Batı'nın değil "tarihin sonu"

"Eğer tüm kayıtlar aynı hikayeyi anlatırsa yalan tarihe girer ve gerçek olur"

Fotoğraf: İbrahim Ebu Mustafa/Reuters

9 Kasım 1989'da Berlin Duvarı yıkıldı.

Bu, dünya tarihinde son derece sembolik ve önemli, insanlık tarihinde yeni bir sayfa açan belirleyici ve önemli bir andı.

Bu günde, 70 yıldır dünyanın neredeyse yarısını yöneten komünist rejim, büyük bir gürültüyle ve korkunç bir şekilde çöktü.

Karl Marx'ın teorileştirdiği ve komünizmi, insanlığın ilkelcilikten, feodalizmden, kapitalizmden sosyalizme geçerek uzun bir yol kat ettikten sonra ulaşabileceği en yüksek model saydığı "tarihin sonu" fikri, Berlin Duvarı'nın yıkılmasıyla birlikte hızla çöktü.

Marx'a göre komünizm insanlık için en adil, eşit ve mutluluk verici sistemdi ve o zaman tarih sona erecekti!

Garip olan şu ki, komünizm sona erdi ve tarih sona ermedi!

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Aynı yıl, sosyalist kampın çöküşü ve Berlin Duvarı'nın yıkılışı sonucu komünizmin yenilgisi ile kendinden geçmiş olan Amerikalı Francis Fukuyama, Hegel'in teorisini yeniden üretti ve "tarihin sonu" teorisini bir kez daha yeniden formüle etti.

Fukuyama, bu anı değerlendirerek teorisini komünist sistemin çöküşünün arkasında bıraktığı kaosun kalıntıları, kapitalizmin sosyalist kampa yayılması ve tek kutuplu sistemin kurulması üzerine inşa etti.

Fukuyama'nın teorisine göre tarihin sonu, insanlığın kurtuluşu için ilham verici bir fikirden ziyade, Batılı ABD'nin Sovyet rakibine karşı kazandığı zaferi temsil eden, sinematik ışıklarla dolu dramatik bir andı.

Basitçe söylemek gerekirse, tarihin bir sonu olduğunu ve tarihin sonunun, liberal demokratik sisteme ve modern kapitalizme dayanan Batılı ideolojik modelin üstünlüğü olduğunu düşünüyordu.

Bu 'kombinasyonun', insanın 'kozmik tarihine' girmek için izlenmesi gereken tek yol olduğunu söylüyordu.

Bu sistemin (tabii ki) filolarıyla dünyayı işgal edip onları demokrasi, liberalizm ve serbest piyasa adına yeni sisteme tabi kıldıkça, insan toplumlarının, tarihin sona erdiği evrensel tarih aşamasına ulaşacağını belirtiyordu.

İlginç olan, duvarın yıkılışından günümüze kadar geçen sürenin hâlâ akıllarda olması ve yine ilginç olan, bundan sonra dünyanın insanlığın en büyük iki devrimine tanık olmasıydı.

Bunlar bilgi devrimi ile iletişim devrimleriydi. Tarih artık yalnızca galiplerin karanlıkta yazdıkları, yalanları gerçeklere dönüştürdükleri yolculuklardan ibaret değil.

George Orwell buna şu şekilde işaret eder:

Eğer tüm kayıtlar aynı hikayeyi anlatırsa yalan tarihe girer ve gerçek olur.


O günden itibaren, yani, Berlin Duvarı'nın yıkılmasından bu yana Batı liberalizmi verdiği ahlaki mücadelelerin hiçbirini kazanamadı.

Üzerine kurulduğu değerler bile çökmeye, dahası insanları vahşileşmeye, yabancılaşmaya, sefalete sürüklemeye başladı.

Fransız Devrimi, feodalizme ve despotluğa karşı bir mücadele yürütmüş ve en öne çıkanları "özgürlük, eşitlik ve kardeşlik" olan ilkelere dayanmıştı.

Fransız tarihçi François Allard, daha da ileriye giderek Fransız Devrimi'nin "yalnızca bir Fransız devrimi olmadığı ve aynı zamanda tüm insanlığa fayda sağlamayı amaçladığı için diğer devrimlerden farklı olduğunu" söylemişti.

Amerikan Devrimi bir dizi değere dayanıyordu ve bunların en öne çıkanları şunlardı; İngiliz işgalinden bağımsızlık ve özgürlük, adalet ve insan hakları ilkelerini benimseyen demokratik bir devlet kurmak, ifade, din, basın ve toplanma özgürlüğü, halk egemenliği, eşitlik ve despotluktan korunma gibi temel özgürlükleri güvence altına alan yeni bir anayasa oluşturmak.
 


Her iki devrim de aydınlanma sloganını taşıyordu, peki nasıl oldu da "aydınlanma güçleri" halkları ezmenin, işgali desteklemenin, suçlarını meşrulaştırmanın, hatta tarihi tahrif etmenin araçlarına dönüştü?

Dünyaya ve tarihe sahip olmaya çalışan liberal sistemin gölgesinde, belgelenen ve canlı yayınlanan soykırımlar ve çocukların katli nasıl görmezden gelinebilir?

Gazetecilerin dilleri nasıl bağlanır, tweet atanlar nasıl susturulur, fikirlerini söyleyenler nasıl kovuşturulur, ifade özgürlüğü nasıl bastırılır?

Daha da kötüsü, modernliği temel alan ve insani adaleti savunan bir sistem, dünyayı iyiler ve kötüler dünyası olarak iki kampa bölen en aşırı söylemi nasıl benimseyebilir?

İsrail, liberal demokratik Batı'nın değerlerini yutan bir kara delik miydi yoksa o sistem gerçek anında gerçek yüzünü mü gösterdi?

Medeniyet, insanı temsil etme, onu mutlu etme ve arzularına ulaştırma kudretini kaybettiğinde ve tam aksine baskının, adaletsizliğin, saldırganlığın ve ıstırapların bir aracı haline geldiğinde çöker.

Burada akla Karl Marx'ın şu sözleri geliyor:

Her sistem kendi yıkımının tohumlarını kendi içinde taşır.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

Independent Türkçe için çeviren: Beyan İshakoğlu

Şarku'l Avsat

DAHA FAZLA HABER OKU