Birkaç hafta önce Suriye ordusu –Rus hava gücü desteğiyle- kuzeye İdlib şehrinin içlerine doğru hızla ilerliyordu. Ulaştığı her yerde arkasında uzun bir ölüm ve yıkım izi bırakıyordu.
Birçok köy ve belde tamamen tahrip edilmişti. Bu da sakinlerinin tamamını Türkiye sınırlarına doğru kaçmak zorunda bırakmıştı.
Yalnızca 85 gün içerisinde yaklaşık yarım milyon kişi, zaten kaçanlar ve mülteciler ile dolu kalabalık kamplarda 800 bin mülteciye ev sahipliği yapan İdlib’in Türkiye ile sınır bölgesine göç etti.
Bu, sadece dokuz yıldır devam eden şiddetli Suriye iç savaşında değil, İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana dünya tarihinde benzeri görülmemiş bir insani felaketti.
Soçi ve Astana mutabakatlarının durumu da onlarca anlaşmadan daha iyi olmamıştı. Diğerleri gibi onlar da değeri olmayan kağıtlar üstüne kuru bir mürekkeple yazılmış kelimelerden ibaret kaldı.
Söz konusu anlaşmaların iki garantöründen biri olarak, Türk askerleri öldürüldü ve İdlib içerisindeki ileri Türk gözlem noktaları, Suriye ordusunun benzeri görülmemiş ilerlemesi ile ele geçirildi.
Suriye rejimi ordusunun, nerdeyse günlük olarak okul, hastane ve pazar yerlerinin hedef alınıp yok edilmesini kapsayan sert saldırıları süresince Türkiye’nin Rus tarafı ile müzakere çabaları sürekli reddedildi.
Türkiye’nin, İdlib içerisinde Türk askeri kuvvetlerini konuşlandırma operasyonlarının yanı sıra sahada Ankara’nın vekillerine yapılan silah yardımları ve Suriye ordusuna bağlı bazı uçakların düşürülmesi, esasında caydırıcılık amacını taşıyordu.
Ancak Rusya ve Suriye’nin benzeri görülmemiş bir biçimde askeri gerilimi tırmandırma operasyonuna yol açtı.
Modern tarihteki en büyük insani felaket ve ülkeler arasında benzeri görülmemiş ve düşmanca şiddet olayları karşısında, uluslararası toplumda bir kayıtsızlık durumu yaygınlaşıyormuş gibi görünüyor.
İçinde bulunduğumuz mart ayının başında Türk ordusu, Bahar Kalkanı Harekatı’nı başlattı.
Söz konusu harekat, Suriye rejiminin hava üslerini, silah depolarını, ağır silahlarını ve hava savunma sistemlerini İHA’lar ile hedef alan geniş çaplı bir hava saldırısından ibaretti.
Türk hava savunma sistemleri Suriye rejimine ait birçok savaş uçağını düşürdü. Suriye ordusunun Suriye’nin kuzeydoğusundaki mevzileri yoğun bir Türk top ateşine tutuldu.
Birkaç gün içerisinde, Suriye rejimine bağlı yüzlerce savaşçı öldürüldü. Rejim, polisleri ve reşit olmayan askerleri, ölenlerin bıraktığı boşluğu doldurmak ve ön saflarda savaşmak için bölgeye göndermek zorunda kaldı.
İran, bir yıldır benimsemiş olduğu İdlib'deki çatışmalara müdahil olmama tutumundan vazgeçti.
Suriye ordusu saflarında açılan gediği kapatmaları için Hizbullah ve Fatımiyyun milis güçleri unsurlarını gönderdi.
Sonra Rusya bir mesaj gönderip Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı ateşkesi görüşmek için Moskova’ya davet etti.
Şiddet ve düşmanlık eylemlerinin çıkmaz yola girmesiyle sahadaki güç dengelerinin değişmesi sonucunda Türk askeri müdahaleleri amacına ulaştı.
5 Mart’ta Vladimir Putin ve Erdoğan bir araya geldi. Yaklaşık altı saat süren görüşmelerin ardından M4 otoyolunun kuzey ve güney taraflarında altı kilometre uzunluğunda bir güvenlik koridoruyla birlikte tüm dünyaya aldıkları kapsamlı ateşkes kararını açıkladılar.
Aslında ateşkes kararı sürpriz değildi. Asıl ilginç olan güvenlik koridoruyla ilgili gelişmeydi.
O gün Rus ve Türk yetkililerin ve 10 Mart’ta Türk Dışişleri Bakanı'nın açıklamalarına göre, M4 otoyolunun güney tarafında altı kilometre genişliğindeki bölge Rus kontrolü altında olacaktı.
Bunun anlamı ise, Türk kuvvetlerinin M4 otoyolunun güneyinde kalan ve halihazırda Suriyeli muhalif güçlerin kontrolü altında olan 25 kilometre uzunluğunda bir alandan fiili olarak vazgeçtikleridir.
Taraflardan hiçbiri, M4 otoyolunun güneyindeki bu bölgenin kontrolünün nasıl teslim alınıp verileceğine dair açıklamalarda bulunmadı; ama Türk göstergeleri açıktı.
İdlib’de inisiyatifi yeniden kazanmak için harcanan yoğun çabadan sonra Türkiye’nin bu büyüklükte bir alandan vazgeçme kararı şaşırtıcı ve kafa karıştırıcıydı.
Son Moskova zirvesinin sonucunun birçok olası yorumu bulunuyor. Bunlardan biri de ateşkes kararının Rusya ve Türkiye’nin üzerinde uzlaşabilecekleri tek anlamlı sonuç olduğudur.
Ateşkes kararı sadece İdlib’ten daha fazlası şeklinde tanımlanan ikili ilişkileri korumak amacıyla alındı. Güvenlik koridoru da daha sonra müzakere edilebilecek bir öneri olarak sunuldu.
Bu da, güvenlik koridorunun kararlaştırılan biçimde nasıl uygulanacağına dair ayrıntıların verilmemesini ve nasıl gerçekleştirileceğinin daha sonra askeri nitelikte müzakerelerde ele alınacağına dair açıklamaları izah ediyordu.
Her halükarda Türkiye, Suriye’de ateşkesin genellikle uzun sürmediğini, yeni tür düşmanca eylemlerin ve çatışmaların başlamasının zaman meselesi olduğu gerçeğini çok iyi biliyor.
Türkiye, ateşkesi kabul ederek belki de Bahar Kalkanı Harekatı ile elde ettiği askeri momentumu kaybetmiş olabilir ancak buna karşılık, M4 otoyolunda nihai kırmızı çizgiyi güçlendirmek için daha fazla vakit kazandı.
Gerçekten de Moskova zirvesinden sonraki günlerde İdlib’in merkezine yüzlerce Türk tankı ve zırhlı aracı sevk edildi.
Zirveden önceki haftalarda Türk ordusu, nihayetinde Rusya ile orta bir yolda uzlaşmayla sonuçlanabilecek uzun vadeli vizyonunun açık bir göstergesi olarak otoyol boyunca bir dizi gözlem noktası kurdu.
Türkiye açısından, Moskova ile gelecekte varılabilecek bir anlaşmaya dönük bu daha geniş çaplı bakış açısı, İdlib meselesinin ötesine geçen konuları da kapsayabilir.
Nitekim Türk çevrelerinde Rus liderliğinin, Türk güçlerinin İdlib’teki varlığının düzeyinin azaltılması ve muhalif güçlerin kontrol ettikleri alanlar üzerindeki kontrollerinin azalması karşılığında Türkiye’nin Kobani ya da Münbiç gibi SDG’nin (Suriye Demokratik Güçleri) kontrolü altındaki bölgelere saldırılar düzenlemesine örtülü bir yeşil ışık yaktığı söylentileri yayıldı.
Bu, Moskova zirvesi sonrası Ankara’da Başkan Erdoğan’ı eleştiren muhalefetin üstüne çöken ani sessizliğin sebebiyle uyumlu olabilir.
2011 yılından bu yana diğer etkili dış güçlerin yaptığı gibi Türk tarafı da İdlib meselesinde kendi çıkarlarına öncelik veriyor gibi görünüyor.
Türk İHA’ları Suriyeli askerleri ve hava savunma sistemlerini söylendiği gibi sadece sivilleri korumak için hedef almıyordu.
Aksine söz konusu operasyonun temel etkeni, daha fazla Suriyeli mültecinin Türkiye topraklarına yönelmesinin önüne geçmek için yeterli büyüklükte bir alanı korurken, Suriye hükümet güçlerinin ilerleyişini durdurmaya yönelik duyulan acil ve zorunlu ihtiyaçtı.
Benzer bir biçimde, ateşkes kararı her şeyden önce saldırıları durdurmaktan çok Rus-Türk stratejik ilişkilerinin tamamen çökmesini engelleme kararlılığına dayanıyordu.
Bu analize göre, İdlib’te yeni bir aşırı şiddet dalgasının patlak vermesi olasılığı yüksek, hatta belki de yakındır.
Suriye rejiminin, Türkiye’nin vereceği bir sonraki askeri karşılık daha önemli ve sürülebilir olmadığı sürece, İdlib’te tam bir zafer kazanabileceğine inanmaması için hiçbir neden yok.
Eğer öyleyse, İdlib için mevcut en iyi senaryolar mümkün olabilir: O da İdlib’in kuzey bölgesinin Türkiye koruması altında Filistin’in Gazze Şeridi benzeri bir bölgeye dönüştürülmesidir.
Bu senaryoda insani kriz, benzeri görülmemiş boyutlarıyla sürecektir. Ancak Suriye güçlerinin Türkiye sınırına kadar sürekli ilerlemesi gibi en kötü senaryolarla kıyaslandığında durumun en azından daha iyi bir şekilde ele alınmasına ve kontrol altında tutulmasına da olanak tanıyacaktır.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
Independent Türkçe için çeviren: Beyan İshakoğlu
© The Independentturkish