İnsanın yurdu neresidir; nerede ola ki gönlünce yurtlanabilsin?
Dilce anlaşabileceği, huzur içinde söyleşebileceği bir yerde değil mi?
İnsanlığımızın belirdiği zemin, dilimizin de döndüğü yerdir. Dilin çığırından çıktığı veya istila edildiği yerde artık bir yurttan söz etmek ne mümkün!
Türkiye Doğu ile Batı arasında sıkışmış bir ülke. Bu "arada"lık bir imkâna da çevrilebilir elbette.
"Arada kalmışlık"tan "arada olma"ya doğru seyreden bir anlam genişlemesi, Batı ile Doğu arasında bir iletişim ve ilişki ağına da dönüşebilir.
Oysa verili durumda dindar kesimlerin yüzü Doğu'ya dönük iken (hâlbuki Allah'ın veçhi ne Doğu'da ne de Batı'dadır ya da her ikisindedir), çağdaşlık iddiasında olan kesimlerin yüzleri ise Batı'ya dönük.
Bu durum ise ister istemez bu yönlü etkilenmelere, dahası özentilere yol açmakta. Oysa itidalli bir anlayış bu imkânlardan dengeli bir biçimde yararlanabilmeli.
Elbette ki farklı dillerle temas kurulabilir, onlardan kelimeler alınabilir ama bunlar teknik ya da dekoratif terimler olarak dili süsleyebilir ya da zenginleştirebilir ama üretkenleştiremez.
Dolayısıyla da bunlarla bilim ya da felsefe yapılamaz; yani düşünülemez.
Zira düşünsel faaliyetlerimiz ya da dilin üretken bir biçimde kullanılabilmesi, kök terimler ve kavramlar üzerinden yürütülebilir. Bu ise ancak o dilde yurtlanmakla mümkün.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Teklif Dergisi, sanki bunun farkında değilmiş gibi, bize hâlâ "tekevvün, temeddün, tedeyyün, tefessüh, teellüh…" gibi kavramlar üzerinden düşünmemizi teklif etmekte.
Ama bunların hiçbirinin kökleri dilimizde olmadığı için bu kelimelerin çekimli hallerini bilmemiz ve bunları dilin olağan şartları içerisinde üretkenleştirebilmemiz mümkün değil.
Sözgelimi "tefekkür"ü tekil bir kelime olarak kullanabiliriz ama bunun üzerinden düşünce üretemeyiz.
Oysa düşünme kelimesini, kelimenin birçok kullanımını ve çekimli hallerini bilebileceğimiz için, kelimeyi daha da üretebilir veya işlekleştirebiliriz.
O nedenle dili öte dillerin etkisi altındaki bir zorlamaya, sözüm ona zenginleştirmeye gerek ve imkân yoktur. Bu bir etkilenme, süsleme, gösteriş, ideolojik göstergedir; daha ötesi değil.
Osmanlılar, kuruluşlarında Türkçeyi resmi dil olarak kabul etseler de, bilim ve felsefeyi doğrudan Arapça üzerinden yürüttüler.
Zira imparatorluğun kurulduğu dönemde ilim dili Arapçaydı. Biraz zahmetle ilim dilini de Türkçeleştirebilirlerdi ama bu tür bir cesarete, dahası anlayışa sahip değillerdi.
Bu ise tıpkı Avrupa'daki Latincenin işlevi gibi, din, felsefe ve bilim için sadece ilmiye sınıfıyla sınırlı ve toplumdan soyut bir alan açmakla, açabilmekle sonuçlandı.
Sonuç olarak ise bilim ve felsefe topluma yayılamadı ve bu durum halkın cehaletine yol açtı. Sadece bununla da kalmadı.
Tüm bu açmazları ağır bedeller ödeyerek aşan Avrupa karşısında Osmanlı sadece coğrafi olarak değil, ilim ve düşünce olarak da haritadan silindi.
Gelgelelim geriye kalanlar da bu durumdan hiçbir ders çıkarmamışlar gibi benzeri bir tavrı sürdürmeye devam etmekteler.
Kendi ezberlerini yegâne doğruluk belleyenler, kendilerinin değil de hep karşılarındakilerin değişmesini bekledikleri için, her geçen gün kan kaybettiklerinin de farkına varmıyorlar.
Aynı ağdalı, süslemeli (dekoratif, beliğ) üslupla yazıp konuşmayı sürdürmekteler.
Gerçi seçkinci bir bakış açısı bunda bir sakınca görmez. Bilim, felsefe ve sanatın doğası itibariyle soyut ve elit uğraşlar olduğunu iddia eder ama hakikat bu değildir.
Bunun en açık örneği ise gelip tıkandığımız çıkmazla ortaya çıkmıştır. Şayet bir kültür sorunundan söz edilmekteyse bu, temelde dille ilgili tutumların kendi halkını madunlaştıran ayrıksılığıyla ilgilidir.
Dili, hem de halka hitap eden bir dergide bu kadar zorlamak, sonuçta seçkinci bir tavırda ısrar olarak, söylenenlerin neden anlaşılamadığının, neden yaygınlaşamadığının ve toplum tarafından benimsenemediğinin de cevabıdır ve bu tutumda ısrarın akli bir karşılığı da yoktur.
Halkın kullandığı dille bilim ve felsefe yapılamayacağı, hatta şiir yazılamayacağı, Latinceyi kutsal dil statüsüne çıkaran bir Ortaçağ fantezisiydi.
Ki, benzeri bir süreç Arapçayı kutsal, Farsçayı estetik bir dil olarak kabullenen Osmanlı uleması ve üdebası tarafından da tekrarlandı ve her iki iddia da denenerek yanlışlandı.
Oysa Hıristiyanlığın kaynakları Latince değil, Aramiceydi. İslam tarihinde ise bazı istisnalar dışında hiçbir zaman Arapçanın kutsallığına dair bir iddia ileri sürülmedi.
Bu, daha çok ilmiye sınıfının seçkinci tavrının; bilim, felsefe ve edebiyata dair bu sınıfa özel bir dil, daha doğrusu jargon üretme tavrının bir sonucuydu.
Kökenleri Pisagor'a dek dayanan bu gizlilikçi ve seçkinci eda, ilmi din adamları sınıfıyla sınırlayan bir tavra yol açtı.
Oysa peygamberlerin devrimci tutumlarından en önemlisi hitabetlerini tam da bu seçkinci ve gizlilikçi tavra karşı halka açık ve gündelik dilin sadeliğiyle sürdürmeleridir.
Aksi durumda ise dinî söylem halktan kopuk bir jargona, seçkin bir sınıfın kutsallaştırılmış ve gizemli diline dönüşecektir.
Dilimizin iki kurucu şairi Yunus Emre ve Mehmet Âkif'in dilleri ise Türkçe olup, bu durum onları daha da etkili kılmakta.
Dildeki özleşmeye çeşitli gerekçelerle itiraz eden seçkinci bir yaklaşım ve tavır alış ise düşünsel ve bilimsel meseleleri ister istemez bir çeviri meselesine daraltmakta.
Batı dillerine güdümlü bir felsefe/bilim ya da Arapçaya güdümlü bir dinî anlayış ise toplumda buna bağlanmış sınıflar ve toplumsal öbekler oluşturarak halkın geniş kesimine nüfuz etme kabiliyetinden kendisini yoksunlaştırmaktadır.
Bir niyet tartışmasına girmeksizin Cumhuriyet'in bunu dönüştürmeye çalıştığını ama sonuçta yine belli bir seçkinci sınıfın inisiyatifiyle sınırlanarak toplumdan koptuğunu söyleyebiliriz.
Öyle ki bu çaba, meseleyi Batılılaşmaya özgü bir modernleşmeci tutum ve buna direnen bir dindarlıkla, kutuplaşan ve kendi içine kapanan bir şizofreniyle sonuçlandı.
Her iki kesim de kendine özgü kültürel çevreler oluşturarak ötekine sağır kaldı. Sürdürdükleri faaliyet ise bağımlı oldukları dilin ve kültürün ve bunların arz edildiği cemaatlerin kendilerine özgülükleriyle sınırlandı.
Çeviri faaliyetlerinde de kaynak dillerin özgün kavramları ve hatta söylem biçimleri korunarak hitap edilen cemaatler buna özgüleştirilmeye çalışıldı.
Dolayısıyla da çeviride, kaynak metnin tam anlamıyla Türkçeleştirilmesinden ziyade, bu metnin dilinin Türkçe okurlarına benimsetilmesi gibi bir yöntemle hareket edildi.
Bu dillerin dışında felsefe, bilim ya da dinî bir anlama ve anlayışın mümkün olamayacağı gibi bir yaklaşım, sonuçta bu dillere bağımlı kültürel adacıklara ve yabancılaşmışlıklara yol açtı.
Bu tavır aynı zamanda şunu demeye getirdi: Dinin dili Arapçadır; öte yandan ise felsefe veya bilimin dili Fransızca ve giderek İngilizce/Almancadır.
Zira özellikle çevrilmeyen, karşılıkları üretilmeyen kavramlar özgün dillerinde olduğu gibi bırakıldı ve okuma Türkçe olsa da anlamanın öte dilde mümkün olacağına dair bir zihniyet benimsendi ve topluma da benimsetilmeye çalışıldı.
Bu yapılırken de çevirinin aslında bir anlama biçimi olduğu ve bunun esasında dil içi okumalar için de geçerli bir sorun olduğu unutuldu.
Kur'an'ın birçok Arap için de ancak çevrilerek (mealen) anlaşılabildiğini, felsefi metinler için de buna benzer bir sorun olduğunu; çevirinin de aslında bir metnin anlaşılır hale/dile getirilişi olduğu görmezlikten gelindi.
Yani bırakın öte dilleri, dilin kendi içinde de sürekli bir çeviri (güncelleme, açımlama) faaliyeti sürdürülmeli ve de sürdürülmekte.
Sözgelimi Cumhuriyet'in başında yazılan edebi eserler bile günümüzde anlaşılabilmekte değil. Hem bu sadece değişen ve kullanımdan kalkan sözcüklerle ilgili ve sınırlı da değil; anlayış, anlama ve hatta alımlama biçimlerinin, kültürel iklimin değişimiyle de ilgilidir.
Zira okuyucu/izleyici artık (aslında hiçbir zaman) edilgin olmayıp, etken ve üretken bir fail ve o da çeviri (anlama) faaliyetinin dikkate alınması gereken bir parçası.
Dolayısıyla bu tür çeviriler, sadeleştirmeler veya güncellemeler yapılamayınca, ilmî ya da felsefi faaliyetler adeta sınıfsal/cemaatsel bir etkinliğe daraltılmakta ve topluma nüfuz edilememekte.
Çevirideki amaç ise belli bir dil veya kültürel çevrede süregiden bir anlatıya edilgin bir biçimde dahil olmak ve kendi bilincini oraya teyellemek değildir; farklı bir kültürel anlayışı, düşünceyi ve iklimi kendi dilinde üretebilmek, dili düşünsel ve kültürel bir işlekliğe kavuşturabilmektir.
Aksi halde dil giderek biçimsel, uydulaşmış ve ölü bir dil haline gelecektir. Beri yandan çeviride temel sorun anlamı doğru bir biçimde dile aktarabilmektir.
Bu ise özgün metnin kastının çok iyi anlaşılmasını gerektirir. Dolayısıyla çevirmen, dil kadar düşünceye de hâkim olmalı.
Gerçi Kantçı anlamdaki bilinemez kalan bir "kendinde şey" kavramı gibi bir metnin de çevrilemez ve nüfuz edilemez olarak kalan bir "kendinde anlam"ı söz konusu olabilir ama sonuçta her tür anlama bir yanlış anlamayı da göze alabilmeli.
Zira anlamın ya da hakikatin her zaman elden, dilden ve düşünceden kaçan bir yönü vardır ve bu bir açıdan da bize farklı yorumlar yapma gibi bir fırsat ya da hak da doğurur.
Ki bu yorumlar metni açmanın ötesinde onu aşarak, yeni hakikatlere de güzergâhlar oluşturabilir.
Anlama ve anlatma çabası ise tüm bu riskleri de göze alarak, deneyimler, tartışmalar ve müzakerelerle ilerletilmeli ama hiçbir zaman okura kapalı ya da yabancı bir dilin/söylemin insafına ya da anlaşılamazlığına da bırakılmamalıdır.
Düz anlamıyla bir Türkçeleştirme ise sorunu çözmekte değildir. Asıl önemli olan dilden ziyade anlama sadakattir.
Mesela Karen Armstrong'un, "Tanrı Savunusu" adlı kitabında, Gazali'nin filozofları eleştirirken ele aldığı, filozofların "Tanrı'nın tikelleri bilmediği"ne dair savları, "Tanrı'nın dünyevi işlerden hiç anlamadığı" 1 biçiminde çevrilmiştir.
Oysa kast edilen bu değildir elbette. Söz konusu olan bir cehalet atfı olmayıp, bir tenzih çabasıdır.
Gerçi bu ve buna karşı çıkan Gazalici savununun da sorunları vardır ama mevzu bu çeviride ifade edilen biçimiyle bir "işlerden anlamamak" meselesi değildir.
Bu yanlış anlama ve ifade ise çevirinin hangi aşamasında gerçekleşmiştir, bir yanlış anlama mı yoksa çeviri sorunu mudur, o ise belli değil…
Devam edeceğiz.
1. Karen Armstrong, Tanrı Savunusu, Pegasus Y. s. 202.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish