Sultan Abdülhamid, tahttan indirilmiş; ama ülkede siyasi kaos bitmemişti. Aksine, İttihat ve Terakki ile muhalifleri arasında kıyasıya bir iktidar mücadelesi başlamıştı.
Sultan Abdülhamid’in iktidardan indirilmesi sürecini bizzat sevk ve idare eden Mahmut Şevket Paşa, Harbiye Nazırlığına gelmişti.
O günlerde İstanbul’da bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar Zatü'lhareke araba bulunuyordu. Bunlardan biri de Harbiye Nazırı Mahmut Şevket Paşa’ya aitti.
Mahmut Şevket Paşa; yürüyüşü, giyinişi, konuşması ve hareketleriyle düşmanları tarafından dahi imrenilerek bakılan bir Osmanlı paşasıydı.
Paşanın, arabasıyla halkın içinden geçerek Harbiye Nazırlığına gitmesi halkın günlük rutinindeki en önemli vakalardan biriydi.
Oldukça gürültülü Zatü'l-hareke atları ürkütüp insanları korkutuyordu; ama bir yandan da bu tuhaf araç ve içindeki paşanın duruşu halka hayranlık veren bir çekim oluşturuyordu.
Sermet Muhtar Alus, 1940 yılı Akşam gazetesi nüshasında o günleri şöyle anlatıyordu;
Sultan Hamid’in tahttan indirilişinden sonra İstanbul’un en dillere destan otomobili Harbiye Nazırı Mahmut Şevket Paşayı şehrin dört bucağına taşıyanı idi.
O geçerken halk itişe kakışa yana yöreye, yaya kaldırımlarına kaçışırken bir yandan da hayranlıklarını gizleyemezlerdi:
— Boru değil, icabında saatte yetmiş kilometreyi haklıyormuş; Beyazıt meydanında makinesini istop etse ancak Divanyolu’nda durabilirmiş!
Mahmut Şevket Paşa’nın günden güne düşmanları artıyordu ve onu ortadan kaldırmak için harekete geçmeye karar verdiler.
Topal Tevfik, Ziya, Nazmi, Şevki, Mehmet Ali, Abdullah Safa ve Abdurrahman isimli tetikçiler onu öldürmek için görevlendirilmişti.
Yapılan planlarda Mahmut Şevket Paşa’nın en korumasız olduğu anın aracı ile evinden Harbiye Nazırlığına gittiği süre olduğuna karar verdiler.
Mahmut Şevket Paşa, her zaman olduğu gibi Başyaver Eşref, Yaver İbrahim, Şoför İsmail Hakkı ve Uşağı Kazım Bey ile beraber arabasına binerek Harbiye Nazırlığına gitmek için yola çıktı.
Büyük gürültüler çıkaran araç seyre koyuldu. Suikastçılar, Beyazıt meydanına çıkan Divanyolu’nda araç içinde beklemeye başladılar.
Arabaları bozulmuş gibi bekliyorlardı ve o gün şansları da yaver gitti; çünkü Mahmut Şevket Paşa’yı taşıyan araç, tramvay yolunun olduğu bölgeye geldiği sırada bir cenazenin geçmesi sebebiyle şoför otomobili durdurmak zorunda kaldı.
Suikastçılar hemen harekete geçti ve Mahmut Şevket Paşa’nın dillere destan olmuş otomobiline yoğun bir çapraz ateşe başladı. Başı ve yanağından defalarca yaralanan Mahmut Şevket Paşa kanlar içinde kaldı.
Harbiye Nazırlığına götürülen Paşa yapılan tüm müdahalelere rağmen kurtarılamadı.
Bu suikastta hayatını kaybeden Mahmut Şevket Paşa’nın kullandığı araç Harbiye Askeri Müzesi’nde sergilenmektedir.
Paşa’nın ölümünden sonra İstanbul’da bir süre otomobil sesi kesilmiş; fakat Sultan Abdülhamid tam da Mahmut Şevket Paşa’nın akıbetinin bir benzerinin yaşanmasından endişe ettiği için bu vasıtayı uzun süre yasaklamıştı.
Zat’ülhareke arabanın Osmanlıya gelişi
Osmanlı kültüründe dört tekerlekli vasıta olarak kullanılan at arabaları ulaşımın en önemli unsuruydu.
Sonrasında buhar gücü, gaz yağı ve nihayet benzinle çalışan otomobil hayata dahil olmuştu; fakat otomobil gündelik hayatımıza dahil olana kadar uzun süre yasaklı kalmıştı.
Bunun iki önemli sebebi bulunuyordu;
İlki; Osmanlı yollarının ve şehir planının kendi kendine hareket eden araba anlamında kullanılan zat’ülhareke için uygun olmamasıydı.
Bir diğer sebep ise, Sultan Abdülhamid’in güvenlik endişesiyle bu aracı yasaklamış olmasıydı.
Osmanlı’da arabanın ilk defa ne zaman kullanıldığı tartışma konusudur. Kaynaklara baktığımızda araba ithalatına dair en eski kaynağın Rüsumat Dairesi’nin 1 adet zat’ülhareke hakkında verdiği iade kararıdır.
Buna göre Fransa’nın Marsilya şehrinden İstanbul’a de-monte halde getirilen otomobil, gaz yağı ile çalışmaktaydı.
Bu araç, korkunç gürültüler çıkartarak ilerliyordu ve at arabalarını ürküterek trafiğin karışmasına sebep oluyordu. Yollar da aracın geçişi için uygun değildi, bu sebeple zat’ülhareke iade edilmişti.
Aynı yıl Midilli Adası’nda da araç talebi olmuş ve benzinle çalışan bu aracın da ithalatına müsaade edilmemişti.
1905 yılında ise Prens Bisko, otomobiliyle Avrupa’dan karayoluyla İstanbul’a hiçbir engelle karşılaşmadan gelmişti. İstanbul halkı günlerce Bisko’nun Zat’ülharekesini konuşmuştu.
Sultan Abdülhamid zat’ülharekeyi neden yasakladı
1900’lerin başından itibaren İstanbul sokaklarında tek tük görülmeye başlanan otomobil için farklı isimler kullanılıyordu.
Bunlar; baş belası ve şeytanın arabası gibi isimlerdi.
Halk, bu isimleri çıkardığı gürültü ve kontrolsüz bir vasıta olarak görmesi sebebiyle vermişti.
Alus, otomobildeki etkisini şöyle açıklıyordu;
Şoförün lastik kornayı bart bart öttürmesine hacet kalmaz, motorun gürültüsü ta nereden duyulur, Fenerbahçe’yi boylayacakları zaman yarımadanın berzahında bitişik daraş yolu tutarlarken pata küt’ler kulakları doldurur, mesiredekilerin etekleri tutuşurdu:
— Baş belası sökün ediyor yine!..
Konak, kira, muhacir arabacıları kantarlı küfürleri savura savura derhal yerlerinden aşağı atlar, beygirlerin önüne dikilip okun başına yapışır; çoğu da atlar ürkmesin diye çala kamçı arabasını yol üstünden uzaklara sürer, fener kulesinin dibine, kayık iskelesinin yamacına çekerdi.
Bu arabaların içlerindeki hanımların beylerin halini görmeyin: Çehresi balmumu sarısı, yürek hazan yaprağı, el ayak bumbuz.
Çünkü hayvan bu, şakaya gelmez. Kuzu gibisinin bile bu alamet şey karşısında huylanacağı, gemi azıya alacağı tutar. Söylene söylene faytondan, tenteliden fırlarlardı:
— Kahrolası, sağlık selametle gelemez olaydı!
Resmi kayıtlar ve devlet nezdinde otomobile verilen isim “zat’ülhareke” olarak kabul görmüştü.
Aslında zat’ülhareke çok öncesinden itibaren İstanbul sokaklarında görülmeye başlanmışsa da 1905 yılında yaşanan hadiseler sonrası kullanımının azalmasına sebep olmuş ve ihracatı yasaklanmıştı.
Bu kararın arkasında Sultan Abdülhamid vardı.
Sultan Abdülhamid, tahta çıkmayı bekleyen bir şehzade değildi. Bu yüzden kendisini ticaret yapmaya adamıştı. Borsada büyük paralar kazanıyor, yurt dışına seyahatlere gidiyordu.
En önemlisi de her türlü teknolojik gelişmeyi yakından takip ediyordu. Yakından takip ettiği konulardan birisi de elektrikli arabaların gelişimiydi.
Sultan Abdülhamid tahta çıktıktan sonra da bu araçların katalogları Yıldız Sarayı’na gönderilmiş ve alınması dahi gündeme gelmişti.
Oysa Sultan Abdülhamid’in tüm sinirlerini alt üst eden gelişmeler bu konuya mesafeli durmasına hatta yasaklamasına sebep olmuştu.
Sultan Abdülhamid tahta çıktığında 93 Harbi, Ali Suavi'nin darbe girişimi ve Mithat Paşa’nın kendisine karşı yürüttüğü komplolarla sarsılmıştı.
Bu gelişmeler onu şüphe sarmalına sürükleyen gelişmelerdi; fakat 1905 yılında kendisine yönelik icra edilen suikast girişimi Sultan Abdülhamid’i çok daha radikal kararlar almaya sevk edecekti.
Sultan Abdülhamid, 21 Temmuz 1905 senesinde Cuma namazını kılmak için resmi bir törenle Yıldız Camii'sine gelmişti.
Namazın ardından Sultan Abdülhamid at arabasına gitmeden önce Şeyhülislam Cemaleddin Efendi ile ayaküstü bir süre sohbet etti.
Sultan Hamid, sohbeti bitirip arabasına yöneleceği sırada İstanbul’da eşi benzeri görülmemiş bir patlama meydana geldi.
Sultan Abdülhamid’in kullandığı at arabasına Ermeni komitacılar tarafından saat ayarlı bomba konulmuştu.
Bu bombanın infilak etmesi sebebiyle 28 kişi hayatını kaybetmiş 54 kişi de yaralanmıştı.
Bu suikast için dünyaca ünlü anarşist Belçikalı Jorris dahi İstanbul’a gelmiş ve operasyonda bulunmuştu.
Sultan Abdülhamid 1 dakikadan daha kısa bir süre oyalanması sayesinde 100 kiloluk tahrip gücüne sahip bombanın hedefi olmaktan kurtulmuştu, görgü tanıkları arabaları taşıyan atların dahi havada süzülüşüne şahit olduklarını belirtiyordu.
Şair Tevfik Fikret ise Sultan Abdülhamid’in kurtuluşuna hayıflanarak şu beyitleri yazmıştı;
Ey şanlı avcı, damını bi Hüdâ kurmadın,
Attın, fakat yazık ki, yazıklar ki, vuramadın.
Dursaydı bir dakikacağız devr-i bi-sükûn
Bir hayır olurdu, misli asırlara geçmemiş...
Sultan Abdülhamid bu vakadan sonra İstanbul’da her türlü at arabasının kullanımına büyük tedbirler getirtirken zat’ülhareke ve benzeri diğer tüm vasıtaların kullanımını kesin bir biçimde yasaklamıştı.
Meşrutiyetle beraber otomobile de özgürlük geldi
1908 yılında İkinci Meşrutiyet’in ilan edilmesiyle beraber hürriyet sağlanan konulardan birisi de zat’ülharekeydi.
Avrupa’da oldukça popüler olmuş bu vasıta özellikle İstanbul gayrimüslimlerinin ve zengin bazı yerli tüccarların fazlasıyla dikkatini cezbediyordu.
Otomobilin hürriyetine kavuşması sonrası öncelikle yabancı ülkenin sefirleri, ardından gayrimüslimler ve otomobile meraklı Türkler de bu aracı edinmeye başladı.
Nitekim ilk trafik kazasına İtalyan Sefirin şöforü 1912 yılında karışmış ve bir Osmanlı vatandaşının ölümüne sebep olmuştu. Kazanın sonunda İtalyan Sefirin şöforü yüklü bir tazminat karşılığı serbest bırakılmıştı.
Meşrutiyet öncesinde de hatta Abdülhamid’in katı yasaklarına rağmen de bu vasıta tam anlamıyla engellenememişti; fakat hürriyetin gelmesiyle beraber biranda otomobil hayatın parçası haline geldi.
Devlet kademesinde öncelikle Nazırlara bu araç tahsis edildi.
“Nazır oldun mu, zat’ülhareken (otomobil) hazır” sözü de bu dönemde popüler olmuştu.
Refik Halit, bu durumu “Deli” isimli eserinde şöyle anlatacaktı;
Nazır oldun mu otomobilli oldun demekti, bu yüzden nazır olmaya heves edenler çoktu ki bu yolda kimi muradına erdi kimi ise idam sehpasına çıktı veya zindana girdi.
Otomobil İstanbul sokaklarında bir ihtiyaç değildi. Hatta ilk trafik ışıkları ve kuralları 1950 yılı sonrası otomobillerin yaygınlaşmasıyla İstanbul ve Ankara’ya gelmişti.
Öte yandan daha ortaya çıktığı ilk günden itibaren zat’ülhareke, uğruna büyük paralar harcanan ve sık sık arızalanan vasıtalardı. Ayrıca İstanbul sokakları zat’ülhareke için hiç uygun değildi.
Araç sahibi olmak cumhuriyetin kuruluşunda da büyük bir lükstü; hatta İsmet İnönü’nün Başbakanlık yaptığı süreçte karısının toplu taşıma kullanması ve arabasının olmaması basına da yansımıştı.
İsmet İnönü toplu taşıma kullanan eşinin araç sahibi olmasına güvenlik kaygısıyla karşı çıkıyor ve “kaza olur” diyordu.
Araba sahibi olmak ilk günden beri prestij meselesiydi
İstanbul’da tüm yasaklar engellemelere rağmen İstanbul sokakları dünyadaki otomobil gelişimini yakından takip ediyordu.
Fransa’nın Panhard, De lahey, Renault, Delonay Belleville, Delage; Hollanda’nın Minerva; İtalya’nın Fiat marka arabaları İstanbul sokaklarında boy göstermeye başlamıştı.
Otomobil henüz İstanbul sokaklarında popüler olmadan önce at arabaları da kişinin sosyal statüsü hakkında önemli bir yer işgal ettiği düşünülüyordu.
En lüks at arabaları alafrangalığın bir sembolü kabul ediliyordu.
Türk edebiyatının güçlü sesi Recaizade Mahmut Ekrem, “Araba Sevdası” isimli romanında Bihruz Bey isimli karakter üzerinden bu durumu karikatürize etmekteydi.
Bihruz Bey tüm varlığını lüks at arabaları ve hayat kadınları yolunda kaybetmiş bir müsrifti. Batılılaşmayı yanlış anlamış ve medenileşmeyi lüks at arabalarıyla eş değer tutmuştu.
Bu durum İstanbul sokaklarında zat’ülharekelerin yaygınlaşmasıyla da sürmüştü. Gerek romanlarda gerekse de sonrasında Yeşilçam’da ihtiyaç dışı araba sahibi olmak “Zübbelik” olarak işlenmiş ve kınanan bir durum olarak görülmüştü.
Benzini biten “Devrim”
27 Mayıs 1960 yılında emir komuta zincirinin dışında gerçekleşen askeri darbe, Demokrat Parti iktidarının sonunu getirmişti.
İktidara gelen cunta rejimi halk desteğini kazanabilmek için yüzde yüz yerli ve milli olacak bir otomobilin yapımına başladı.
Türkiye’nin en iyi mühendislerinden oluşan bir ekip 4,5 ay gibi bir sürede her şeyi ile yürüyen bir otomobil üretti.
Fakat açılış töreninde aracın benzininin bitmesi kısa süreli bir kaos oluşturdu.
Sonraları büyük araba firmaları çok ciddi lobi faaliyetleri ile yerli ve milli otomobil üretimini sekteye uğrattı.
Bu vesileyle yerli ve milli zat’ülhareke rüyamız sona ermiş oldu.
* Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish