilen temel tabanını -bununla beyaz milliyetçi kesimi kastediyoruz- güçlendirmeye ihtiyacı var.
Bu kesimin de ABD sokaklarında beyaz ile siyah vatandaşlar arasındaki karşılıklı öfkenin en az bir bölümünü soğuracak bir dış düşmana ihtiyaçları var.
Kısacası şu anda Trump ve destekçileri için önemli olan, bu krizi yani beyaz ve siyah vatandaşlar arasındaki gerilimi başkanlık seçimleri tartışmalarının alanından çıkarmak, son yaşananlarının üzerini bir kez daha üretilmiş ve sol güçler tarafından körüklenen bir çatışma olarak tasvir eden ideolojik örtüyle örtmektir.
Seçim kampanyalarında bu meseleyi geri plana iterek Çin’e duyulan nefreti öne çıkarmaktır. Zira bu mesele, Demokrat Parti prensipte kendisine itiraz etmese de Biden’in etkili bir şekilde ele alabileceği bir mesele değildir.
Dolayısıyla ABD tarihinde bir kez daha iki parti aynı ulusal hedefte birleşiyor. Şimdi hedefinde Sovyetler Birliği yerine Çin olsa da bir kez daha iki parti, George Kennan belgesini uygulama konusunda hemfikir.
Bu noktada ve bu aşamada aşağıdaki başlıklar altında sunacağım notlarla yetineceğim:
Birincisi; Çin’e dayatılmaya çalışılan ambargonun koşulları Sovyetler Birliği’ne dayatılan ambargonun koşullarından tamamen farklıdır.
Çin, kültürel, tarihsel ve diplomatik olarak ittifaklar kurma politikası takip etmemektedir. Çin dostları ve ortakları olan bir ülkedir ama müttefiki yoktur.
Felsefesini ve medeniyetinin detaylarını doğru anladıysam, yakın bir zamanda da ittifaklar kurma düşüncesini bir dış politika olarak benimseyeceğini düşünmüyorum.
Washington geçmişte Sovyetler Birliği’ne uyguladığı ambargonun dünyanın dört bir tarafındaki komünist ittifak ülkelerini etkilemesini sağlamakta başarılı olmuştu.
Peki ya bugün, inşaat ve yol projeleri sözleşmeleri, krediler, uzun vadeli yatırımlar aracılığıyla Çin’in ortağı olan yaklaşık 120 ülkeyi etkilemeyi başarabilecek mi?
İkincisi; Çin iki kutuplu bir dünya sisteminde ikinci kutup ya da çok kutuplu bir sistemde kutuplardan biri olmaya çalışmıyor. Anladığım kadarıyla onun niyeti, mevcut uluslararası sistemin temelini oluşturan bu düşünceyi tamamen ortadan kaldırmak.
Ülkelerin iç işlerine karışmayı yasaklayan bir sistem Çin’in daha çok işine gelecektir. Zira Demokrat Parti ve Biden, iç sistemini değiştirmek için iç işlerine müdahale etmekten vazgeçmeyeceklerdir.
Öte yandan Çin, kendisini dünya ülkelerine bir yönetim ve ekonomi modeli olarak sunuyor. Batı’nın da kendisi ile ilişkilerini bu temele göre ele alması gerekiyor.
Üçüncüsü; önümüzdeki yıllarda müzakerelerin zor geçecek olmasının birçok nedeni var. Batılı akıl ilk kez, müzakereler öncesinde askeri bir çatışma yaşamadan bir Asya medeniyeti ile müzakere masasına oturacak.
Diğer yandan Asyalı toplumların gözünde de Batılı müzakereciler son derece kötü bir itibara sahip. Bunun tek istisnası belki de Henry Kissinger’dır. Nedeni de müzakereleri Asyalı “düşünce” temelinde yürütmüş olmasıydı.
Kissinger, Çin düşüncesinin müzakere ve konuşma araçlarını çok iyi biliyordu. Bu araçların başında: İlerleyişi sürdürmekte diretmek, parçaları birbirine bağlamak ve içini kalkınma kavramı ile doldurmak, ani veya devrimci bir şekilde bir aşamadan diğerine geçiş yapmamaktır.
Teorik olarak mevcut ABD yönetiminin Çin ile başa çıkmak için seçmiş olduğu yöntemin Asyalı düşünce biçiminin bütün bu temel bileşenleri ile tamamen çeliştiği açıktır.
Bütün bunlara ayrıca son küresel gelişmeler ile tüm rejimlerin gücünü tüketen ve kaçınılmaz olarak halklarından gelecek sorgulamalar ile karşı karşıya bırakan zorlu koronavirüs salgını ile savaştan daha yeni çıkmış müzakerecilerin zihinleri üzerindeki etkileri eklenmektedir.
Müzakereler yolculuğu, Henry Kissinger’ın Çin’in dünya vizyonunda köklü bir değişime neden olan tarihsel onayını almak amacıyla planladığı ve düzenlediği yolculuk gibi eğlenceli olmayabilir.
Aksine, Pekin ve yöneticilerini korkutmak amacıyla ırkçı sloganlarla dolu gürültülü bir gösteri olmanın dışına çıkmayabilir.
Bu bağlamda bir ABD’li yetkilinin birkaç ay önce yapmış olduğu bir açıklamayı hatırlatıyor ve tekrarlanmamasını umut ediyorum.
Söz konusu yetkili açıklamasında kasıtlı olarak, İngiliz askerlerinin Afyon Savaşı’nda Çin İmparatorluğu ordusu lejyonlarını yendiklerinde yaşanan iğrenç bir tarihi olaya atıfta bulunarak bununla övünmüştü.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
Independent Türkçe için çeviren: Beyan İshakoğlu
© The Independentturkish