Taneler...

Hakan Gülseven Independent Türkçe için yazdı

Efendim, bugün Yılmaz Erdoğan'ın "tanelerini" inceleyeceğiz kısaca.

Malum "İnci Taneleridizisini...
 


Lakin müsaadenizle bir ön not düşerek konuya girmek isterim...

Eskiden, Radikal gazetesi zamanında, "popüler kültür'" yazıları yazardım.

Popüler kültürü takip etmeyi eğlenceli bulur, toplumu anlamada hayli faydalı bir meşgale olarak görürdüm.

Medyadaki yazı maceram da böyle başladı zaten. O zaman yaptığım işe, Aydın Doğan medyasının sınırlarını zorlayarak, biraz da mizah zırhına sarılıp, popüler olan üzerinden toplumsal eleştiri çabası da denebilir...

Derken, AKP'li yıllar boyunca toplumsal alandaki yozlaşma öyle bir boyut aldı ki, popüler kültürümüz de kısmen eğlenceli, komik falan olmaktan iyice çıktı, kendisine uzaktan bakana bile eziyet veren bir bayağılık yumağı haline geldi.

Hiç kuşkusuz bunda büyük medyanın iktidar tarafından zimmete geçirilmesinin ve son ahlak kırıntılarının da ortadan kalkmasının rolü büyük.

Düşünsenize, misal, Yıldırım Demirören'in sahibi olduğu ekranlarda Hakan Ural erdem nutukları atıyor! Standart buralara gerilemiş!

Yani uzun lafın kısası, bu türden bir sürü rezilliğe katlanamadığım için çok uzun zamandır 'popüler kültür' alanından uzak duruyordum.

Bırakın magazini, yeni popüler programları, dizileri falan da hiç merak etmedim; ahbaplarımın rol aldığı dizileri bile izlemedim.

Ne var ki, Yılmaz Erdoğan'ın taneleri herkes gibi benim de gözüme gözüme girdi.

Önce Erdoğan'ın şahsen hiç sevmediğim manzumeleriyle merhum eşinin 'fail'i olduğunu anlatan tanıtım filmi kadınlardan tepki gördü, kendi adıma direndim, popüler kültür alanına bulaşmamak için ilgilenmedim.

Sonra pavyonda Ankara havasıyla oynayan kadın figürü patladı, hepimizin önüne düştü, hatta pavyon tartışması başlattı...

Öyle ki, dans okullarında pavyon tarzı Ankara havası kursları açılıyor, dizideki kadın karakterin giydiği elbise yok satmaya başlıyor, pavyonlarda işler açılıyor, adisyonlara zam geliyordu!

Ve nihayet, bir sürü kadının, dizinin havasına kapılıp pavyonlarda çalışmak için iş başvurusu yaptığını anlatan haberlere rastladım.

Anlayacağınız, eşeğin kulağına su kaçmıştı!..

Böylelikle perhizi bozdum, oturdum, dizinin ilk üç bölümünü izledim...
Bir kere "Yılmaz Erdoğan'ın senaryosu" diye takdim edilen senaryo tabii ki arak!

Bu amiyane tabiri hoş görünüz lütfen ama durumu izah edecek başka bir ifade yok.

Yılmaz Güney'in 'Baba' ve 'Arkadaş' filmleri ile Suat Derviş'in hepimizin bildiği 'Fosforlu Cevriye'sinin melezlenmesi sonucunda, tuhaf bir hikaye çıkmış ortaya. Yani özgün bir içerik yok.

Hatta soyadı Erdoğan olan Yılmaz, soyadı Güney olan Yılmaz'ın 'Arkadaş' filmindeki Âzem'in ismini de 'esinleniyor'.

Dizideki Âzem büyük burjuva bir hanıma insaniyet tiradları diziyor. Katlanılmaz taneler...

İnsan en azından, kibar tabiriyle, 'esinlendiği' eserleri belirtir de izleyenler de konuyu bu şekilde takdir eder.

Yok...

Neyse, dizinin konusu kısaca şöyle:

Âzem'in eşi merhum Hande Hanım öldürülmüş, eşine aşık bir edebiyat öğretmeni olan Âzem Bey ise cinayeti işlemediği halde, bilinmeyen bir sebeple suçu üstlenmiş, yatacağını yatmış, hapisten çıkmış, tıpkı 'Baba' filminde olduğu gibi ufak yaşta esirgeme kurumuna verilen çocuklarının peşine düşmüştür.

Bir parantez açayım mı? Açayım...

Bu 'Baba' filmi hakikaten çok etkileyici bir filmdir. İzlediğimde içim parçalandı, daha da bakamadım.

'Baba' filmini İbrahim Tatlıses kendi meşrebince yeniden çekmişti.

Şimdi de Yılmaz Erdoğan, iyi tabiriyle, 'esinleniyor'.

İktidara ve tabii 12 Eylül diktatörlüğüne hiç boyun eğmemiş Yılmaz Güney'e bir biçimde öykünen kimselerin her iktidara, özel olarak da AKP iktidarına yaltaklanan kimseler olması ne yaman bir çelişki, değil mi?

Kapadım parantezi...

Neyse, hapisten çıkan Âzem Hoca otelde kalıyor tabii. Yıllarını pavyonda geçirmiş Dilber'le yolları da o otelde kesişiyor; pavyonda sadece dans eden, asla ve kat'a konsomatrislik yapmayan genç Dilber aniden bu gizemli ve yaşlı edebiyat öğretmenine aşık oluyor; hemen akabinde yatağa giriyorlar ve öğreniyoruz ki bu durum Dilber için tam bir istisna. Çünkü toplum standartlarına göre 'namuslu' tabir edebileceğimiz bir pavyon çalışanı kendisi.

Böylelikle ilginç bir ilişki başlıyor...

Bir de bakıyoruz, gündüzleri büyük burjuva bir ailenin sorunlu kızına ders verirken onu ıslah da eden ve haliyle kızın bekar annesinin gönlünü fetheden Âzem, geceleri genç sevgilisini pavyona götürüp getiren bir çeşit 'menajer'e dönüşmüş!

Tabii bu 'menajerlik' makamı farklı sıfatlarla da anılır ama burada o konulara hiç girmeyelim.

Neyse işte, bu işlere bulaştığın zaman ister istemez belanın içine düşersin.

Bizim Âzem Hoca da Dilber'e musallat olan belalı adamlarla dövüşmek zorunda kalıyor falan...

Epey hapis yatmış, hapishanede bir sürü 'racon insanı'yla tanışmış, üstelik sevilen biri olmuş Âzem Bey'i, belalı adamlardan koruyan kişi ise emniyet müdür yardımcılığına yükselen eski bir öğrencisi. Çocuklarını da o arıyor Âzem namına.

İşte Yılmaz Erdoğan'ın taneleri 'Baba'dan burada farklılaşıyor.

Yılmaz Güney'in 'Baba' figürü hapishanede çok sevilmiş bir gariban.

Çocuklarına kavuşsun diye uğraşanlar, onu kollayanlar hep hapishane arkadaşları.

Hatta biri diyor ki;

Biz ekmeğimizin kabadayısıyız, sense çocuklarının kabadayısı...


El ele veriyorlar, 'Baba'nın çocukları ve intikamı için...

Yılmaz Erdoğan ise devletimizden yardım alıyor. İlk üç bölümde buluştuğu, dertleştiği, helalleştiği tek bir hapishane arkadaşı olmadı. Çok tuhaf...

Gidiyor, belalı tipleri polise ispiyonluyor. Bu kadar basit!

Ve emniyet kuvvetlerimizin işi gücü yok, Âzem Bey'in pavyoncu alemindeki hamisi haline geliyorlar! Ekipler seferber oluyor falan.

Aslına bakarsanız bu tür operasyonlarda hep suçlu polislere de rastlarız ama dizide öyle tatsız manzaralar yok tabii.

Polisler gayet nizami, görev aşkıyla yaşıyorlar, Âzem'i kolluyorlar...

Belki ileriki bölümlerde Âzem Bey'in birkaç hapishane arkadaşını da tanırız, bilemiyorum.

Lakin şimdilik kendi işini göremeyen bir şikayetçiden ibaret...

Üzüldüm açıkçası. Zira senaryo başlı başına bir karakter erozyonuna işaret ediyor.

Öte yandan, şunu vurgulayayım: Dizideki gibi pavyon, dizideki gibi dansçı da yok gerçek hayatta.

İşin bu kısmı fazlasıyla konuşuldu zaten. Konuyu hemen bir pavyon güzellemesine çeviren milletimiz, tabii milletimiz içinden tuzu kuru olanları, kıtalar halinde pavyon yollarını tutarak keriz hesabı ödemenin ne demek olduğunu idrak etti etmesine de, pavyonlar da dizi izleyicileri nezdinde sevimlileşti, tabiri caizse.

Pavyonlara hapsedilmiş, çok az istisna dışında köle haline getirilmiş, uyuşturucu müptelasına dönmüş binlerce kadın var, birinci sınıfından merdiven altına kadar çeşitlenen izbeliklerde; şiddetin, aşağılanmanın her türlüsünü tecrübe ederek çalıştırılıyorlar...

Pavyonlara tıkılmış kadınlar dizideki gibi semiz, sıhhatli, neşeli tipler değil.

Kadınlar sağlıksız, çoğu fuhşa zorlanıyor, yaptıkları iş onları fiziksel olarak ve manen göçertiyor.

Siz bakmayın fuhşu 'seks işçiliği' diye normalleştirmeye çalışanlara, bu iş bildiğiniz manada insaniyeti yok ediyor.

Ve alemde öyle adamlar var ki, Yılmaz Erdoğan'ın tanelerindeki tipler onların yanında hakikaten masum kalır.

Kadın katili Ümitcan Uygun'u hatırlayın, yeter...

Anlayacağınız, neticede Yılmaz Erdoğan Yılmaz Güney'in kült iki filminden ve Fosforlu Cevriye'den tutması garanti bir hikaye melezleyerek, etliye sütlüye dokunmadan, devletimize ve emniyetimize el sallayarak bir dizi çekmiş.

Bence dizinin en matrak tarafı, Yılmaz Erdoğan'ın kendisinden çekici bir jön yaratma kararı olmuş.

Öyle ki, gören hanımlar anında ve komple vuruluyor kendisine!

Yahşi cazibe!

Vallahi başka ne diyeyim, sanki tek bir şey eksik dizide; Yılmaz Bey Tayyip Erdoğan'ın Yenikapı mitinglerinde birlikte çekirdek çitlediği Yavuz Bingöl'ü de monte etse senaryoya, bence hikaye daha enteresan bir karakter kazanacak gibi...

Olur mu? Neden olmasın?

Benden bu kadar. Dizinin gerisini izleyecek olanlara da hayırlı seyirler diliyorum...

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU