Mustafa Orman ile "Ev Öldü Ben Ağaçları Seyrettim" üzerine söyleşi: "Yazarlık satın alınabilir metaya dönüştü…"

İlker Aslan, Independent Türkçe için, Mustafa Orman ile yeni öykü kitabı ve Türkiye'deki edebiyat iklimi, yayıncılık, öykücülük üzerine konuştu

Kolaj: Independent Türkçe

Mustafa Orman, yeni öykü kitabı "Ev Öldü Ben Ağaçları Seyrettim" ile kişisel yazın hayatında bir adım daha ilerledi.

Kitapta toplam 13 öykü var. Uzun öykülerin aralarını, bir bütünün parçalarıymış hissini veren çok kısa öykülerle bezemiş Orman.

Kitap tamamlandığında okurda sanki bir haritanın tamamını görmüş olma hissi oluşacağına eminim.

Bu yüzden benzer izlekler üzerinden hem bireysel olanın naifliğini hem de toplumsal olanın ağırlığını gösteriyor okura.

Çabuk tüketilebilir, okunup öylece geçilecek öykülerdense okurda nefes alma ihtiyacı doğuran, üzerinde düşünülmesi gereken metinlerle yapıyor bunu.

Bu vesileyle, Mustafa Orman'la hem kitap üzerine hem de Türkiye'deki edebiyat iklimi, yayıncılık, öykücülük üzerine konuştuk.

Söylediklerinde dikkate değer, altı kalın kalemle çizilmesi gereken noktalar var. Tabii ki görmek, anlamak, sorgulamak isteyenler için…
 

8.jpg
Mustafa Orman, Independent Türkçe için İlker Aslanîn sorularını yanıtladı

 

Mustafa, yeni öykü kitabın hayırlı olsun. Bir romandan sonra, yeniden öyküyle selamladın okuru. Bu, öyküden vazgeçmediğin anlamına geliyor. Pek çok öykü yazarı roman yazdıktan sonra bir daha öyküye dönemiyor veya dönmüyor. Tür olarak öykünün sendeki yeri nedir? Buradan başlayalım…

Teşekkür ederim İlker. Evet. Yalnızca okura selam olsun. Aslında öyküye dönmeyi düşünmüyordum. Ama insan böyle işte, çelişkinin kendisi, kendisinin çelişkisi. Marangozun tabut yapmasının, onu kapı, pencere ve masa yapmaktan mahrum bırakmaması gibi.

Öykünün bendeki yerine gelecek olursak, öykü bir portal, büyülerle kapanmış bir kapı gibi. Bizi daha inceliklerle örülmüş bir evrene, hassasiyetin, gündelik yaşamın ve insan ruhunun dip köşelerinin yavaşlayan titreyişlerine, duran ve seyreden bir dikkate götürüyor.

Öykünün ardında bize verildiği halde yaşamayı zaman zaman es geçtiğimiz bir yaşam var. İşte öykünün de bendeki yeri o yaşamı yakalama çabası. 
 

 

"Ev Öldü Ben Ağaçları Seyrettim" yine yer yer yoğun duygular içeren öykülerle dolu. Bu duyguları tetikleyen temel unsur ölüm. Önceki kitaplarında da bu temaya sıklıkla yer verdiğini biliyorum. Bu öykü kitabında seni yine benzer bir tematik anlatıma iten ne oldu?

2019 yılında birkaç kayıp birden yaşadım. Amcam, annem, intihar eden kuzenim ve Diyarbakır'da yanımda vurularak öldürülen bir adam. Hepsi bendeki ölüm duygusunu deşifre etti.

Korku değil, bir müddet sonra o duygunun hakikatiyle ve yaşamın güzelliğiyle karşılaştım.

Gömülürsünüz. Teniniz kireçli bir duvarı andırır, ağzınız hafif aralık, üstünüze toprak atılmıştır.

Geceleyin, bir odada birileri sizin anılarınızdan bahsederken, karnınız çoktan şişmiş ve birdenbire gürültüyle patlamıştır. Hiç kimse duymamıştır.

Üstünüzdeki toprak çatlamıştır, yarıklar oluşmuştur, mezar yerinden oynamıştır. O an çürümeye başlamışsınızdır yavaş yavaş. Orada öylece kalırsınız.

Bu, hayatın ne kadar kıymetli olduğunu; aynı zamanda boş olduğunu gösterir. Kibirden, hırstan, hasetten, kötülükten uzak tutar sizi.

Yas evinde kalabalıkta tek başınasınızdır, herkes evine çekildiğinde tek başınasınızdır.

Yaşadıklarınız, hissettikleriniz dilsizlikten başka hiçbir şey vermemiştir. Birileri konuşmuş, bir şeyler anlatmış istemsiz gülümsemişsinizdir, dünya başınıza yıkılmıştır sanırsınız, yıkılmamıştır, devam ediyordur.

Kardeşleriniz, akrabalarınız evlerine çekildiğinde, yas sürecinin bittiğini, kendi karanlığınızla, örtünmüş ruhunuzla baş başa kaldığınızı anlarsınız. Çünkü hiçbir şey bitmemiştir. Yeni başlamıştır.

Acı çekersiniz, ansızın gözlerinizden yaş düşer. Odada bir eşyasını görürsünüz, evden çıkıp gidersiniz, dışarıda yürüyüşü gözlerinizin önüne gelir.

Bahçeyi terk eder yollara düşersiniz. Bu sefer de yolda karşılaşırsınız. Gidecek yeriniz yoktur artık.

Gidecek yerim yoktu, hâlâ da gidecek bir yerim yok. Her şey kalbinize çakılmıştır. Annemin ölümüyle yaşadığım süreç böyle sürüyor.

Nereye gideceğimi bilmiyorum. Gidecek yer var mı? Kaçacağım, saklanacağım bir oyuk kaldı mı? Kalmadı.  

Ölüm süreçleri, yaslar ve kayıplar beni bir harita eşliğinde birkaç hikâyeye götürdü.

Her insanın acısı biriciktir. Seyyidhan Kömürcü'nün dediği gibi "Ölürüm dediğim yere ev yaptım." Ben de bu öyküleri yazdım. 


Kitap 2 bölümden oluşuyor. İlk bölümde kısa öyküler ve ara bölümler diyebileceğimiz çok daha kısa öyküler var. Sanki okur nefes alsın diye oluşturulmuş ve bir bütünün parçası gibi görünüyor bu çok kısalar. Bu bütünde de ölünün ardından tutulan bir ağıt var ve hiçbir zaman eskimeyecek anılar. İlk bölüm özelinde konuşursak, öyküleri bu şekilde dizmenin anlamı neydi senin için?

Şununla başlamak istiyorum: Okuru düşünerek yazmıyorum. Metinlerin bir matematiği olduğunu düşünüyorum.

Bu denklemi zihnimde dolaştırır, toplar ve çıkarırım. Her metnin de kendine özgü bir ilerleyişi olur.

Kısa öyküleri düşünmediğimizde hepsi birer saç örgüsü gibi birbirine geçerek son öyküde yerini buluyor.

Bir de örgülerin köküne dek inen yüzlerce kıldan bahsedebilirim, işte o kısalar da o saçları oluşturuyor. Ben ördüm, okur da okudukça örgüleri açacak diye düşünüyorum. 
 

 

"Lazkiye-Halep Yolunda Görmüş Olanın Yalnızlığı" başlıklı uzun öykünde belirgin bir coğrafya muhasebesi var. Sınırlar, geçişler, kimlikler… Toplama bakarsak da öyküler genel itibarıyla doğuda geçiyor. Coğrafyayı sık sık vurguluyorsun satır aralarında: Iğdır, Kars, Muş, Diyarbakır… Bunlar aslında senin öykü dünyana yabancı olmayan şehirler/kavramlar ama yaşadığın yerin bu anlamda öykü anlayışına daha yoğun etki ettiğini söyleyebilir miyiz? Daha geniş bakarsak senin metinlerinde coğrafyanın adeta bir karakter gibi baskın bir şekilde görünür olmasının sebepleri neler?

Öncelikle "Coğrafya kaderdir" gibi bir cümleyle başlamadığın için sana teşekkür ederim. Mevcut durumu görmezden gelen, anında sıradanlaştıran, tarihsel muhasebesini yapmayan bu cümle; insanın varlığını tehdit eden, düşünsel dünyasını kesip atan kolaycı bir tanım.

Kimlikler, sınırlar ezen-ezilen patolojisi sonrası ortaya çıkıyor. Coğrafyayı tarihten ve günümüz gelişmelerinden ayrı tutamayız.

Kürdistan benim için yalnızca bir coğrafya değildir. Walter Benjamin'in "Bir insanı ancak onu ümitsizce seven tanır" duygusunun bir tahakkümüdür.

Tarihin öznesi, ezilen halkın alt tabakasının dimağıyla konuşur.

Bir kayanın üstüne oturup sigara içerken dağı izleyen adam ile bir kürsüde ayakta konuşup alkış tufanına tutulan adam benim için aynı çizgide değildir.

Ben kayanın üstünde oturup dağı seyredenin tarafını tutuyorum.

Karakterlerimin konuşma biçimleri, dile gelme anları doğanın nostaljik fragmanları halinde ilerlemiyor. Doğanın kendisi insanın berraklığına ve kusurlarına yönelik bir araçtır.

Katil İsrail'in Filistin'e attığı bombaların içinde çiçek yetiştiren Filistinli kadını hatırlıyor musun?

Bu direniş biçimi, aynı zamanda sömürge halklarının doğaya ve coğrafyaya eğilişini de temsil eder.

Bu temsiliyet özelinde kâh coğrafya kâh bir ağaç kâh bir doğa benim en sadık karakterlerimdir.

İnsan karakterlerim ise kendi kusurları ölçüsünde yontulmuş, sessizlikle büyüyen birer karakterdir.

Anacıl, yaşamı savunan, yaşamın bereketiyle yoğrulan, dişil bir belleğin tanzimiyle varlığa direniyor metinlerim.

Coğrafya içindeki bireyler, kimlik tanımına uğramış olsa da evrenselde buluştuğu tek yer insani durumdur. Görünmez görünürlerdir. 
 

 

Biraz daha genel bir soruyla devam edelim. Ben bir okur olarak bugünün öyküsünde bir hikâye/kurgu sorunu olduğunu düşünüyorum zaman zaman. Çağdaşlarına baktığında sen öyküde ne görüyorsun? Çok fazla öykücü/öykü kitabı olmasına rağmen, bugünün öykü anlayışının geleceğe kalması noktasında fikirlerin neler?

Yazarlık satın alınabilir metaya dönüştü. Satın alınabilirlik ise dünya genelinde tüketim kültürüyle iç içe geçti.

Herhangi bir atölyeye gidip "full yazarlık" paketi satın alabilirsiniz. Yani atölye eğitmeni kendi yayınevinden o kitabı çıkarabilir ya da araya iktidardan bir bürokratı (bu işin şakası ve acı tarafı tabii ki) koyarak kitabı başka yayınevinden bastırabilir.

-Aaaa ne kadar da üstüne basa basa eleştirdiğimiz liyakat kavramına ters düşüyor.-

Ve bu kitaplar bize yeni bir şey icat edilmiş mantığıyla, liberal argümanlara büründürülmüş, popülist politik doğruculukla dayatılıyor.

Yeni olan her şeyi kabul etme zorunluluğu mu var, politik doğruculukla mı bir eseri beğenmeliyiz?

Hayır, bunu asla kabul etmiyorum. Ne yeni olanı kabul etmemekle eksilirsiniz ne de politik saiklerle dayatılanı bağrınıza basmamak sizi mevcut ideolojik tutumunuzdan koparır.

Yazarların yalnızca öykü ve roman okuyarak koyun güder gibi bir kitleyi güttüğü ortamda, kitle de yazarlara uymaya başladı.

Mitoloji, felsefe, sosyoloji vs. okumuyor; resimle, sinemayla ilgilenmiyor. İşte bu yazarların okur diye güttüğü kitle, 2-3 yıl sonra yazar diye ortaya çıkacak, çünkü onlar da o yazarlardan aldıkları mirasla adım atıyorlar bu dünyaya. Övdükleri yazarlarla birlikte geleceğe kalmadan yok olup gidecekler.

Türkiye'de hâkim yayıncılık kültürünü, sorunları derinleştiren ekonomi politiği birbirinden ayrı tutamayız.

Yayıncı, bir kitabın içeriğinden çok tüketilebilir yanıyla ilgileniyor. Bu da haliyle, kötü koşullarda çalışan editörleri, dizgicileri, kapak tasarımcılarını, çevirmenleri vs. günden güne sağlıklı olmayan koşullarda çalıştırarak tüketmeye endeksliyor.

Günden güne piyasaya yeni alanlar ekleniyor. Kitabın pazarlanabilir metaya dönüşmesi kaçınılmaz oluyor.

Öyle ki kitabınızın bir an pavyona düştüğüne dair bir hissiyat da yaşayabilirsiniz. Hepimiz bu gösteri çağının bir öznesiyiz. Gösterinin muğlaklaştırması, sizi sersemletip duyarsız bir aptal yapması da kaçınılmaz oluyor. 
 

 

Bela Tarr'ın "Torino Atı" filmindeki meşhur "Her şey satın alınarak değersizleştirildi" tiradından, günümüz beyaz adam medeniyetine küfredip beyaz adam medeniyetine göre yaşamanın divanıyla karşılaştığınızda tam da bizim topraklarımıza özgü bir durum, diyebiliyorsunuz artık.

"Her şey çürüdü" demenin temelinde bir nevi bunlar yatıyor. "Her şey çürüdü" diyen kişi, herkesi suçlu ilan eden kişi, nasıl oluyor da tüm bunlardan kendini muaf tutabilir.

Meydana çıkan taraflar, çöküntünün sebebi olarak birbirlerini gösterip masumiyet karinesine tutunuyor.

Hepiniz masumsanız nerede bu suçlular?

Mısırlı yazar İbrahim Sanullah, "Koku" adlı kısa romanında Mısır'daki yozlaşmayı, çürümeyi "koku" ile tarif ederek anlatıyordu.

Yani var olmayan adalet duygusunun yol açtıklarının kokuşmuşluğunu seriyordu.

Çürüme mevzusu zaten yanlış anlatılıyor bu ülkede. Hepimiz çürüdük, çürüyoruz yavaş yavaş. Bizim olana kem küm edip bizim olmayana kucak açarak çürütüyoruz.

Her şey çürür. Sen buradaki elma ağacını görmezden gelerek İtalya'daki elma ağacından elma koparıp buradaki ağacın dalına elmayı iliştirirsen ya elma oradan düşer ya da çürür.

Yazarların kendi beslenme alanları yok, kültürel kodları yok, utançları yok, insanlığın çıkmazları yok, doğa yok, tarihsel yüzleşmeler yok… Yok da yok. Say say bitmez.

Bunların dışında kalan her şey ise edebiyatın konusu olabilir, diyor gayri haşmetli edebiyat sultanlarımız, padişahlarımız.

"Edebi kurnazlık" kriziyle baş başa kaldık mı?

Amerikancı öykü furyası türedi, bireysel melankoliler, aile dramları, beyaz yakalı orta sınıf hezeyanları falan…  Hepsi de aynı biçim ve kalıpta yazılıyor.

Şimdiki zamanla ilerleyen periyodik yalnızlık buhranları, yalıtılmış öykü pıtırcıklarıyla idare edilen metinler.

Ulus Baker'in eleştirmenlere yönelik, içerik ve biçim terimi üzerine eleştirisi bu noktada mevzuyu derinleştiriyor.

"Yeni bir şey denemiş", "Dile özgünlük getirmiş", "Postmodern anlatım tekniklerini harikulade kullanmış" gibi ezberden maval okuyan, hiçbir dayanağı olmayan cümleler hastalığına piyasanın tutulduğu kesin.

Buraya intihal de gelir. İntihal mevzularını doğru yerden okumadığınız zaman, sinsiliğe odaklanan yazarın taraftar grubu "postmodern", "metinlerarasılık" gibi kavramları suiistimal ederek savunmaya geçiyor.

Günün sonunda hırsızlık da yazarın yanına kâr kalıyor. Bizi her şeyin fanatizmi mahvediyor.

Bizi, bizde tüketen bu damarı yok etmediğimiz müddetçe kırılgan masa insanlarından, liyakat sözcüğü pespayeliğinden, göt korkusunu vicdanın önüne koyanlardan, iktidara baka baka salyasını akıtanlardan da kurtulamayacağız.

Bu devletle ve mevcut iktidarla ilgili değil; herkesin farklı bir görüşür/düşüncesi var ama herkes aynı kodlarla hareket ediyor.

Bir insanlık sorunu var. Geçsin herkes "İslam rüyası"nı, "kardeşlik", "Tek yol devrim" nidalarını. Günün sonunda menfaatiniz ve hayatta kalma arzunuz her şeyin önüne geçer. İstediğinizi göğe çıkarabilir, istemediğinizi bataklığa itebilirsiniz.
 

 

Piyasaya, futbola, Allah'a, iktidara, kültür endüstrisine, edebi esere ve bir ağaca dahi şüpheyle bakarım.

Hiçbir şeye körü körüne bağlı değilim. Bakmak zorundayım, çünkü her şeyi, önce insan olarak kendi düşünce dünyamdan geçirmek zorundayım.

Sonra bir yazar olarak oturttuğum yerin ruhen ve düşünsel anlamda bana hitap etmesi gerekiyor.

Ben bir ürün satın alıyorum, vaktimi ona ayırıyorum. O zaman, o ürünü beğenmemek gibi bir hakkım da var.

Günümüz öyküsü, 2017'den sonra nicelik olarak artışa nitelik olarak da azalışa geçmiştir.

Orta sınıf zehirlenmesini politikada yaşadığımız gibi edebiyatta da yaşıyoruz. Orta sınıf, var olan mevcut tüm direniş pratiklerine ket vuran, yoksulu elinde tutmaya, zenginin gölgesine tapmaya çalışan iğrenç bir sınıf.

İşte bu sınıf şimdilerde de edebiyat dünyasında; kitabını bastır, sonra kendin satın al, eşe dosta 10'ar tane aldır, zorla kendini bir yerlere davet ettir, bir an önce 3-4 baskı yap, piyasayı sarhoş et, birkaç poz ver.

Oldun mu şimdi sen yazar? Oldun oldun. Haydi rastgele.

Öyle mütevazı yazar hallerine kimse aldanmasın, arka perdede yalnızca 2-3 kitapları satılabilsin diye birer canavara dönüşüyorlar. Kitap satsa ne olur satmasa ne olur! Benden ne eksilecek? Hiçbir şey.


Bir de "eleştiri yok" diye yaygara koparanlar var. Arkadaşlıktan, vasatlıktan şikâyet edenler var.

İşte bunlar, vasatı ilkin övenler; sonra da arkadaşlarını öne çıkaran kurnazlardır.

Eleştiri kurumunun çöküşü edebi eserlerin niteliğinin düşük olması sebebiyle doğru orantılı.

Ama tüm imkânlarıyla kitaplar üzerine düşünen ne nalına ne mıhına demeden kendince eleştiri yapan insanlar da anında itibarsızlaştırılıyor.

Yazarın herhangi bir itirazını göremiyoruz bu anlarda, taraftarlar sahneye çıkar ve kıyamet kopar. Sahnenin perdesi açılmadan kapanır.

Çünkü sistem, faşizmin söyleme mecburiyetini dayatırken yapmamayı da telkin eder. (Faşizmin en fenası bireyler arasında ve irili ufaklı iktidarlarda var.)

Birçok mecrada herkes birden editör oldu, yetmedi allı pullu inceleme yazıları yazmaya başladılar; edebiyat teorisinden uzak, tarihsel sapmaları bilmeyen, yazdığı eserin düşünsel yapısını bir yere oturtamayan yığınla yazı çıkıyor.

Birkaç yalaka da çıkıp bunların yazdıklarını yalandan övünce, bir an kendilerini Terry Eagleton, Nurdan Gürbilek sanıyorlar.

Zaten bu övgü yazıları, yazarı utandırmayıp sarhoş ediyorsa eleştiri de öldü demektir.

Hepimiz 2 bin, bilemedin 3 bin satıyoruz, bu kadar yaygara koparmanın, arka perdede oyunlar oynamanın, hakikatten kopmanın ne anlamı var?

Her şeyi topladığımızda, günümüz öykücülüğüyle sefil durumumuz budur. 

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Fikrin yokluğu, hikâyenin yoksunluğunu da açığa çıkarıyor.

"Doğu" diye tabir edilen toplumlarda; Araplarda, Kürtlerde, Farslarda, Pakistanlılarda, Azerilerde, Ermenilerde, Ezidilerde vs. hikâye bitmiyor.

Çünkü henüz çoğunu keşfetme zahmetinde bulunmuyor kimse.

"Doğu"da, "hikâye öldü" gibi kesin yargılarla "Batı"ya yaranmaya çalışan tüccar aydınların birer uydurması.

Kars'taki, Artvin'deki, Rize'deki, Van'daki, Iğdır'daki herhangi bir köy insanı; insanın ruhunu, sosyolojiyi bu aydın takımından daha iyi biliyor.

Köylü insanında yaşam deneyimi var, aydında ise teoriyi yalayıp yutmak, hayatı kavramlara boğarak gevezelik etmekten öteye gitmeyen bir hâl var.

Ve yanına kibir ve egoyu da eklersek, tepeden bakıp aşağı yuvarlanma korkusunu görebiliriz aydında.

Köylüde böyle bir kibir, ego, korku yok. Çünkü düşme derdi yok.

Hikâyenin yoksunluğunu, aydın ile köylü insanı arasındaki ince çizgide duran deneyim yokluğu, kavram sosuyla açıklayabilirim.

Elbette yaşantı gerekmez yazmak için fakat edebiyat gücünü gerçeklerden alır.

Chul Han'ın "Anlatının Krizi" kitabında bahsettiği çöküş burada başlıyor. Ateşin etrafında birbirine hikâye anlatan insanlar görünmez kılındı, bir yerden başka bir yere giden yolcu gittiği yerlerdeki insanlarla konuşamaz oldu; her şey fotoğraf ve video yığınına büründü.

24 saatte beğeni yağmuruna tutulan, unutulan anların güdüklüğü; aç bitir, sonra kaldır edebiyatı ne yazık ki metinlere işlenmiş durumda.

Okuduğuna dair ne zihninde bir şey kalıyor ne de geleceğe taşıyacağın anlamlı bir şey bulabiliyorsun.

Hikâye bitmedi ama yaşam deneyimi öldü.
 

 

Son soruyu da ödüllere ayıralım. Önceki kitaplarınla çeşitli ödüller aldın. Ödül almak senin yazın hayatını nasıl etkiledi? Ödüllerin olumlu ya da olumsuz etkisinden söz etmek mümkün mü? Kendi özelinde veya genel çerçevede düşünebilirsin bu soruyu…

Sistem size herkesle iyi geçinme yollarını dayatıyor. Kimseyle iyi geçinmek zorunda değilim. Uyumlu olmak gibi bir görevim de yok.

Masalarınız, muhabbetleriniz, dedikodularınız sizin olsun, der geçerim.

İnsanlara anlamlar, imgeler yükleyip sonra o imgelerin, anlamların altında kaldıkları zaman, anlam yükledikleri insana kızıyorlar.

Kimse peygamber değil, herkes dönüp kendine kızsın. Allah değilim haşa, bağışlayıcı olayım. Kusurları olan bir insanım.

Kusurlarımı seviyorum. İnsanları da seviyorum ama insan olanı. Yeri geliyor, -ki bu gerçekten var- kendi evinizde bile yok sayılıyorsunuz, görmezden geliniyorsunuz.

Sanıyorlar ki farkında değiliz, ama her şeyi noktasına dek hissediyoruz.

Yenemediğini sessizce öldürmek bu toprakların mayası.

Aykırıyı dışla, sevme, yalnızlaştır. Ama durup iki dakika kalplerine ve vicdanlarına eğilseler, belki güzel şeyleri düşünürlerse hayatları da güzel olur.

Efendisine yaranmak isteyen bir kalabalık da var, kurumlarda orada burada konforlu yerden konuşanlar; Fanon'un "Sömürgecisine itiraz edemeyen hep kardeşine düşman kesilir ve gücünü ona göstermeye çalışır" dediği yerden parmak sallayan, herkese şirin görünen, ezilen patolojisi içinde incelenmeye değer, küçük diktatörcükler.

Sömürge memurlarının her gün binlerce insanı, ruhen ve bedenen sömürdüğü, cezaevlerinde siyasi tutsakların işkenceden geçtiği, yine cezaevlerinde çocuklara yapılan insanlık dışı muamelelerin olduğu bir yerde konuşamayanlar, zayıf görüneni yok etmeye çalışırlar.

Genelde kardeşlerini vurmayı seçerler. Politik zeminde kendilerini temiz gösterme kurnazlığına bürünmesinler.

Özel alan ile kamusal alan arasındaki çizginin ayırdına varmayıp başkalarının özel alanını koruma gayemi görmezden geliyorlar.

Sessizliği seçiyorum ama şunu da unutmasınlar: Kaybedecek hiçbir şeyi olmayan insandan korksunlar.

Çünkü kaybedecek hiçbir şeyim kalmadı. Kitaplarım ve fotoğraf makinem dışında hiçbir şeyim yok.

Ne mal ne de mülk, hiçbir şey umurumda değil, yalnızca ve yalnızca üretmek istiyorum.

Özel alanı kamusal alana yığarsam ortada insan kalmaz. Hiçbir şey göründüğü ya da gösterildiği, söylendiği gibi değil.

Bir kuduran kalabalıktan, iki alkışlayan kalabalıktan, üç sinsi ve sesi çıkmayan kalabalıktan korkarım ben.

Bu kişiler genellikle ürettiklerim yayınlanınca ortaya çıkıyorlar. Sinsilikle köşelerinde bekliyorlar.

Tüm bunları düşününce, işte üstü örtülen hakkımın üzerindeki örtüyü ödül kaldırdı.

Hakkımın parıltısıyla yan yana görünmek, güç verdi bana.

Thomas Bernhard'ın dediği gibi "Yılgınım ama sağım."

Keşke ödül almadan kitapların kıymeti bilinse.

Geçen ay bir söyleşide de söylemiştim:

İnsanlar ölünce, kitaplar ödül alınca kıymete biniyor.


Yazı serüvenim, ödülle birlikte daha büyük bir sorumluluğa evrildi.

Bu sorumlulukla disiplinli bir çalışmaya eğildim. Çünkü her kitabın üstüne nitelik olarak çıkmak zorundayım. 

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU