Cezaevinde hayata tutunmak (1)

87 gündür cezaevinde bulunan Celalettin Can, 29 yıldır tutuklu şair İlhan Sami Çomak ile konuştu

Kolaj: Independent Türkçe

Burada neler yok

Bahçe duvarını aşıp oku asan çocuklar yok
Kelimelerden dostluk yapan insanın iyilik bağı yok
Taş atmak için taş yok 
Çiy toplayan çiçekler ve haritadan taşacak nehirler yok
Simit kokusunun kalabalığı çağıran tazeliği yok
Feragati ile insan güzelliğiyle kadın yok
Çimenlere uzanıp göğün sadakatini deneme imkânı yok
 Lamba gibi mum da yok
 Karanlık yok karanlık hiç yok
 Mevsim dönümleri ve ay tutulması yok
Toprak yok bitkinin güzellik edası yok
Kedinin patisi atın terleyen hızı yok
Rüzgârın havalandırdığı perde üzümün çürüyen salkımı yok
Ayrı kaldığı hayat güneşin burada yön yok
Ama vardır bir çıkış hep vardır!

(Geldim Sana,
İlhan Sami Çolak,
Manos Yayınları)

 

78'liler Girişimi Sözcüsü, siyasi aktivist, yazar ve insan hakları savunucusu Celalettin Can, 31 Ağustos 2023'ten beri cezaevinde tutulduğu cezaevinde, 29 yıldır tutuklu olan Şair İlhan Sami Çomak ile konuştu.

Çomak, 1994 yılında henüz 21 yaşındayken girdiği cezaevinde Celalettin Can'ın sorularını yanıtladı.
 

İlhan Sami Çolak (3).jpg
İlhan Sami Çolak

 

"İyi bir şair olarak bilinmek ve tanınmak isterim"

Şöyle başlayalım istersen, İlhan Sami Çomak kimdir, nereden gelir nereye gider, nasıl tanımlanmak bilinmek ister?..

Kimliğim ve nereden geldiği sorusuna verilecek cevap, benim açımdan bir yönüyle zor bir konu. Zorluğu kendini bilmemekten değil de, kimlik dediğimiz şeyin değişken ve pek çok veçhesi bulunmasından doğuyor.

Daha somut söylersek, bu durum kimliğin belirsizliğe meyyal, zamandan, zamanın ruhundan azade olmayan yönüyle ilgili. Öyleyse bu belirsizlikten kurtulmak için kimi sabit değer ve tanımlara sığınmak doğru olacaktır. 

Açık ve kanayan iki yara, benim kim olduğuma dair her zaman başvurulacak bir yerde duruyorlar. Zira kendilerini hatırlatmaktan asla imtina etmiyorlar. Kürt ve Alevi-Kızılbaş olduğum gerçeğinden bahsediyorum. 

Kürtlüğü ve bir yere kadar Kızılbaş olmayı ben seçmedim doğrusu. Her ikisi de ebeveynlerinden bana devredildi. Biri doğuştan tabi olduğum ve bir köke işaret eden, diğeri ise kültürel bir sürekliliğin sonucu çocukluktan itibaren kişiliğime getirilmiş olarak. Bu iki sabit değer, esasta benim nereden geldiğine işaret ediyor.

Öte yandan, Kürtlük ve Kızılbaşlık devlet dersinden çok dövüldükleri için, aynı zamanda benim nereye gidiyor olduğuma ilişkin de veriler sunuyor.

Sanırım bu yaralar iyileşip kapanana kadar, sessiz geçiştiremeyeceğim şekilde onlara çalışmam bir zorunluluk. Ta ki olması gerektiği gibi bu değerler normal bir hal alıp önem sırasının gerisine çekilerek kendilerine şiddetle hatırlatmaktan vazgeçene kadar.

O gün geldiğinde kazanılan veya bir çabayla edinilen kimliklerin de yüksek sesle açık edileceğini biliyorum. Ben şimdi buna çalışıyorum. Kendimi Kürt ve Kızılbaş olmanın bağlayıcı sözü dışında tanımlayabilmek için benden geçen, uğraş ve yeteneğime başvurmamı buyuran bir varlık alanında konumlamak istiyorum.

Geleceğimi ben tanımlamalıyım. Biliyorum, sabit değerleri aşmak güç, ama benim böyle bir derdim yok zaten. Ben kendim oldukça görünmez ama sonsuz bağlarla bağlı olduğum değer ve insanlara hakkını teslim etmiş olurum. İyi ve vicdanlı insan olmak zor bir görev. Fakat ben buna talibim böyle bilinmek isterim.

İyiden iyilikten başlamışken devam edelim, iyi bir şair olarak bilinmek ve tanınmak isterim. Bütün bunlar mümkün, zira gelecek benden geçiyor.
 

İlhan Sami Çolak.jpg
İlhan Sami Çolak

 

"İçeride tutulmak, zamanın dışına fırlatılmayı da barındıran bir anlama sahip"

30 yıl önceki dünya ile günümüzde kıyaslayarak bu zaman zarfında sendeki değişimleri, duygu ve özlemleri, hayata ve insana dair beklentileri paylaşabilir misin?

Bir ömürdür cezaevindeyim. Dolayısıyla güne ve dünyadaki değişimlere ilişkin yapacağım değerlendirmelerin nesnellikten uzak olma ihtimali yüksek.

Dünyaya, hayat dediğimiz hızlı akışa ve insanın bu topumda ne şekilde tanımlandığına dair söyleyeceklerim, öznel ve belki de hatalı olacaktı. Bu nedenle daha ihtiyatlı bir adım atarak genellemelere başvuracağım.

Öte yandan konuyu kendi üzerimden ele almak, bunca yıllık soyutlanmışlıktan sonra genele ilişkin bir yargı oluştururken verilerin ancak kısmi ve sınırlı kimi yönleriyle yetinmemek koşulluyor. Yine de bu, gerekli, gerçekçi bir yol kanımca.

Dünyanın ve insanların bıraktığım gibi kalmadığını biliyorum. Değişim, sınırlı ve geç de olsa duvarların arkasına yansıyor zira. Zamanın getirdiği değişimlere karşı, yaşlı insanların geçmişin değerini yücelten reflekslerinden ne kadar uzak durmaya çalışsam da doğrusu öyle davranmaktan kurtulamıyorum.

Ben çocukluk ve ilk gençlik yıllarımın dünyasına kendimi daha bir yakın hissediyorum. O dönemin şarkıları, filmleri ve pek tabii ki insani ilişkilerdeki kıymet bilir yön benim için daha değerli.

O zamanların temiz ve duygulu havasını seviyor ve özlüyorum. dışardayken her şey güzeldi demek biliyorum ki yanlış bir yargı ama yine de bu yargı ben de baskın.

Belki de bu, 30 yıl önceki zamanın değeriyle değil de başlangıcın yani çocukluğun gücü ve ilk gençliğin bir daha asla yakalanamayacak havasıyla ilgilidir, öyle olmalı.

30 yıldır içerdeyim. Bu, klasik bir kabulle üç kuşaklı bir açığımın olduğunu gösterir. Zira mahpusluk sadece mekansal yalıtılmışlıkla açıklanamaz. İçeride tutulmak, zamanın dışına fırlatılmayı da barındıran bir anlama sahip.

Beğeni ve kabul ölçüleri, tatlar değişti ama ben hep bihaber kaldım bunlardan. Hem çığır açan teknolojik gelişmeler, kesinlikle hayatın çehresini değiştirdi. Böyle bir değişimin olduğu bilgisine sahip olsam da bunun pratik yansımalarından, yaşam ve insan ilişkilerine olumlu ve olumsuz olacak kattığı şeylerden hep uzak oldum.


"Kalbimin aklı hâla çok genç, belki de 30'una varmış değil"

Mesela hiç cep telefonu, akıllı telefon kullanmadım. İnternet de hakeza dışarıdayken bildiğim bir şey değildi. Ne ki hayat günümüze bunların kurduğu ağın etrafında toplamış durumda.

Sosyal yaşamdan tutalım enformasyona, siyasetten tutalım kültürel hemen her şey bu imkanla varlık kazanır oldu. Bu imkan yeni bir kimlik inşası demek oluyor ki benim bilip deneyimlediğim yaşamdan ayrı, yabancısı olduğum bir insan tipolojisine tekabül ediyor.

İçeriye düşen genç insanların, başlangıçta yokluğunu hissettiği şey akıllı telefonları ve sosyal medyaya ulaşamamak oluyor. Ben bu neviden şeylerin yokluğunun yarattığı boşluğa aşina değilim.

Dolayısıyla bazen kendimi başka bir zamana ait hissediyorum. Hem aynı oranda gel-geç ilişkilere, insani değerlerde hızın sürüklediği ister maddi ister insani değerlerde yaşanan erozyonun kolayca kabul edilmesine de aşina değilim.

Belki zamanın dışına fırlatılmak tutucu yapmıştır beni bilemiyorum. Şunun farkındayım: 50 yaşındaki bir insanın duygu dünyasından uzağım. Deneyimden, gerçek yaşamdan uzak kaldım, güngörmüş bir dünyada bulunmadım mahpusluktan dolayı.

Kalbimin aklı hâlâ çok genç, belki de 30'una varmış değil. Dolayısıyla içeriği atıldığım zamanın değer ve hislerine bağlılığım ile bugünkü zamanı tartışırken isabetli olmayan yargılarda bulunuyorumdur belki de.

21 yaşındaki bir gençken cezaevine konuldum. Hala genç bir insanın ele avuca sığmaz heyecanlı varlığıyla seviyorum hayatı. Hayata tutkulu bağlılığım, hayata yüklediğim değer ve sevgi, özlem ve yaşanmamışlıklardan güç alıyor olsa gerek. Beni değiştiren de bu oldu.


"Sana gücüm yetmiyor ama kendime söz geçirebilirim"

Annemin uyarılarını dinlemeyen yaramaz bir çocuktum. Annem söylenir söylenir, sonra da o duru Kürtçesiyle, "Sana gücüm yetmiyor ama kendime söz geçirebilirim" diyerek yaramazlıkları karşısında artık uyarı yapmaz, suskunluğa sığınırdı. Ben de annemin bu vakalarını benimsiyorum uzun yıllardır.

Yargı adını almış kötülüğün verdiği haksız hükmü ve mahpusluğun sert iklimini, tüm uğraşlarıma rağmen değiştiremedim. Suskunluğa sığınmadan daha iyi bir insan olmak için vakarla kendime çalıştım, bir cevap olarak. Şiir bunun için vardı. Tüm özlem ve istediklerimle oraya sığındım ben de.

Hayata ve insana dair beklentilerimi öncelikle yaratıcılığa başvurarak dillendirmeye çabalamam, belli ki en doğru fikirdi.
 

 

"Şiir, gerçeklerden yana olmayı yalın şekilde emrediyor"

Şiir ve edebiyatın bir ağırlık merkezi olarak hayat çizgisinde, kimliğinin oluşmasında önemi nedir?

Şiirin, hayatımın ve bütün uğraşlar sonrasında kimliğimin hem çerçevesini hem de özünü çizip oluşturmada baskın bir değeri var.

Şüphesiz ki sadece şairlikten müteşekkir bir İlhan Sami'den bahsetmek yanlış olacaktır. Ama şiir ve şairliğin, kimliğimin sahip çıkmak istediğim en ayrıcalıklı yönünü oluşturduğu açık.

Şiir yazmak, yaratıcılık ve çalışma azmiyle hayal gücünü devreye koymakla sınırlı, belli bir zamanın gelgeç seviyesiyle açıklanamaz benim açımdan. Şiir, bir bakış açısı ve duyusu, dünya ve imanı daha keskin ve incelikle ele almaya koşuluyor.

Bununla birlikte şiir kişiye, kendini konumlandırırken doğru, tatminkâr yerin nerede olduğunu belirsizliğe düşmeden bilmeyi öğretir.

Dolayısıyla şiir, geleceğe ümitli bir bilinçle uzanıp, geçmişin bugünü düzenleyen kaçınılmaz gücünden yararlanarak zamanı anlama ve acı da olsa ona uyum gösterme kabiliyetiyle kurucu bir öneme sahip. 

İnsan ilişkilerini ve hayatı yorumlarken, kişinin doğru olduğunu varsaydığı kimi ilkelere sahip olması, zamanın ezici akışı karşısında tek başına yetmeyebilir bazen.

İşte şiirsel bilinç, şiirin insanı kandırmayan öngörüsü bu "yetmeyen" yerde devreye girerek o ilkeleri sağlamlaştırıyor, sunduğu destekle, kişiye gerçeğin türlü çeşit veçhesini görme imkânı veriyor. Ben de böyle oldu.

Duvarların ezici baskısı altındayken, inanabileceğim kimi doğrularımın olmasının yetmediği anlarda, şiir yazarak hem yeni doğrular yaratmaya çalıştım hem de duygularımı bu yolla tahkim etmiş oldum.

Nihayetinde ben, şairin yazdığı şiire, o şiirde hayal gücünü söylediklerine, şiire içkin doğru ve gerçeklerin önerdiği hayata katıksız şekilde inanmasını bir samimiyet testi olarak görürüm.

Bu durumda, şiir yazarak duygu ve düşüncelerimle birlikte kişiliğimin de tekâmül ettiğini söylemek yanlış olmayacaktır.  

Öte yandan benim şartlarımda edebi üretkenliği, özgür olan bir şairle kıyaslandığında, daha geniş, derin ve aynı şekilde daha büyük bir öneme sahip olduğu söylenebilir.

Hayattan çok uzun yıllardır koparıldığım, dolayısıyla deneyim yoksunu olduğum için ısrarlı şekilde yaşama tutunma anlamı var bende. 

Birincisi, hayatını hep özlediğim hızı, genişliği ve tüm renklerini unutmamak, dolayısıyla dirençle ona sahip çıkmak ve asıl yerimin orası olduğunu daimi şekilde kendimi hatırlatmak anlamı var şiirin.

İkincisi, bu amaçla bildiğim ve özlediğim hayatı yazmaya yönelirken, gerçeğin boyutlarına yaratıcılığım, yeteneğim ve hayal gücümün ısrarı oranında yeni sımsıcak, ele avuca sığmayan bir şeyler katarak onu değiştiriyor ve bu zor ve zorbalık mekanını bildiğim önce yaşanılır kılmaya çalışıyorum.  

Belki de bu yolla, Gerçek olanla imaj olan arasındaki o ince ve yanıltıcı çizgiyi belirginleştiriyorumdur. Şiir, gerçeklerden yana olmayı yalın şekilde emrediyor.
 

 

"Çocukluğun o yoksul ama mutlu günlerine sevgi ve şefkatle bağlıyım"

30 yıldır içeridesin, 21 yaşında cezaevi hayatın başladığına göre, dışarı ile ilgili anlatabileceğin çocukluk, gençliğinin ilk yılları, dışarı ile ilgili aklında ne kaldıysa bu yıllarla ilgili, önce bunu anlatıp, sonra da cezaevi sürecine geçelim.

Dışarıda yaşamıma dair geniş ve besleyerek derinleştirdiğim pek çok anı ve yaşanmışlık var. Bunca mahpusluk kaçınılmaz şekilde geçmişi düşünmeye, tekrar tekrar düşünmeye elverişli bir zemin sunuyor.

Dışarıda 21 yıl geçirdim. Çocukluk ve ilk gençliği saymazsak, reşit olduktan sonra özgür geçirdiğim birkaç yılım oldu. Oysa anılarımın ağırlıklı kısmı, çocukluk ve ilk gençliğime ilişkin olanı.

Bunca yıldır o temiz anılara başvurarak ayakta kalabildim. Ben çocukluğumu hiç unutmuyorum. Çocukluğun o yoksul ama mutlu günlerine sevgi ve şefkatle bağlıyım.


"Ben kötülüğü gördüm buralarda"

Özgürlüğü tattığım sayılı gençlik yıllarımın heyecanı tutkusu da beni hiç yalnız bırakmadı. Ne olursa olsun, dünyanın ve hayatın yarattığı sorunlarla baş edebileceğimi bana öğreten gençliğin o şaşmaz ve kendi varlık gerekçelerini yaratabilen eşsiz gücü ve tutkusu oldu. 

Cezaevinin o muazzam ve kişiyi her an yutmaya muktedir ağdalı tekrarına karşı çıkarken, şiire başvurdum. Bu çorak mekânın şiirime katacağı hiçbir şey yoktu. Ben de anıların kalıcı sesini yükselterek bu mevsimsizliği aşmaya çalıştım.

Oysa bunu yaparken anıları yıpratıp eskitmemek için, yeni ve yaratıcı bir yol bulmalıydım. Zira anıların sınırlı bir gücü var ve onlara tekrar tekrar başvurmak hem hayatımı hem yazdığım şiiri solgun bir hale sokacaktı.

Ben de bu büyük tehlikeye karşı, şiir ve hayat yolunda bana kalan anıları kurgulayarak, yeniden yaratma yoluna başvurdum. 

Bu durumda geçmişe dair aklımda hem yaşadıklarım hem de yaşadıklarımı kurgulayarak yeni boyutlar kazandırdığım, şiire giden ama şiirden el olarak renklenen ikinci bir halka oluştu.  

Şiiri besleyen anılarım, kendi üzerine kapanarak şiirde taze bir solukla bir kez daha görünür oldu. İçerideki yaşamımın bana kattığı şey şiir oldu sanırım. Şayet boyunca uzun kalmasaydım içeride, şiirle tanışmam çok zor bir olasılıktı.

Ben aslında yaşamak isterdim, özgürlüğün tadını genişçe bilmek, aldığım kararların doğru ve yanlış sonuçlarını doğurduğu sorumlulukları yüklemek isterdim. Bu mümkün olmadığından şiire gittim. Bunun da çok isabetli olduğu bunca gelişmeden sonra açıkça anlaşılıyor sanırım. 

Bunun dışında, içeride ölümler gördüm. İnançları uğruna açlık ve ölüme yatanlar ile bedenlerini ateşe vererek diri diri yakanları gördüm.

Yargının gadrine uğrayıp haksız ve ağır cezalar alanları gördüm. Toplanıp toplanıp buraları sevmeye karar vermişti kötülük. Ben kötülüğü gördüm buralarda. 

Ama bir de tüm zorluk ve yokluklara rağmen birbirini seven, dostluk ve bağlılık dersinde hep sınavı geçen tertemiz ve bir o kadar fedakâr insanlar gördüm. Hayat zaten onların yüzü suyu hürmetine yürüyor buralarda.
 

 

"Ben bir 'mecbur insan'dım; ölmek istemiyorsam yüzmem gerekiyordu"

Uzun bir mahpusluk hayatın var. Cezaevinde dert, sıkıntı bitmez. Cezaevinde yaşama tutunma sağlam direnç noktaları gerektirir. Nasıl oluşturabildin bunu?

19 gün ağır işkenceli sorgularından sonra cezaevine konulduğumda, hem ruhen hem bedenen çok zayıftım. İnsana ve geleceğe dair derin hayal kırıklıklarıyla doluydu dünyam.  

Ama önce benim gibi aynı zorluklardan geçen arkadaşlarımın destekleri, sonra da zamanın sabırlı ilerleyişi ile kendime geldim.

Şunu fark ettim: Ben bir "mecbur insan"dım. Denize düşmüştüm, ölmek istemiyorsam yüzmem gerekiyordu.

Ben de böyle yaptım. Kulaç atıp karaya çıkarak ayaklarımı toprağa yani yaşamı uzatıp dokundurdum. O gün bugündür suya düşmedim.  

Bunca yıllık mahpusluğun bana öğrettiği bir şey var: İnsan çok güçlü ve zorluklara uyum gücüyle inanılmaz yaratıcı. Yeter ki bu istekle tutunabileceği, düşünce ve hislerini hasredebileceği kimi gerekçeler yaratabilsin kendisi için. 

İçinden çıktığım toplumdan bana devredilen çözümsüz sorunlardan hareketle, genel kimi gerekçelerim vardı zaten. Ama bunun yanına,  bana özgün bir ses ve renk verecek şekilde şiir ve edebiyatı koymayı, aklımı yaratıcılıkla yormayı ben düşündüm.

Şiiri bir ifade ve yaratıcılık alanı olmak kadar, yaşatılan kötülük ve haksızlığa karşı bir direnç noktası olarak ele almak böyle gelişti. 

Bu direnç noktasını asla küçümsememek gerektiği kanısındayım. Nitekim burada, insani ve toplumsal değerler ile geleceğe olan ümitli bağlılıkta bir ısrar var. Bunun birey olarak benim yaratıcılığımın ötesinde bir anlam alanına açıldığını da söylemeliyim.

Ben bunu şiir ve edebiyata başvurarak görünür kılmış olabilirim, oysa şiiri bilmeyen ama şiirin dirençli sesi gibi güzel yaşayan pek çok benzerim var ve benim söylediğim sözü, varlıkları ve dürüst duruşlarıyla desteklemeleri benim şansım oldu. 
 

 

"Kardeşimin kaybı, gövdemi ikiye bölen bir acıydı; sıcaklığını hâlâ koruyor"

30 yıl çok uzun bir süre. Bu süre zarfında kaybettiklerin peki?.. Daha önce konuşmuştuk, 19 Aralık 2000'de Ümraniye Özel Tip Cezaevi'ndeydin. "Hayata dönüş" adı altında çok sayıda ilerici devrimci insanı hayattan kopardılar. Kısacası mahpusluğun yaşadığın o uzun yolda sende iz bırakan, unutamadığın yaşanmışlıklar nelerdi?

Toplamda büyük acılar var bütün bu zamanın bende bıraktığı izleri sayarsam. Büyük, derin, uzun ve şiddetli acılar.  Hem kişisel hem de genel acılar... Bunların insana yansıma biçimleri, bireylerin bunu karşılama biçimleri.

Kişi olarak pek çok yakınımı kaybettim. Kardeşimi, ninelerimi, amcamı, dayılarımı, kuzenlerimi... Hiç birinin cenazesine katılamadım. Bu kayıplar acıyı asla güvenilmeyeceğinin şiddetli birer kanıtıydı.

Acıdan ve ölümden kaçınmak mümkün değil, mutlu olmak ise en zoru. İşte bu arada ben olgunlaştım sanırım. Hele kardeşimin kaybı, gövdemi ikiye bölen bir acıydı ki sıcaklığını hâlâ koruyor. 


"Kayıplara çaresizce tanık olmanın, kalbimi ve aklımı ince ince gören ısrarlı bir sızısı var"

2000 yılının 19 Aralık'ında gerçekleştirilen "Hayata Dönüş Operasyonu"nu unutmak mümkün değil. Ümraniye Cezaevi'ndeyim, silah sesleriyle uyandığımda gece yarısı olmuştu çok uzun süren günler geçirdik. Kurşunlara hedef olduk.  

O daracık koğuşlara sıkışan 500'ü aşkın kişiyle, gaz bombalarından nefessiz kaldık. Üstelik olayların direkt içinde değildik. Operasyonun asıl yöneldiği bölümdeki mahpusların, bu durumda ateşin içinde yürüdüklerini söylemek yanlış olmayacaktır.

Duvarların ve tavanların denilerek gaz bombalarının atılıp mahpusların tarandığını biliyorum. "Hayata döndürmek" adına gerçekleştirilen operasyon, onlarca insanın ölümüyle bu şekilde sonuçlandı.  

Bu kayıplara çaresizce tanık olmanın kalbimi ve aklımı ince ince gören ısrarlı bir sızısı var.

Bunun yanında, açlık grevleri ile ölüm oruçlarında eriyen insanların gözlerine yerleşen tarifsiz ışığı ve beden diğerini ateşe verip yanmanın sebep olduğu acıyı bastıracak şekilde haykıran mahpusların gür ve inançlı seslerinden söz etmeliyim.

İnançlarının kendilerine yüklediğini var saydıkları sorumluluğu bedenlerini aktararak başkaldırıyorlardı. 
 

 

"Mutluluğa az biraz talim etmenin, direnç noktaları oluşturmada küçümsenmeyecek bir gücü var"

Bunca yüklü acılarla hayata tutunmak nasıl oldu?

Burada cezaevindeki mutluluktan bahsedeyim. Seyreltilmiş ve çok az görülen bir şeydi mutluluk. Yine de vardı. Hafifti, azdı ve bu yüzden hızla uçup gidiyordu.

Neredeyse "kurgulanan bir mutluluktu" diyeceğim ama bu bile yaşanılası bir duyguydu. Zira şimdiki zamanın kişinin önüne koyduklarına katlanmak ve umutlu bir gelecek tahayyülünün devamı için, mutluluk ve sevinçler hep diri tutulmalıydı.

Kişiye direnme azmi veren gerekçeler, geçmişten, geçmişin acılarından kaynaklanır. Ama mutluluk ihtimalinin kalıcı hale gelmesinin, gelecekte mümkün olduğunu bilmek, o anın sunduğu imkanlardan yararlanmayı teşvik eder.

Mutluluğa az biraz talim etmenin, direnç noktaları oluşturmada küçümsenmeyecek bir gücü var. Zaman ve yaşadıklarım bana bunu öğretti. 


"Bana yaşatılan haksızlıklara dair şiir ve edebiyatla söz söyleyerek, muktedirden intikam alıyorum zannımca"

Genç yaşta cezaevine kapatılmışsın. Dışarının o canlı, o hayat dolu ortamından koparılmışsın. Geleceğini karartan büyük bir haksızlığa uğraşmışsın. Zaman da insana hitap etmiyor. Her şey aleyhine. Ama insansın, kendini var etmek, unutulmamak, haksızlığa tepki göstermek istiyorsun ve şiiri seçiyorsun. Ama öncesi de yok, şiirlerini okudum, yasakçı, yok sayıcı, öğütücü, "taş" ortamında ortaya çıkan bu başarının hikayesini dinlemek isterim.

Cezaevinin bu taş ortamında şiir yazmak maça bir sıfır geride başlamayı kabul etmek anlamına geliyor. Bunu bilerek işe giriştim aslında.

Zira başlangıçta, şiir yolunda tam olarak nereye gidebileceğimi, ne kadar mesafe alabileceğimi kestiremesem de kötülüğe karşı durmanın en ince fikrinin şiirden geçtiğini sezmiştim bilgiden çok sezgi demenin daha doğru olacağını söylemeliyim.  

Çokça acemilik, çokça yalnızlık yaşadım ve ne yapacağımı bilmemekten doğan el yordamıyla, deneye yanıla yürüdüm ve giderek yürüyüşüme hız, dizilerime akışkan bir güç ve özgürlük kattığını gördüm.

Şiir yazmanın duygulara değen bir yönü olsa da esas olanın çalışma azmi, hayal gücü ve yetenek olduğuna inanırım. Bu zor ve öğütücü şartlarda, bunu bilerek çok çalıştım ve şiirde ısrar ettim.  

Cezaevinin dayattığı düşünme ve duyuş biçimine, yani monotonluğa, atalet ve renksizliğe bir karşı söz biçiminde şiirimi, lirizmin kişinin duygu ve yaşadıklarına engel koymayan akışkan imkanını deneyerek, dışarıda olmaya çabalayacak şekilde kurdum başlangıçta. İmge ve anlatım gücüne başvurmak hemen sonra paralel şekilde gelişti.  

Şiir yazmak, mahpusluk ve yaşadığım büyük haksızlığı kabul etmemenin yaratıcı yoluydu. Belki de adaletsizliğin ruhuma çökmeye çalışan karanlığını def etmeye çalışırken, hislerimi ve düşüncelerimi yüksek sesle söyleme biçimiydi.  

Dolayısıyla, şunu açıklıkla belirtebilirim; şiir ve şiirsel yaratıcılık, yargı eliyle yaşatılan ve ömrümün çoğunu cezaevinde geçirmeme sebep büyük kötülüğe, kişisel bir cevap olurken, diğer yandan genel resmin deşifre edilmesi anlamını da taşıyor.

En nihayetinde yaratma arzusu dediğimiz şey, mevcut düşünme biçimleri ile kabul ölçülerini olduğu kadar, bu düşünme ve kabul ölçülerini tahkim eden hiyerarşileri reddetmek demek oluyor. 

Bununla birlikte, beni şair ve yazar yapan temel motivasyonum, yaratma arzusuyla birlikte, cezaevinin kişilikten yoksun ve tekrarı öneren yaşamına alışmamak; tutkuyla bağlı olduğum dışarıdaki akışkan ve gazi hayatı, bu haksızlık girdabında unutmayarak, kendime hatırlatma istemi oldu.

Başlangıçta durum buydu.  

Oysa bir sorun vardı, şiiri hakkıyla bilmiyordum. Yazmaya neredeyse sıfırdan başlamam gerekti. Bilen bir gözün önerilerinden uzak bir şekilde.  

İfade ettiğim gibi, deneye yanıla yazmaya giriştim. Çok okudum, çok yazdım ve nihayet bir süre sonra hayal gücüm ve yeteneğim ısrarıma destek vermeyi kabul edince, belli bir yol aldığımı gördüm. Şiire çalışmayı böyle böyle daha disiplinli ve sisteme kavuşmuş bir düzeye çıkardım. 

Başlangıçta elimde inattan başka bir şey yoktu. Sonra okuya-yaza ısrarla hislerimi ve düşüncelerimi şiirden yana bileyerek bir açıklığa vardım ve şiir beni kabul etti.

Şiir yazmak, şiir düşünmek, şiirin zaman ve mekanında dolaşmak, şiirin yarattığı kavrayıcı bilinç, mensur eserleri yazarken düşüncemi ve dilimdeki kıvraklığı incelikle besledi, bugüne böyle vardım. Yazarlığım şairlikten neşet etti. 

Belli ki, bilinen diğer ifade araç ve biçimleri, tek başına bana yetmediği için şiiri seçtim. Gerçeği söylemenin bilinen kimi farklı yolları var. Ama şiir hepsinden daha sahih olmalı ki yıllardır sesini duyuruyor. 

Şiir ve edebiyatı bunca kararlı savunmam, bunun açtığı patikada ısrarla yürümenin bir diğer sebebi de, beni herkes olmaktan kurtararak, özgün bir kimlik verme kapasitelerinde aranmalı.  

Belki de şiir yazmaya başlarken, asıl yönelimim budur. Kendi olmak, bu alemde varlığıma somutluk ve kalıcılık sağlamak yazdıklarımla bilinmek isteğidir. 

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

"Kötülük, asla sanattan ve iyilikten daha büyük olamaz!"

Söylemesem olmaz; bana yaşatılan haksızlıklara dair şiir ve edebiyatla söz söyleyerek, muktedirden intikam alıyorum zannımca.  

Beni haksızca hapsettiniz ama yaza yaza, varlığımı duyura duyura bu affedilmez kötülüğünüzü dünyaya duyuruyor, tarihe kaydediyorum.

Muktedirlerin yaptığı kötülüğü böyle somut ve kalıcı deşifresi ancak sanat ile mümkün. Zira kötülük, asla sanattan ve iyilikten daha büyük olamaz!


"Özgürlükten edilmek, mahpusluk, ağır bir taş gibi hep kalbimi yokluyor, sevincimi baskılıyor"

Bütün kısıtlayıcı koşullara rağmen, yazdığın şiirlerin Türkiye'de görünür olması, Batı'daki koşullar da göz önüne alındığında önemli sayıda ülkede tanınır olmanın sana yansımaları ve etkileri üzerine ne söylemek istersin?

Yazdıklarımın, çıkardığım eserlerin Türkiye ve dünyada görünür olmasının kesin şekilde beni sevindirdiğini söylemeliyim.

Sanırım hiçbir yazar ve şair sadece yazmak için yazmaz. Yazıyorum, çünkü başkaları bunu okusun istiyorum.

Yazarak kendimi bir değer yüklediğimin bilincindeyim. Ama en az bunun kadar önemli bir diğer yönü de yazarak bu yokluk diyarında, yüksek duvarların ardında varlığımı kalıcı şekilde duyurmak istiyorum.  

Demek ki yazmak, varlığımı sabitleştirmek demek oluyor bir yönüyle. 

Dürüstçe söylemeliyim ki tatmin olmayan bir yanım var.  Evet, yazdıklarımın giderek daha geniş kesimlerce biliniyor olması beni mutlu ediyor ve bazen ayrıcalıklı olduğum hissiyle ödüllendiriyor.  

Ama yine de özgürlükten edilmek, mahpusluk, ağır bir taş gibi hep kalbimi yokluyor, sevincimi baskılıyor.

Ayrıca içeride olmakla, eserlerinin yankısını yeterince tartamadığımı da belirtmeliyim. Zira yazdığım şiirin insanlardaki karşılığının duvarları aşıp bana ulaşmasının önünde koca engeller var.  

Edebiyat ve şiir ortamından uzak olmak, şiirin gücünü azaltmıyor elbette, ama bana ulaşana kadar zayıflayan yankının beni motive etme kabiliyeti de daha bir azalıyor.

Böyledir diye çalışmaktan geri durmuyorum şüphesiz. Aksine şiirime gösterilen ilginin mahpusluğumdan kaynaklanan, dolayısıyla objektif olmaktan ziyade öznel bir değer yüklenmiş olabileceğini varsayarak ara vermeden daha bir ısrarla şiire çalışıyorum.  

Kendimi ve şiirimi olduğumdan daha fazla ciddiye almamalıyım, bunu biliyorum. Büyük yazar ve şairlerin bize öğrettiği de budur. Haddimi biliyorum ben de.

Tatmin olmayan yanım, şiirimi daha ileriye taşıma istemiyle ilgili esasında. Kim o adımlar attım ve şiir yolunda belli bir mesafe kat ettim evet.

Oysa şiirimi daha farklı söyleme denemeleri ve olası yeni içeriklerin beni götüreceği yeri, bunun bakış açıma katacaklarını düşünüyorum.

Aynı anda iki yerde olunamaz ama şiirin zamanı ve zihnin boşluklarından kıvılcımlanan yaratıcılık, buna izin verir.

Bunu yaşamla başa çıkacak şekilde düşünüp şiirimi bu bilinçle güçlü şekilde kurabilseydim, "Acaba" diyorum; "daha uzağa giden ve tekâmül eden bir şiire ulaşmaz mıydım?" 

İyi olanı arıyorum. En çok iyi şiiri sanırım dünyayı bir kez daha tanımaya başladığımda bu sorunda cevabını bulacaktır.

Özgürleştiğimde, şiirimin yankısını daha gerçekçi şekilde tartma imkânı bulacağım. Mahpusluk bir gölge olmaktan çıkacak, ben şiirimin yankısının çapını, okurlar da mahpusların yarattığı imajın gerisindeki şairi daha yalın şekilde görüp değerlendirme imkanını bulacak. 

İşte o zaman Türkiye ve Avrupa'da, dünyanın ulaşabildiğim her yerinde şiirimi en gerçekçi ve en yalın haliyle bizzat kendimi tanıtmak isterim. Aracılar olmadan, imajların benim ve okur-izler çevrenin üzerindeki yönlendirici baskısından kurtulmuş halde, ben ve şiirim olacağız.  

Şiirimi benden dinlesin istiyorum insanlar. Bu imkânı ve ağı yaratabilir miyim, bilmiyorum ama benimle yürüyen şiirlerimin çeşitli ülkelerdeki yankısını düşünmek bile heyecan verici.

Sadece özgür olmaktan değil, dünyaya açılmaktan bahsediyorum. Demek ki şiirin sunduğu özgürlük sınırsızdır.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU