AK Parti iki koldan çatırdıyor. Bir yanda 18 yıl boyunca AK Parti üyesi olarak kalan ve söz konusu zaman diliminde 13 yıl çeşitli bakanlık görevleri ifa eden Ali Babacan, diğer yanda ise AK Parti hükûmetleri bünyesinde 2009-2014 yılları arasında Dışişleri Bakanlığı ve 2014-2016 yılları arasında da Başbakanlık yapmış olan Ahmet Davutoğlu var. Bu iki isim, farklı gerekçe ve yöntemlerle ilerlemek suretiyle AK Parti’den koptu, kopuyor.
Babacan eski Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün himâyesinde, patronajında örgütleniyor. Davutoğlu ise şimdilik tek başına ve kendi yol haritasıyla hareket ediyor. Her ne kadar Davutoğlu cenahından yükselen bazı “birleşme” çağrıları olsa da, kulislerde Gül-Babacan ikilisinin böylesi bir birlikteliğe yanaşmadığı ve hatta mesafeli durduğu dillendiriliyor. Nitekim bugüne dek ayrı ayrı yapılan açıklamaların muhteviyatı, üslûbu ve niteliği dikkate alındığında, Gül-Babacan ile Davutoğlu’nun bir ortak paydada buluşmasının zorluğu – en azından bugün için – kolaylıkla anlaşılabilecektir. “Bugün için” diyorum zira rahmetli Süleyman Demirel’in meşhur “Siyasette 24 saat bile çok uzundur” ifadesinin yıllar içinde ne denli isabet ve doğruluk arz ettiği ortadadır.
Peki, bahsi geçen isimlerin AK Parti iktidarına nispetle hakikaten bir “alternatif” ete kemiğe büründürebilecek potansiyeli haiz midir? Dahası, bu isimler AK Parti’nin mevcut çizgisinin ve dahi 18 yıllık varlık döneminin ötesinde (ve dışında) millete ne gibi vaatler sunabilecektir? Lafı hiç dolandırmadan sorayım: Babacan ile Davutoğlu’nun siyasî çıkışları bir “AK Parti fraksiyonu” kimliğini aşabilecek midir? Aştığını varsayalım, Türkiye için gerçekçi-faydalı bir alternatif vücuda getirebilecek nitelikle olabilecek midir?
Ali Babacan’ın yaşayan ölülerle dansı
Post-apokaliptik (“Kıyamet sonrası”) film ve dizilerin revaçta olduğu bir dönemdeyiz. Özellikle “zombi” hikâyeleriyle beslenen bilim-kurgu yapımları popüler kültürde gitgide daha çok beğeni topluyor. Örneğin 28 Gün Sonra (2002), 28 Hafta Sonra (2007), Ben Efsaneyim (2007) ve elbette The Walking Dead (2010 – hâlihazırda 10. Sezonu bekleniyor) benim de izlemekten büyük keyif aldığım prodüksiyonlardır.
“Zombi” yani hortlak kültürünün kökleri Haiti’de bulunuyor. Yerel dilde “ruh” ve/veya “dönen-geri gelen” anlamını taşıyan bu sözcük (orijinali “zonbi”dir) günümüzde modern edebî ve sanatsal yapıtlar aracılığıyla şuurunu ve insanlığını yitiren ve etrafındaki insanlara karşı şiddetli davranışlar sergileyen, dahası bu davranış kalıbını başkalarına da geçirme kabiliyetine sahip olan insan tipine (hortlak) denk düşmektedir. Başka bir deyişle “zombi”, yaşayan bir ölü ve ruhu alınmış olmasına rağmen hayatta kalabilen bir kadavradır. Haiti’nin yanı sıra Afrika’nın derinliklerinde de bazı izdüşümlerine (hâlâ) rastlanan vudu inancına göre ise “zombi” imgesi bir “cadının” (erkek veya kadın – evet, Ortaçağ’ın Hristiyanî teolojik literatüründe erkek cadılığı da yaygındı, bu anlamda 15.yüzyılda yayınlanan Malleus Maleficarum adlı eser mühimdir) nezaretinde yeniden diriltilen bir ölüyü işaret etmektedir.
Diyeceksiniz ki; “iyi hoş da, bunların Ali Babacan’la ne ilgisi var?”
Basında ve sosyal medyada da dolaşan, benim de Babacan’a yakın duran/sempati besleyen bazı eski milletvekillerinden aldığım duyumlara göre Babacan’ın partisi liberal bir zemine oturacakmış. Nitekim Babacan’ın 8 Ağustos 2019 tarihinde yaptığı basın açıklamasında çizilen genel hatlar bu istikametle uyumludur. Kısacası iddia edilen odur ki, Babacan dünya genelinde toprak altına girmeye ve tarihin tozlu sayfalarına karışmaya yakın olan bir siyasî pratiği sunî teneffüsle canlandırmaya çalışacaktır.
Babacan açıklama metninde popülist akımların evrensel ilke ve değerleri tahrip ettiğini belirtirken, karşısına alternatif model olarak ise “ileri demokrasi”yi koyuyor. Hiç şüphe yoktur ki, Babacan’ın atıfta bulunduğu “popülist akımlar” hem vatansever/milliyetçi sağ hem de halkçı/kamucu sol oluşumlardır. Yanlış anlaşılmasın – Babacan, “popülist” derken Steve Bannon’un gölgesinde teşkilâtlanan malûm Batı partilerini kastetmiyor. Bilâkis, Babacan’ın hedefinde topyekûn milliyetçilik düşüncesi var. Oysa dünyada son yıllarda yeniden ivme kazanan ve sivrilen milliyetçi-halkçı duruş (ki bu noktada sağ/sol ayrımı gözetmiyorum), aslında 1945 sonrasında örülen “özgür dünya” mitolojisi ile 1991 sonrasında ilân edilen “neo-liberal zafer” devrinin can çekiştiğinin, dahası yok oluşla burun buruna geldiğinin müjdecisidir.
Kozmopolit kapitalizmin ve beynelmilel finans şebekelerinin dünya milletlerinin haklarını hunharca sömürdüğü, tabiatı sınırsız kâr hırslarıyla talan ettiği ve ulusların idam fermanını hazırladığı bir tarihsel bağlamda muhtelif coğrafyalarda zuhur eden milliyetçi-halkçı duruş, tam olarak da Babacan’ın hortlaklarına karşı bir reaksiyon mahiyetindedir ve tırmanıştadır. Babacan’ın bilerek veya bilmeyerek ıskaladığı nokta ise şudur: 1945 sonrası Batı’nın önemli bir bölümünde yerleşen, 1991 sonrasında ise küresel ölçeğe yayılan bahsini ettiği “evrensel ilke ve değerler” dünyaya eşitsizlik, adaletsizlik ve hortum savaşları getirmiştir. Öyle ki, yapılan birtakım hesaplamalara göre liberal-demokratik düzenin temsilciliğini üstlenen ve bayraktarlığını yapan ülkelerin 1945 yılından bugüne değin dünyada doğrudan yahut dolaylı olarak sebebiyet verdiği (savaşlarla, müdahalelerle, yaptırımlarla, darbelerle, terörle vb.) ölüm sayısı 25-30 milyon aralığındadır. Babacan bu anlamda insanlığı ve çevreyi tahrip edenin bizzat gönderme yaptığı “evrensel ilke ve değerler” olduğunun farkında değilmiş gibi görünmektedir.
Popülizmin panzehrinin “ileri demokrasi” olduğunu ileri süren Babacan, öyle zannediyorum ki, bu noktada AK Parti’de geçirdiği yılların nostaljisine kapılmaktadır. İroniktir, bir AK Parti icadı olan “ileri demokrasi” söylemi, zamanla halk kitlelerinin en fazla eleştirdiği ve tiye aldığı söylem olmuştur. “Yeni” olma iddiasındaki bir partinin muhtemel liderinin daha ilk açıklamalarında eskinin referanslarını temel alması gerçekten anlaşılabilir bir durum değildir.
Ekonomi politikasıyla ilgili tedbir ve çözümlerini henüz kamuoyuna deklare etmeyen Babacan’ın isminin her ekonomik kriz senaryosunda aynı merkezlerce tedavüle sokulmasını ayrıca garipsiyorum. Babacan’ın Türkiye ekonomisini “sürdürülebilir borç sistemi” sarmalına mahkûm ettiği ve bir dönem piyasaya oluk oluk akıtılan sıcak paranın zerresini dahi üretime aktarmadığı/yatırmadığı her türden istatistikî veriyle sabitken, nasıl oluyor da “Babacan” ismi herhangi bir olası ekonomik başarı (ve dahi kurtuluş) hikâyesiyle özdeşleştirilebiliyor? Bu anlamda Babacan’ın programıyla Amerika Birleşik Devletleri (ABD) başta olmak üzere çeşitli Batı ülkelerinden ve elbette Körfez sermayesinden yeniden sıcak para dilenileceği, türlü tavizler neticesinde temin edilecek olan parasal kaynağın ise nerede, nasıl ve ne için harcanacağı tecrübeyle şimdiden üç aşağı beş yukarı bellidir. 10 yılı aşkın bir süre boyunca AK Parti hükûmetleri bünyesinde ekonominin yegâne patronu olan Ali Babacan, bugün girilen en ufak bir ekonomik türbülansta “kurtarıcı” muamelesi görmeyi sürdürüyorsa ya dayandığı çok güçlü muhit ya da Türkiye’de çok acı boyutlara ulaşan bir hafıza bulanıklığı vardır demektir.
Tıpkı siyasî formatta olduğu gibi, ekonomik şablonda da liberal kredoyu içselleştiren Babacan’ın geçtiğimiz yıllarda İstanbul’da düzenlenen bir Bâb-ı Âli toplantısında Türkiye’nin dış dünyayla ancak ucuz, esnek ve güvencesiz bir işgücüyle rekabet edebileceğini katılımcılarla paylaştığı kulağıma çalındı. Babacan’ın bu minvalde ülkede zaten içi alabildiğine boşaltılmış olan sendikaların kağıt üzerinde olmasa da fiiliyatta bütünüyle “by-pass” edilmesi ve bir şekilde buharlaştırılması gerektiğini söylediği iddia ediliyor. Bu ne demektir? Yabancı sermaye gelecek, yatırım yapacak. Evet, evet ama ne pahasına? Tabii ki sudan ucuz işgücüyle yani alenî emek sömürüsüyle. Yerli üretim, adil gelir dağılımı, sosyal kazanımlar vs. hak getire!
Ali Babacan’ın siyasî-ekonomik liberalizmine bir de “manevî zırh” arayışında olduğu, bu bağlamda Aliya İzzetbegoviç’in şahsından ve anlayışından istifade etmek istediği kimi çevrelerce naklediliyor. Bu anlamda tarihsel şahsiyetlerin aziz hatıralarına nispetle geliştirilen siyasî istismar zincirinin son halkası “Bilge Kral” İzzetbegoviç olacak gibi duruyor.
İlk ipuçlarına göre Babacan, dünyada siyaseten ve içtimaî planda çözülen ne kadar değer ve uygulama varsa hepsini ihya etmek istiyor. Bu, tarihîn doğal akışına karşı kürek çekmeye benzer. Türkiye’de milliyetçiliği reddeden, dayanışmacı ekonomi gereksinimlerini hiçe sayan, geçmişin miadı dolmuş söylemlerinden ilham alan ve dünyada hiçbir geleceği kalmadığı artık aşikâr olan birtakım fikir fukaralıklarına sarılan bir Babacan’ın bu yaptığı yaşayan ölülerle dans değilse nedir?
Yanılıyorsam, ne âlâ! Memnun bile olurum, keşke yanılsam. Ancak yanılmıyorsam ve Ali Babacan ile ekibi – tıpkı Fransa’da Macron’un yaptığı gibi – milliyetçiliği bir “cüzzam salgını”, milliyetçileri de “cüzzamlı” telakki edecek ve 20.yüzyıl sürümü politik doğrucu liberal paradigmayı vudu öğretisinde yansıtıldığı gibi haricî modern “cadılık” merkezleri nezaretinde (ve teşvikiyle) yeniden diriltmeye çalışacaksa, o hâlde ülkelerini bu yıkıcı eğilimlere karşı savunmak isteyenler de kendi mücadele el kitaplarını yazar ve üretirler. Zira Türkiye’nin artık “yetmez ama evet’çi” kaypaklığına, iyi niyetli tatlı su saflığına, kronik borç ekonomisine, milliyet düşmanlığına, hülasa dizginlenemez liberal bilmişliğe tahammülü kalmamıştır; ne manen, ne de madden.
Ahmet Davutoğlu’ndan beklenen “mea culpa”
“Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin seçilmiş son Başbakanı” unvanıyla Ahmet Davutoğlu son olarak yaptığı “Terörle mücadele defterleri açılırsa birçok insan, insan yüzüne çıkamaz” itirafıyla gündeme geldi. Muhalif kanattan “açıkla!”, “konuş!”, “Türkiye’ye bir faydan dokunsun!” tepkileriyle karşılaşan Davutoğlu, AK Parti ve Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) cephesinin şimşeklerini de bir kez daha üzerine çekmiş oldu.
Siyasî tutumlarını bir kenara bırakarak söylemeliyim ki Davutoğlu, Babacan’a kıyasla çok daha cesur ve atak davranıyor. Bilindiği gibi Davutoğlu’nun sevenleri kadar sevmeyenleri de var ve her grup eşit derecede fanatik bir tarzda savunduğu görüşe tutunuyor. Davutoğlu’nu seven çok seviyor, sevmeyen de hiç sevmiyor. Bu anlamda Babacan figürüne nispetle Davutoğlu’nun yarattığı gerçeklik çok daha keskin ve nettir.
Nesnel planda ele alındığında, ben Davutoğlu’nun Türkiye’de rahmetli Bülent Ecevit’ten sonra Başbakanlık koltuğuna oturan en donanımlı Başbakan olduğunu düşünüyorum. Lâkin aynı Davutoğlu yakın tarihte Türkiye’nin başına en marazî dertleri açmış olan bir siyasetçidir aynı zamanda. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni dünyanın yarısıyla, komşularımızın ise neredeyse tamamıyla kanlı-bıçaklı duruma getirmiş, Suriye Savaşı’nda tüyler ürpertici gaflara ve hatalara imza atmış, Haziran-Kasım 2015 döneminde cereyan eden korkunç terör olaylarını – son açıklamasına rağmen – açığa kavuşturamamış ve en önemlisi 1 Kasım 2015 tarihinde elde ettiği %49,5’lik seçim başarısına rağmen Başbakanlık görevinden el çektirildiğinde kati suretle en ufak bir direnişin emarelerini dahi göstermekten âciz kalmıştır. Demek ki siyasette bilgi ve dahi entelektüel kabiliyetler manzumesi bazen kâfi gelmemekte, büyük çıkmazları da beraberinde getirebilmektedir.
Akademisyen kimliğine sadık kalan “Hoca” lakaplı Ahmet Davutoğlu 31 Mart seçimleri müteakip Nisan ayında kişisel sosyal medya sayfasından bir manifesto yayınlamış ve söz konusu metinde özetle Cumhurbaşkanı’nın aynı zamanda parti genel başkanlığını yürütmesinin sakıncalı olduğunu, Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi’nin bu düzlemde bir dizi reformlara tâbi tutulması gerektiğini, AK Parti-MHP ittifakının partiye zarar verdiğini ve parti tabanını erittiğini, beka söyleminin ülkenin demokrasi kültürünü zayıflattığını, ekonomik kriz ortamının inkâr edildiğini ve siyasetçilerin ailelerinin siyasete müdahil olmaya başladığını söylemişti. Manifesto Cumhurbaşkanı Erdoğan nezdinde herhangi bir karşılık bulmadığı gibi, Davutoğlu’na karşı öfkenin daha da billurlaşmasına vesile oldu.
Geçtiğimiz Temmuz ayında bazı gazetecilerle yaptığı YouTube programı aslında Davutoğlu için altın tepside sunulmuş bir fırsattı. Düşürülen Rus uçağından Suriye Savaşı’na, içeride vuku bulan terör eylemlerinden bizzat yürüttüğü koalisyon görüşmelerinin niçin akamete uğradığına (veya uğratıldığına) kadar geniş bir yelpazedeki konu başlıklarına dobra bir yaklaşımla değinebilirdi. Olmadı ve bence Davutoğlu canlı yayın performansıyla – en azından içerik bağlamında – sınıfta kaldı. Ne var ki dün akşam TV 5 televizyonunda yayınlanan programda Davutoğlu çok sarih bir tutum benimsedi. AK Parti’nin “içeriden” ıslah edilemeyeceğini, kendisini “tarihten” ihraç ettiğini ve bu anlamda “yeni bir yolun” yani yeni bir partinin kaçınılmaz olduğunu söyledi.
Aslında toplum “yeni parti” kararından evvel Davutoğlu’ndan harbi, samimî ve muhlis bir “mea culpa” (benim günahım/suçum itirafı) açıklaması bekliyordu – hâlâ da bekliyor. Görebildiğim kadarıyla Davutoğlu henüz kendi oto-kritiğini, muhasebesini tam anlamıyla yapabilmiş değil. Örneğin Suriye konusunda Davutoğlu, “Suriye’yle ilgili tüm olumsuzluklar benim üzerime yıkılmak isteniyor” diyor. Peki, acaba kendisi gerekli dersleri çıkardı mı? Davutoğlu şayet siyaset yapmak istiyorsa ve bu anlamda bir iddianın taşıyıcılığını üstlenecekse iğneyi evvelâ kendisine batırması gerekmez mi? Diğer kurum ve şahsiyetleri suçlamak suretiyle yürütülen – nispeten haklı tarafları da olsa – bir savunma stratejisi henüz meselenin idrakine varılamamış olduğuna delalet eder.
Mevcut AK Parti iktidarı, hataları ve kusurlarıyla birlikte, Suriye’de bugün belli bir “U dönüşü” yapmaktadır. Astana süreci, askerî istihbaratın Şam yönetimiyle yürüttüğü bazı görüşmeler, “katil Esed” söylemlerinin bir süredir rafa kaldırılmış olması gibi hâl ve durumlar iktidarın bilinçlendiğini gösteriyor. Ahmet Davutoğlu ise konuşmalarının geneli itibariyle hem sorumluluk üstlenmemekte diretiyor hem de “suçu” kendi payına kabullenmek yerine ilgililer arasında paylaştırma derdiyle davranıyor. Bu anlamda Davutoğlu önce topluma karşı biriktirdiği ahlâkî borcun asgarî tutarını ödemeye odaklanmalıdır. Her ne kadar geçmişte yaşadığımız ve yaşamaya devam ettiğimiz birtakım devasa sorunların neden olduğu yaraları tam anlamıyla saramayacak olsa da, Davutoğlu Türkiye’deki 81 milyon insana karşı kapsamlı bir “mea culpa” borçludur ve bu egzersizi yapmaksızın bir arpa boyu kadar yol alamayacaktır.
Hortlaklarla mücadelenin sınırları
Gül-Babacan ikilisi 2001 krizinde sistem muktedirlerinin Kemal Derviş opsiyonunu 21.yüzyıla ve günümüze aktarmak niyetinde. Göreve geldiğinde “Derviş’in programını devam ettireceğiz” diye övünen Babacan’ın yakın çevresine “2002 yılının AK Parti’sine dönmek istiyoruz” dediği konuşuluyor. Dolayısıyla aslına bakarsanız AK Parti’den bir organik kopuş mevzubahis değildir. AK Parti iktidarına karşı farklı bir AK Parti versiyonuyla mücadele edilebilir mi? Çok zor. Dahası, bu çizgi ve tutumuyla Babacan’ın küresel tasavvurlardan ve beynelmilel nazariyelerden hareketle fraksiyoner dürtülerle hareket ettiği sonucuna rahatlıkla varılabilecektir.
“Kışkış liberalizm kışkış” şiarıyla ağrılık merkezi Avrupa ile Asya’da konumlanan ve Batı’nın kalbinden Latin Amerika’nın en ücra köşelerine değin aldatmacalı sistemleri kasıp kavuran yeni bir insanlık medeniyeti doğum sancıları çekerken, Babacan çöken eski küresel düzenin hırıltılı nefeslerine oksijen pompalayabilmenin peşinden koşmayı tercih ediyor.
Öte yandan Davutoğlu şimdilik zamanın 2016’da durduğu yanılsamasıyla hareket etmeyi yeğliyor ve özeleştiriden kaçıyor. Oysa Davutoğlu’nun önünde “bıraktığı yerden yeniden başlamak” gibi bir opsiyon yok. Bu anlamda Davutoğlu’nun da sıyrılması gereken hortlaklar mevcut. Nedir bunlar? Eski düşmanlıkların, kinlerin, hırsların ve kibirlerin tezahürleri.
Taklitlerin, fraksiyonların, “aklanma” hareketlerinin, çürüyen fikir sistemlerinin uzantılarının Türkiye’nin dertlerine merhem olamayacağı açıktır.
Hortlaklardan medet ummak yerine, bugün yürüyüşte olan zamanın ruhunu yakalamaya çalışmak daha makul bir seçenek olmaz mı?
* Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish