Kosova meselesi "yine, yeniden vaktini bekleyen bir savaş" olmaktan çıkarılabilir mi?
Tarihin yükü, uluslararası satranç tahtası ve bölgeye içkin dinamikler gerçekçi çözümlere ket vuruyor.
Türkiye'deki katı ulusalcıların, bilumum sosyalistlerin ve kolaycılığa kaçan bazı muhafazakâr ve neo-milliyetçi aydınların her fırsatta belirttikleri "duyarlılığın" aksine, Yugoslavya'nın dağılması iyi bir şeydi.
Geç bile kalmıştı.
Çekirdeğini en başından itibaren Büyük-Sırpçılığın teşkil ettiği, "şoven" karakteri haiz ve Arnavut'u, Boşnak'ı ve Türk'üyle milyonlarca insanı cendereden geçiren bu yapının infilâkı ancak memnuniyetle karşılanabilir.
Ancak gerçek şu ki, Batı'daki müesses nizam da -bizdeki aykırı örneklere benzer ancak tersinden bir şekilde- Yugoslavya'nın yasını tutamadı.
Dahası, bu kadavranın yeniden canlandırılması için Frankensteinyen deneyselliklere meyletti.
Dayton Antlaşması (Bosna Hersek Cumhuriyeti) ile Ahtisaari Planı (Kosova Cumhuriyeti) -Kuzey Makedonya'nın kendisinden bahsetmiyorum bile- bu zâviyeden ele alınabilir.
"Büyük" Yugoslavya buharlaştı buharlaşmasına ancak meydana gelen bu "boşluğa" nispetle teklif edilen cevap, "mini-Yugoslavya'larla ikâme" oldu.
"Çok-etniklilik" ilkesinin bu defa yepyeni(!) bir zoraki çehreyle, liberalizmin kurumsal mühendisliğiyle işletilebileceği yanılsamasının 21'inci yüzyılda tetiklediği somut aksaklıklara her gün bir yenisi ekleniyor.
Oysa Batı Balkanlar'ın diğer coğrafyalardan bir (belki de en cüsseli) farkı, bünyesindeki "etnik" faktörün daima ehemmiyet ve katiyet ihtiva etmesidir.
Başka bir deyişle, bu bölgede etnik faktöre yaslanmayan hiçbir statüko son tahlilde kalıcı bir vasfa bürünemeyecektir.
Şüphesiz ki Batı Balkanlar'da "etnisite" belirleyicidir ancak kâfi değildir. Etnik aidiyet etrafında örülen siyasal kimliğin de bir rolü var.
Bu rol fevkalâde istikâmet çizicidir zira akabinde inşa edilecek "ulusal ülkü" tasavvuru da bilfiil buradan hareketle şekillenecektir.
Şovenizme dökülen, mutaassıp, zorba ve maksimalist (bu anlamda "ütopik" de denilebilir) bir siyasal etnik kimlik örgüsü, varlığını dışarıya doğru sürekli bir saldırganlıkla beslemeye mecbur bırakılır.
Nitekim Büyük-Sırpçılığın, Sırp şovenizminin çıkmazı işte tam bu noktada düğümlenir.
Mistik hezeyanlarla süslü kadim Sırp anlatısı, 1990'lar süresince gaddarlığın en yüksek zirvelerinde gezinmiş ve bugün artık herkesin malumu olan soykırımcı eylemleri köpürtmüştür.
Arnavut'la, Boşnak'la, Hırvat'la, Karadağ'lıyla kavgalı, hatta çoğu zaman kanlı-bıçaklı bu yayılmacı-saldırgan profil, bugün İçişleri eski Bakanı Aleksandar Vulin'in "Sırp Dünyası" tâbirinde tam mânâ karşılığını buluyor.
Arnavutlara gelince…
Sırp şovenizminin aksine, Arnavut ulusal ülküsü hep "savunmacı" niteliklerle donanmış, "savunmada" kalmış ve "savunma-merkezli" davranmıştır.
Aslında "varlığını dayatmak" ile "varlığını muhafaza etmek" zıt kutupları arasındaki uçurum burada billurlaşıyor.
Böyle olmasına ve böyle olduğu bilinmesine rağmen, Batı, Arnavutlara karşı hep Sırpları kayırmıştır.
Bugün dahi Avrupa Birliği (AB) ve Amerika Birleşik Devletleri (ABD) -Ukrayna'daki Rus işgâlinden istifadeyle- Sırbistan'ı Rusya'nın güdümünden koparmak için bu ülkeye sayısız taviz vermekte, işlediği açık suçlara da göz yummaktadır mesela.
"Arnavut diye bir ulus yoktur" ihtarını çeken 1878 Berlin Kongresi'nden doğal Arnavutluk'un hunharca kesilip biçildiği 1913 Londra Konferansı'na ve günümüze değin tarihin muhtelif "ân"larında Arnavutlar aleyhine kesintisizce dönen bir çark…
Öyle ki, 1913'te hakkaniyetli/akıllı bir tavır sergilenseydi yahut 1998-1999 Kosova Savaşı'nda UÇK'nın (Kosova Kurtuluş Ordusu) aslî zuhur misyonunu -ki bu bağımsız bir Kosova devletinin kurulması değil, toplam nüfusunun yüzde 90'ından fazlasını Arnavutların teşkil ettiği Kosova topraklarının özgürleştirilerek Arnavutluk'a katılmasıydı- icra etmesine imkân tanınsaydı, Arnavutların ulusal ülküsünün "ülküleşmesine" dahi gerek olmayabilirdi.
Elbette burada Arnavutların kendi iç ideolojik hizipleşmelerinden kaynaklanmış dağınıklık hâli de dikkate değerdir.
Özellikle Arnavut havzasının değişik bölgelerine hükmederken, 1943'teki "Mukje Uzlaşısı" dâhilinde Enver Hoxha'ya bağlı komünistlerin Tito'yu "kırmamak" saflığıyla Mithat Frashëri liderliğindeki milliyetçilerle bir araya gelmeyi reddetmeleri müthiş bir kırılmadır ve ulusal maliyetleri korkunçtur.
İlginçtir ki, Arnavutlar bugün de benzer bir çatallaşmaya muhataplar. Tiran ile Priştine arasında, daha doğrusu Arnavutluk Başbakanı Edi Rama ile Kosova Başbakanı Albin Kurti arasında ciddi bir politik-metodolojik ayrılıklar demeti mevcut.
Şahsen ikisinin de uzun vadede amaçlarının aynı olduğuna, Kosova'nın Arnavutluk'a bağlanmasını istediklerine kâniyim.
Burada bir ihtilaf yok. Fakat amaca hizmet etmesi beklenen araçların tercihi ve seferberliği hususunda işler karmaşıklaşıyor.
"Ulusun babası" lakaplı Edi Rama pragmatist, tecrübeli, soğukkanlı ve diplomatik iletişim teknikleri noktasında çok mahir bir devlet adamı.
Rama Arnavutların siyasal birliğini aceleye getirmek ve milliyetçi söylevle Batılıları ürkütmek istemiyor.
Sırbistan'la yapıcı diyalogdan ve ortak çözümlerden yana tutum alıyor.
Batı Balkan ülkeleri, aralarında ekonomik entegrasyonu sağlar ve AB'ye tam üye olabilirlerse eğer, sınırların kalktığı böylesi bir ortamda "doğal Arnavutluk"un demografik, kültürel ve ekonomik planlarda "kendiliğinden" vücuda geleceğini düşünüyor.
Albin Kurti ise Rama'ya göre çok daha idealist bir figür. Propagandaya hâkimiyeti çok güçlü ve Parti aygıtını ("Vetëvendosje" – Kendi Kaderini Tayin) Kosova'yı aşkın bütün Arnavut coğrafyasında kullanmak üzere yapılandırıyor.
Kosova'nın mevcut toprak bütünlüğünü korumak ve "devlet egemenliğini" kökleştirmek için yoğun çaba harcıyor. Sırbistan'a hiçbir koşul altında ödün verilmemesi gerektiğini savunuyor.
"Arnavutların siyasal birliği" hususunda ise son dönemde daha ketum olsa da hâlâ atılgan.
Hiç kuşkusuz, Rama ile Kurti arasındaki bu ayrışmalar adeta bir "Tiran-Priştine rekabeti" algısının filizlenmesine sebep oluyor ki, bu durum uluslararası düzlemde "Arnavutlar arasında kakofoni var" çıkarımlarını kaşıyor.
Hâl böyle olunca, "ulusal ülkü" kavrayışını -istemeden de olsa- ilk elden zayıflatıyor.
Doğrusu, Priştine'nin Tiran'a "rakip çıkması"na yarayacak maddî koşullar yok.
Tiran'ın tüm Arnavutlar üzerindeki otoritesi -Anayasasının 8'inci maddesinin de çok net olarak ilân ettiği gibi (bkz. "Arnavutluk Cumhuriyeti kendi sınırları dışında yaşayan Arnavutların ulusal haklarını tanır ve korur")- "ulusal"dır ve bu anlamda "eş" kabul etmediği/etmeyeceği aşikâr.
Tiran'ın, Kosova'yı "kendinin" olarak değerlendirmesi hasebiyle, Kosova'nın ayrıca devletleşmesi, kurumsallaşması ve kendine has bir egemenlik tesis etmesi gibi olgulara da ihtiyatla yaklaştığı bir veridir.
Yapay bir "Kosovacılık" kimliğinin palazlandırılması göze alabileceği bir risk değil.
Arnavut âleminin siyâseti tek merkezden, Tiran'dan sevk ve idare edilir – evet. Ancak Tiran'ın yıllar içinde "diplomatik dengeler/hassasiyetler/usuller" uğruna "ulusal ülkü semboliği" sahasını boşlaması ve Kurti'nin bu eksendeki iradeciliği (Sırbistan'a bağlı Preşeva Vadisi'ndeki Arnavutların haklarını gözetmesi, Kuzey Makedonya'da siyasal mücadele dinamiklerine müdahil oluşu vb.) bazı taşları yerinden oynattı.
Kendi payıma AB'nin genişleme perspektifinin sonlandığına ve Batı Balkanlar'ı kapsamadığına, kapsamayacağına inanıyorum. "Open Balkan" gibi kimi alternatifler ise en baştan ölü doğdu.
Rusya-Ukrayna savaşı sebebiyle şimdilik herkes sabırla bekliyor. ABD "denge" oyununu oynarken, AB klasik alışkanlığıyla bölgede süslü cümlelere sarılı hiçliği temsil ediyor.
Keza Rusya Sırbistan'a "pazu gücü" verirken, Çin yatırım yağdırıyor. Kosova'ya en büyük destek ise -farklı saiklerle olsa da - Türkiye Cumhuriyeti ile Birleşik Krallık'tan geliyor.
"Sabırlı bekleyiş"le perdelense de açıkçası Sırp nüfusun yoğun yaşadığı, zengin doğal kaynaklarıyla ünlü Kosova'nın kuzeyi ve Arnavut nüfusun baskın olduğu Preşeva Vadisi hâlihazırda ciddi bir gerilim hattı.
Ve bu manzaranın ilânihâye sür(dürüle)meyeceği kesin.
"Kim ne yapar, nerede durur?" vb. sorgulamalarının ötesinde, Arnavutların tıpkı bundan 81 yıl evvel Mukje kasabasında olduğu gibi bugün de tarihin mühim bir kavşağında durduklarının bilincine varmaları elzem.
Velhâsıl, Arnavutların en büyük sınavı ulusal ülkünün monoblok bir pratiğe evrilmesidir.
Gerçekleşirse yakında çok şey kazanılır. Gerçekleşmezse ileride çok hayıflanılır.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish