Hamza Yusufların çokkültürlü Britanya'sı

Hasan Ayer Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: Reuters

Birleşik Krallık'ta Hint azınlığın bir parçası olan Rishi Sunak'ın seçilmesinden sonra İskoçya'da da etnik azınlık mensubu bir siyasetçi liderlik yarışını kazandı.

Hamza Yusuf, İskoçya'nın ilk Müslüman başbakanı oldu. Britanya, alışılmadık bir biçimde ulusal siyaset ve ulusal liderlik konusunda kültürel çeşitliliğin bir problem olmadığını dünyaya bir kez daha gösterdi.

Aslına bakılırsa bu gelişmeler, Britanya çokkültürcülüğünün ve etno-kültürel farklılıklara duyarlı politikaların faziletleri ile ilgili çok şey söylediği gibi ulusal farklılıkların ortak bir aidiyet hissini baltalamak için zorunlu olmadığını da gösteriyor. 

Britanya'nın etnik ve dinsel çeşitliliği ülkenin imparatorluk geçmişi ile bağlantılı olduğu gibi dekolonizasyon ve göç süreci ile de yakından ilişkili.

Bu açıdan, Commowealth'in en önemli miraslarından biri, etnik azınlıkların Britanya kimliği üzerinde güçlü bir hak iddiasında bulunmuş olmalarında yatıyor.

Böylesine bir hak iddiası, "Britanyalılık" kimliğini tartışmaya açarak farklılıkları bünyesinde barındıracak bir genişleme sürecine soktu.

Bu genişleme süreci de günün sonunda ülkedeki ulusal azınlıklara mensup kişilerin siyasette söz hakkına sahip olabileceği bir bağlam yarattı. 

Bu inceleme yazısının temel amacı, savaş sonrası dönemde ortaya çıkan yeni bir olgu olarak Britanya çokkültürlülüğünün bir taslağını sunmak ve bu gelişmelerin temel noktalarını göstermek.

Bu bağlamda, son günlerde kaleme alınan yazılardan farklı olarak bu makale, Sunak ve Yusuf'un ne tür bir ideolojik vizyona veya siyasi ajendaya sahip olduğunu göstermeyi amaçlamıyor.

Temel motivasyonum, etnik-azınlıklara mensup siyasetçilerin Britanya toplumundaki yerini ve kökenlerini daha iyi anlamak adına savaş sonrası dönemde Britanya çokkültürlülüğünün hukuki ve siyasi bağlamını ortaya koymak. 

Bütün bunlarla bağlantılı olarak, Commonwealth göçü sonrası Britanya'nın sosyolojik dönüşümü, göçmenlerin siyasal aidiyetleri ile ilgili meseleler ve "Britanyalılık" kimliği ile ilgili tartışmalar da ülkeye özgü çokkültürlülüğün yapısını net bir biçimde aktarmak için incelenecektir.

Umuyorum ki modern Britanya'nın ırksal çeşitliliğinin kısaca tarihsel bir analizini sunmak, Britanya siyasetinde bugün yaşananların arka planını anlamaya ışık tutacaktır.

Dahası, böylesi bir tarihsel analiz, Sunak ile Yusuf'un liderliklerine giden yolun ve ülkeyle kurdukları bağı yaratan sürecin düşünüldüğü kadar toz pembe olmadığını da gösterecektir. 


Çok-ırklı Britanya'nın kökenleri 

Britanya'nın çok-etnikli yapısına dikkat çekmek isteyen birçok yazar, ülkenin her zaman çokkültürlü bir yapıda olduğu iddiasını haklı çıkarmak için çaba sarf etmiştir.

Gerçekten de Britanya'daki ilk siyah toplulukların varlığı 16'ncı yüzyılın başları ile 18'inci yüzyılın sonlarına kadar götürülebilir.

Asyalı toplulukların Britanya'ya gelişi de benzer şekilde II. Dünya Savaşı'ndan önceki Yüzyıllara kadar götürülebilir zira 16'ncı yüzyılda liman bölgelerinde Siyah topluluklara ek olarak Asyalılar da görülmektedir.

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Öte yandan, bu gruplar söz konusu yıllarda yerleşik nüfusun çok küçük bir bölümünü oluşturuyordu.

Doğal olarak bu anlatıda bazı sorunlar bulunuyor. Örneğin, Siyahlar ile ilgili son araştırmalar, Britanya'nın Siyah nüfusunun o dönemlerde kayda değer ölçüde az olduğunu göstermektedir.

Benzer şekilde, Hint komünitelerine mensup bireyler ile ilgili de aynı veriler bulunuyor. İkinci Dünya Savaşı'na kadar olan dönemde sadece ve sadece Hint bebek bakıcıları (ayahlar), Hint denizciler (lascar) ve eğitim amacıyla Britanya'ya gelen Hint öğrencilerden oluşan küçük gruplar vardı (Spencer, 1997, 63).

Bu bağlamda, Afrika ve Hint alt-kıtasından gelen topluluklar bu yıllar içerisinde toplum içerisinde varlık bulsa da asıl genişleme 19'uncu yüzyılın ortalarında gerçekleşecekti.

19'uncu yüzyıla gelindiğinde, Britanya artık Ortadoğu, Çin ve Karayipler'den de göç almaya başlamıştı (Desai).

19'uncu yüzyılda bu toplulukları harekete geçiren birçok neden bulunsa da özellikle Hintlileri harekete geçiren ana sebep, ülkedeki modern gemicilik endüstrisinin gelişmesiydi.

Gemicilik endüstrisindeki gelişmeler denizcilerin Britanya'ya akın etmesini sağlamasına rağmen, 20'nci yüzyıl tecrübesi; bilhassa I. Dünya Savaşı, dikkate alınması gereken en önemli sebepti:

Savaş, Asyalı ve Siyah nüfusun artmasında çok etkili olmuştu zira İngiliz hükümeti, askeri sebeplerden ötürü Siyahlara iş imkanı sunuyordu.

Bütün bu gelişmeler bağlamında 1919'a kadar geçen süre boyunca, Asyalı ve Siyah denizciler sayıca fazlalaşmaya başladılar.

Beyaz olmayanların sayısındaki bu artış, dönem içerisindeki İskoç denizcilerin hoşnutsuzluklarında görülebiliyordu.

Dolayısıyla, sivil toplumda hem ekonomik hem de ırkçı saiklerle beyaz olmayan denizcilere yönelik yaygın bir ayrımcılık olduğu açıkça hissedilmektedir.

Beyaz olmayan göçmenlerin sayısındaki bu artış, İngiliz hükümetinin de dikkatini çekmişti. Hükümet bu yaşananlara karşılık olarak dışlayıcı ve göçmenlere dönük önyargıları pekiştiren politikaları tatbik etmeye kalkıştı.

Aslına bakılırsa İskoç denizcilerin tepkilerinde de görülebileceği gibi o dönemlerde ülkeyi bu sürece götüren toplumsal nedenler vardı:

Glasgow, Londra, South Shiled, Liverpool ve Cardiff'te ırklar arası şiddet eylemleri yaşanmaya başlamıştı.

Buna karşılık olarak İngiliz Hükümeti ise beyaz olmayan denizcilerin sosyal ve ekonomik açıdan gelişmelerini kısıtlayan bir tür örtük göç politikası uyguladı.

Bu dönemde İngiliz Hükümetinin temel amacı, Asyalı ve Siyah yerleşimcilerin ülkeye girişini kısıtlamak ve kalıcı yerleşme olasılığını önlemektir. 

Örneğin, 1920 tarihinde bir Yabancılar Kararnamesi (the Aliens Order of 1920) yayınlandı ve Siyah denizcilere birçok zorluk çıkarıldı (Dummett, 1976 21). Ancak kararname tam bir kontrol sağlayamadığı için tepkilerin hedefi haline gelmişti.

Dahası, yüksek işsizlik oranı ve diğer ekonomik faktörler de göç kısıtlamalarına gidilmek istenmesinin nedenlerindendi.

Öte yandan, bu eğilimlere rağmen dönem boyunca açık açık bir geri dönüş politikası uygulamaya konmadı. 

Bu durumun yaşanmasında tarihsel açıdan mühim iki önemli sebep bulunuyordu:

  1. Hükümet denizcileri zorla gönderecek tam yetkili yasal imkanlardan yoksundu.
  2. Böyle bir politikanın siyasi yansımalarından ve Britanya'nın küresel konumunun sarsılmasından korkuluyordu.

Bu bağlamda, İngiliz Devleti'nin Birinci Dünya Savaşı nedeniyle çağırdığı denizcileri araçsallaştırdığı açıkça görülmekteydi ve yukarıda da değinildiği üzere, bu grupların kalıcı olarak yerleşmesinin önüne çok sayıda yasal engel çıkarılmaya çalışıldı.

Ekonomik faktörlerin yanı sıra, ırkçı güdüler de bu süreçte başat rol oynamıştı. 

Dahası, Beyaz olmayan denizcilere ve onların kalıcı yerleşim taleplerine yönelik devlet bazında yerel ve merkezde yoğun hoşnutsuzluklar söz konusuydu.

Yazının bir sonraki bölümünde de görüleceği üzere, İkinci Dünya Savaşı deneyimi de benzer hoşnutsuzlukların ve politikaların sergilendiği bir dönemdi.

İngiliz hükümeti kapsayıcı ve çoğulcu bir politika dizisi sunmak yerine, aynı yöntemleri uygulamaya ve arttırarak güçlendirmeye devam etmişti.

Ancak ilerleyen bölümde görüleceği üzere, İkinci Dünya Savaşı deneyimi bu grupların Britanya'ya kalıcı olarak yerleşmesinde ve ülkenin gerçekten çokkültürlü bir yer olmasındaki yegane faktördü. 

Özetlemek gerekirse:

(a) İngiliz Hükümeti, Beyaz olmayan denizcilerin Birinci Dünya Savaşı'nda gösterdikleri çabadan sonra bile bu toplulukların ülkeye girişini kabul etmekte oldukça isteksizdi.

(b) Geri dönüş politikaları, denizcilerin kalıcı yerleşimlerini kısıtlamak için sistematik olarak teşvik edilmekteydi.

(c) Hem sivil toplumda hem de resmi makamlarda bu topluluklar sağlıklı bir şekilde tanınmıyordu.

(d) Britanya, İkinci Dünya Savaşı öncesine ve savaşın bitimine kadar çokkültürlü bir ülke olarak değerlendirilemez. Ekonomik kaygılarla gelen ve resmi makamlarca sıkı takibe ve geri göndermeye tabi tutulan sayıca az kişiler üzerinden bir anlatı inşa etmek, ülkenin İkinci Dünya Savaşı deneyimi öncesinde çok uluslu bir karaktere sahip olduğu iddiasına dayanak olamaz.


Çok-etnikli Britanya'ya yaklaşırken: İkinci Dünya Savaşı

İki savaş arası dönemdeki göç politikaları ve İngiliz Hükümeti tarafından alınan önlemler, Britanya'daki ırk ilişkilerini ve çokkültürlülüğün gelişimini anlamak açısından oldukça önemlidir.

1945-1950 yılları arasında yürürlüğe konan çeşitli reformlar ile savaş sonrası dönemde ortaya çıkan gelişmeler modern çokkültürlü Britanya'nın temellerini attı. 

Ashcroft ve Bevir gibi akademisyenlerin de belirttiği üzere, İngiltere bu dönemde açık sınır politikaları uyguladı ve bu politikaları dekolonizasyon sürecinin yarattığı tehditlere karşı bir çözüm olarak görmüştü (Bevir, 2017, 17).

İmparatorluğun çöküşü ile başlayan süreçte bir çeşit Commonwealth ideali oluşturmayı hedefleyen İngiltere; idari, hukuki ve siyasi birçok düzenlemeyi hayata geçirdi.

Bu reformların bir kısmı ulusal kimliğin sınırları ve siyasi sadakatle ilgiliyken, bir kısmı da göç politikalarıyla ilgiliydi.

Commonwealth ilişkilerini güvence altına almaya çalışan ve Britanya'nın tebaaları için ana ülke olduğunu teyit eden Civis Britanicus Sum ve "Britanya İstisnacılığı" fikri dönem boyunca vurgulanmıştı.

Konu ilk bakışta dekolonizasyon süreci ve erozyona uğramış imparatorluk algısıyla ilgili olsa da işgücü kıtlığıyla bağlantılı ekonomik faktörler de Britanya'nın bu reformları uygulamasında derin bir etkiye sahiptir. 

Ancak dönem boyunca teori ve pratik arasında ciddi bir çatışma da söz konusuydu:

İdari politikalar teorik olarak Civis Britanicus Sum fikrini desteklerken, beyaz olmayan tebaanın ülkeye giriş ve yerleşme hakkını kısıtlamanın yollarının da arandığı açıkça hissedilmektedir (Bevir, 2017, 11).

Bu dönemde göç politikasının şüpheli bir yapısı vardı. İşçi Partisi Hükümeti, Avrupa'dan gelen yabancıların göçünü kolaylaştırma çabasındayken, sömürgelerden gelen kendi vatandaşlarının girişini engellemenin yollarını arıyordu (Miles, 2019, 432).

Bu bağlamda, İngiltere'nin Beyaz olmayanların göçünü engellemede tıpkı geçmiş yıllardakine benzer yöntemleri benimsediği görüldüğü gibi meselenin ırkçı dürtülerle ivmelenen bir yönü de bulunuyordu.

Bu bağlamda, İngiltere'nin göç politikaları ve Commonwealth idealine ilişkin teori ve pratikteki çelişkilerini ortaya koymak ve ulusal kimliğin yasal sınırlar içerisinde nasıl yeniden şekillendiğini anlamak için 1948 tarihli İngiliz Vatandaşlık Yasası (British Nationality Act 1948) oldukça önemlidir.

1948 yılında yürürlüğe giren Vatandaşlık Yasası'ndan önce İngiltere'de hukuki anlamda geniş bir vatandaşlık tanımı bulunmuyordu.

Vatandaşlığın sınırları ve kimin "biz", kimin ise "öteki" olduğunun yasal dayanağını İngiltere buna borçlu. 


Dönüşen yurttaşlık: İngiliz Vatandaşlık Yasası 1948 (İVA 1948)

1948 yılında yürürlüğe giren Vatandaşlık Yasası, vatandaşlığı dönüştürerek Britonları ve Britanya'nın sömürgesi olan tebaaları içeren yasal bir statü yarattı ve 1948-1962 yılları arasında 500 bin Beyaz olmayan İngiliz tebaası yasa kapsamında Birleşik Krallık'a giriş yaptı. 

Aslında Yasa'nın ortaya çıkmasının göç politikalarıyla bir ilgisi bulunmuyordu.

Asıl mesele, Kanada'nın İngiltere'ye rağmen o dönemde kendi vatandaşlık mevzuatını gündeme getirmesiydi ve bu mevzuatın İngiltere için tehdit edici yönlerinin bulunmasıydı (Hansen, 1999, 78):

a) Mevzuat, İngiliz tebaasının bütünlüğünü ve aidiyet hissini zayıflatabilirdi 
b) Commonwealth ile "İmparatorluk" arasındaki bağı ortadan kaldırabilcek bir etki oluşturabilirdi

Kanada'nın çıkardığı mevzuat, siyasetçiler tarafından İmparatorluk ve Commonwealth genelinde "tebaanın bölünmezliği doktrinini"nin ihlali olarak değerlendirilmekteydi.

Ayrıca, dominyon milliyetçiliğinin harekete geçme ihtimali de vardı zira Kanada, Avustralya ve Güney Afrika'nın bağımsızlıklarını savunan milliyetçi söylemler 1945 sonrası dönemde revaçtaydı.

Kanada'nın aldığı karar İngiliz siyasetçileri tarafından anayasal bir kopuş olarak değerlendirilse de günün sonunda dominyon milliyetçiliğinin ayrılıkçı eğilimleri teşvik etme potansiyeli, İngiliz hükümetini tüm tebaası için ortak bir statü yaratmaya sevk etmemişti.

Tam da bu nedenle 1948 yılında Vatandaşlık yasası yürürlüğe girmişti zira hükümetin bu korkuları aşmak için modern bir vatandaşlık sistemine dayanan ortak bir statü inşa etmesi gerekiyordu.

İVA 1948 yürürlüğe girmeden önce vatandaşlığın yasal bir dayanağı yoktu. Bu bakımdan İVA 1948, Britanya tarihinde "biz" ve "onlar" ayrımını yapan klasik ulus-devlet kategorizasyonuna dayalı modern bir vatandaşlık tanımını hukuki bağlamda hayata geçirmişti.

İVA sayesinde Britanya, Commonwealth'in başı olarak gücünü ve yerini muhafaza etmekteydi.

Öte yandan, bazı siyasiler yasayı, yüz binlerce Britanya tebaasına ülkeye serbestçe girme hakkı tanıdığı için eleştirmişti. İşte tam da bu tanınan haktan ötürü çokkültürlü Britanya'nın temelleri atılmıştı…
 


Göç ve İngiliz Vatandaşlık Yasası 1948

Yukarıda açıkça görüldüğü üzere, İVA'nın temel amacı göçle ilgili değildi. İngiliz hükümeti ortak statüye gelebilecek zararı ve bunun sonucunda ortaya çıkabilecek siyasi ve hukuki boşluğu önlemek için böyle bir yasa yapma zorunluluğu hissetmişti.

Ancak Yasa'nın göç olgusu üzerinde güçlü bir niyetlenilmemiş sonucu oldu. İVA, Birleşik Krallık'a beyaz olmayan ülkelerden gelen bir kitlesel göç ihtimali yaratmıştı (Dummett, 1976, 51). 

Öte yandan, İşçi Partisi ve Muhafazakar Parti hükümetleri gayri resmi yollarla beyaz olmayanların göçünü engellemeye çalıştı. Hükümet, Civis Britanicus Sum söylemini ortadan kaldırarak Eski ve Yeni Commonwealth göçmenleri arasında ayrım yapmaya çalışıyordu (Kumar, 98).

Bununla birlikte, Yeni Commonwealth'den gelen "beyaz olmayan" kitlelerin ülkeye girişini kısıtlama eğilimleri özel toplantılar şeklinde yürütülüyordu.

Dönem boyunca hem muhafazakar parti içinde hem de sivil toplumda ırkçı eğilimler açığa çıksa da, 50'li yılların sonuna kadar göç kısıtlamaları resmi ölçekte uygulanmadı.

Sosyal demokratlar ve muhafazakârlar için durum, Commonwealth ilişkilerinin korunmasının artık önem arz etmediği bir aşamaya gelene kadar böyleydi.

Ancak yukarıda da vurgulandığı üzere dönem boyunca ırkçılığın kamusal ve siyasal dolaşımda olmadığını iddia etmek oldukça zordur.

Örneğin, savaş sonrası ekonomik istikrarsızlıklar ve hükümetin işgücü açığını karşılamak için Avrupalı göçmen arayışına gidilmesi bunun bir göstergesiydi.

Yani, ekonomik nedenlerle Britanya'ya gelen Avrupalı göçmenler, Yeni Commonwealth'dekilere kıyasla daha değerliydi.

İVA'ya dönük görüşmeler bağlamında ırk meselesi, politikacılar arasındaki tartışmalarda da dile getirilmekteydi. Avrupa ırkı "güçlü ve değerli bir stok" olarak görülürken, Beyaz olmayan göç ise ırk temelli kaygılar nedeniyle istenmeyen bir durum olarak görülmekteydi.

Temelde bu eğilimlerin arkasındaki ana sebep, Beyaz olmayan göçmenlerin topluma kolayca uyum sağlayamayacağına dönük şüphe ve bu insanları "Britanyalılık" şemsiyesi altında değerlendirmenin olası zorluklarıydı (Collins, 1959, 87).

Örneğin muhafazakar siyasetçi David Renton gibi bazı politikacılar, anglofon köklere dayalı bir yaklaşımın Britanya için daha uygun olduğunu düşünmektedir. 

Renton gibi muhafazakâr siyasetçiler, sömürgelerdeki yerli halkların "ilkel" doğasına dikkat çekiyor ve onları Britanya'ya bağlı tutmanın zorluklarına atıfta bulunuyorlardı.

Bu fikrin savunucuları, bu grupların toplumla etkileşimlerinin ve siyasi aidiyetlerinin "tebaalık" düzeyinde olması gerektiğini ileri sürüyorlardı.

Bu yaklaşıma göre, modern anlamda bir vatandaşlık tahayyülü, bu grupların siyasal aidiyetlerini zayıflatacak ve siyasi kurumlara dönük bağlılıklarını aşındıracaktı.

Ancak bu görüşleri savunan muhafazakârlar açık açık resmi bir göç kısıtlaması çağrısında bulunmamaktadır.

İngiliz hükümeti özel görüşmelerde Birleşik Krallık'a giriş hakkını tartışsa da radikal bir göç kısıtlamasını gündeme getirmiyordu.

Ancak bu durum göç kısıtlamalarının hiç uygulanmadığı anlamına gelmiyor. Örneğin Sömürge Ofisi (The Colonial Office) ve Jamaika hükümeti, İngiliz Hükümeti ile işbirliği yaparak Beyaz olmayan göç akınlarını engellemek için birçok yol denedi. 

İngiltere'de 1950'lerin sonuna kadar yaşananların aşağı yukarı böyle olduğunu söylememiz yanlış olmaz. Ancak açık bir göç kontrolünün olmadığı bu dönemden sonra işler değişecekti.

Commonwealth ile ilişkilerin siyasi olarak öneminin azaldığı 50'li yılların sonuna doğru, kamuoyunda ve siyasetçiler arasında göç ve ulusal kimlik gibi meseleler üzerine yeni öneriler gündeme geldi.

İşte hikaye burada değişecek ve Britanya kendine özgü ve bir o kadar da ikircikli bir doğaya sahip çokkültürcü modelle tarih sahnesindeki yerini alacaktı. 


1962-1970 arası dönem: Göç kontrollerine rağmen içerideki çoğulculuğu korumak

1960'lara gelindiğinde, Britanya'nın Commonwealth ilişkilerini koruyamayacağı anlaşıldı ve bu da "Civis Britanicus Sum" bağlamında Britanya İstisnacılığının altını oymanın yolunu açtı.

60'lardaki gelişmeler Britanya'ya özgü farklı bir çokkültürcülük tipi yarattı:

Ülke, sert bir biçimde dış göç kontrolleri uygulamasına rağmen içerideki kültürel çoğulculuğu kabul etti. Bu da ikircikli bir tabiata sahip bir çokkültürcülüğe yol açtı.

Bu çokkültürcülük anlayışı, hukuki ve sivil vatandaşlık haklarını destekliyordu. Bu bağlamda, göç kısıtlamalarını salık veren, öte yandan da iç çoğulculuğu koruyan ikircikli bir çokkültürcülüğün geliştiğini söyleyebiliriz. 

1958'de Nottingham'da ve daha sonra ise Notting Hill'de başlayan protestolar ve bunların sivil toplum ile siyaset üzerindeki etkisi, İngiliz hükümetini oldukça zor bir durumda bırakmıştı.

Protestoların başlamasıyla ortaya çıkan toplumsal histeri, göç kontrolü için haklı bir gerekçe olarak kullanılabilirdi.

Ancak bu, hükümetin bir panik havasına sürüklendiği izlenimi yaratabileceği için reddedilmişti.

Dahası, göç kısıtlamaları İngiltere'nin uluslararası toplumdaki prestijini ve konumunu zayıflatabilirdi zira hükümet Beyaz olmayan uluslararası kamuoyunda hoşgörüsüz bir "İngiliz erkeği" portresi çizilmesinden korkuyordu.

Bu bağlamda, göçmenlere karşı artan kamuoyu direnci, Muhafazakar ve İşçi Partili politikacıları, göçmenlerin entegre edilebileceği varsayımını yeniden düşünmeye itti.

Geçmişte göçü caydırmak için uygulamaya konulan gayrı resmi politikaların yetersizliği ve buna bağlı olarak toplumda hem ekonomik hem de etnik-kültürel temelde ortaya çıkan rahatsızlıklar, hükümeti sert bir dış göç kontrolü politikasına zorladı.

Tüm bunları göz önünde bulunduran Muhafazakar hükümet, 1962 tarihli Commonwealth Göç Yasasını (Commonwealth Immigration Act 1962) kabul etti.

62'de yürürlüğe giren yasa, Commonwealth ve kolonilerinden yerleşmek üzere Birleşik Krallık'a girmek isteyen tüm bireyleri bir çalışma belgesi bağlamında yasal mevzuata tabi kılıyordu.

Ülkeye giriş yapmak isteyenler şu gereklilikleri sağlamak zorundaydı:

  • Commonwealth ve kolonilerinden Birleşik Krallık'a yerleşmek için gelmek isteyenlerin bir işe sahip olması şarttı
  • Özel becerilere sahip olmalıydılar
  • Sayıları belirlenecek olan büyük bir grubun parçası olmalıdırlar.

Commonwealth Göç Yasası (CGY 1962), modern çokkültürlü Britanya'nın temel taşlarını anlamak açısından oldukça önemlidir.

Nitekim bu yasanın aslında temel amacı Britanya'nın çok-etnikli bir ülke olmasını engellemekti. Ancak uygulamaya konulan yasa, amacının aksinde farklı bir sonuca yol açtı.

62 tarihinde yürürlüğe giren yasa sayesinde sayıca küçük orandaki Asyalı ve Siyah komüniteler önemli bir nüfusa dönüşecek ve Britanya'nın güçlü bir çokkültürlü rejime sahip olmasına yol açacaktı.

Örneğin, CGY 1962 geçici olarak yerleşen bireylerin Britanya'da kalıcı olarak kalmaya karar vermelerini teşvik eden bir yapıdaydı ve ayrıca ailelerin birleşmesine yol açarak Güney Asya nüfusunun artmasına neden olmuştu. 

Spencer, CGY 1962'nin Britanya'ya giren Asyalı ve Siyah göçmenlerin sayısında tarihsel bir artışa yol açtığına işaret ediyor (Spencer, 1997, 157).

Görüldüğü üzere, bu yasa göçü kısıtlama amacı taşısa da yürürlüğe girmeden önce ülkeye giren Asyalı ve Siyah bireyler aileleriyle birlikte artık kalıcı olarak yerleşebiliyordu.

Bu açıdan, yeterlilikleri sağlayan birçok göçmen Britanya'ya girebilmekte ve ailelerini de yanlarına alarak önemli bir nüfusa sahip olma yolunda ilk adımı atmaktaydılar. 


Öte yandan, göçü kısıtlamayı amaçlayan bu türden adımlara ek olarak İşçi Partisi hükümeti, aynı dönemde kültürel çoğulculuğu merkezine alan güçlü bir çokkültürcü rejim kurmak için bazı yasalar çıkardı.

Örneğin 1965 yılında yürürlüğe giren Irksal İlişkiler Yasası (Race Relation Act) ile İngiliz hükümeti, ırk temelli nefret söylemini kamusal alandan uzaklaştırmak ve sivil toplumu kültürel çeşitliliği kucaklayan bir bağlama taşımak için birçok adım attı.

İngiliz hükümeti 1968 ve 1976 yıllarında çıkardığı benzer yasalarla hem yerel hem de ekonomik anlamda ayrımcılıkla mücadele etmenin yollarını aradı.

Temel motivasyonunu kültürel farklılıklara rağmen ortak bir kamusal yaşam yaratmaya adayan İngiliz hükümeti, farklı bir çokkültürlülük türü ortaya koymuştu.

Dahası, sivil toplum alanında ırksal eşitliğe dayalı sosyal demokrat ve liberal fikirlerin yaygınlaştırılması amacıyla yerel bazda kültürel eşitliği teşvik eden komisyonlar kurulmuştu ve sosyal demokrat siyasetçilerin evrensel ilkelere yaptıkları vurgularla çokkültürlü entegrasyon modelleri desteklenmekteydi

Bu bağlamda, demokratik bir sosyo-politik düzene dayalı bir yurttaşlık bilincini savunan sosyal demokrat ve liberal-muhafazakâr siyasetçiler, ortak bir kamusal kültür inşa etmek için anglofon kültüre asimile olmanın gerekli olmadığını açıkça beyan etmişlerdi (Bevir, 2017, 19).


Bu bağlamda, geleneksel "Britanyalılık" anlayışı da iyice sorgulanmaya başladı. Bununla bağlantılı olarak, bazı siyasetçiler vatandaşlığın sınırlarını çoğulcu bir çerçevede kavramsallaştıran ve vatandaşlık tanımını etno-kültürel çeşitliliğe uygun bir vatandaşlık anlayışını desteklemişlerdi.

Melting Pot temelli modelleri reddeden bu tür çokkültürcü bir entegrasyon modeli, sivil toplumda karşılıklı hoşgörüye dayalı bir anlayışı örgütlemekteydi. Bu açıdan entegrasyon da gevşek bir temelde savunulmaktaydı. 

Bu açıdan değişen paradigma, etno-kültürel ve dini azınlıklara yönelik uyum politikalarını da beraberinde getirmektedir.

Azınlık grupları artık kimliklerine duyarlı bir çokkültürcü tanınma politikaları ile karşılaşmaya başladılar.

Sivil toplumdaki azınlık grupları, sosyal demokrat ve liberal eğilimlerin bir sonucu olarak aktivizm yapmaya başlamışlardı.

Çok açık bir biçimde dış göç kontrolünün bedeli, iç politikada kültürel çeşitliliği ve değer çoğulculuğunu savunan bir çokkültürcü rejimdi.

Böyle bir anlayış sadece sosyal demokratlar tarafından değil muhafazakar parti tarafından da savunulmaktaydı.

Homojen bir etno-kültürel anlayışa dayanan ulusal kimlik anlayışının, Commonwealth'den gelen göç akını ile artık muhafazakarlar tarafından bile sorgulandığı net bir biçimde görülmektedir.


Öte yandan, İşçi Partisi ile Muhafazakar Parti arasındaki temel fark, İşçi Partisi'nin göçmenlerin hakları konusunda daha tutarlı bir duruş sergilemesidir.

İşçi Partisi'nin daha göçmen yanlısı bir hattı benimsemesi, İngiliz sosyalistleri içerisindeki hoşnutsuzlukları dengelemek açısından da hayati düzeyde önemliydi.

Bu dönem içerisinde sendikalar, ekonomik kaygılardan ötürü göçmen karşıtı önyargıları pekiştirme eğilimleri taşıyordu.

Öte yandan, sosyal demokrasinin evrensel insan haklarını güçlü bir şekilde savunduğu bir dönemde İşçi Partisi sendikalar üzerinde dengeleyici bir güce sahipti. 

Özet olarak, kısıtlayıcı göç reformlarının bedeli, karşılıklılığa dayalı bir çokkültürlü rejim oldu. Göç kısıtlamaları, beraberinde ülke içi kültürel çoğulculuğun sağlanmasına imkan tanıdı.

Öte yandan, kamuoyundaki söylemlerin ve göçmenlere dönük kısıtlayıcı reformların ırkçı tonlarını görmezden gelmenin asla mümkün olmadığını belirtmek gerek.


Hamza Yusufların ülkesi: Empire Strikes Back?

Pakistanlı bir Müslüman'ın İskoçya'da başkan olmasına geldiğimiz süreç, oldukça çalkantılı ve bedellerin ödendiği bir bağlamda vuku buldu. Yukarıda aktardığımız tarihsel anlatı, bunu net bir biçimde gösteriyor. 

Öte yandan, artık bugün çağdaş Britanya'da şahit olduğumuz şey, Beyaz olmayan göçmenlerin ırksal, etnik, ve dinsel farklılıklar etrafında geliştirdikleri toplumsal ve siyasal mücadeleler ve müzakereleridir.

Britanya toplumunda çoğullukları oluşturan her parça, bütünün bir parçası olmaya, kendi kaderi adına konuşmaya ve bir bütün olarak geniş topluma ilişkin kendi vizyonunu dile getirmeye çabalar bir vaziyette konum almakta. 

Gelinen noktada Britanya, bütün eksiklerine rağmen melezliğe ve farklılıkların ortak bir kamusal vizyon etrafında kenetlendiği dinamik bir yapıya sahip.

Böylesine bir vatandaşlık anlayışı, yurtseverliği ilerlemeye tabi olan ve hep bir çeşit inşa süreci içinde olan dinamik bir sürece bağlıyor. 

Times'ın bu hafta yayınladığı bir haber, Toplumsal ve Ekonomik Araştırmalar Enstitüsü'nün (Institute for Social and Economic Research) raporuna yer veriyor.

Rapor, Britanya'da yaşayan etnik azınlıkların kendilerini "Britanyalılık" kimliği ile etnik İngilizlere kıyasla daha güçlü bir şekilde özdeşleştirdiklerini belirtiyor. 

"Britanyalı olmak sizin için ne kadar önemli?" sorusuna etnik kökene göre 0-10 ölçeğinde verilen ortalama puanlar aşağıda yer alıyor:

Pakistanlı (7,76), Bangladeşli (7,75), Hintli (7,68), Siyah Afrikalı (7,64), Ortadoğulu (7,48), Diğer (7,03), Çinli (6,90), Karayipli (6,89), Melez (6,78), Beyaz (6,58).

Hint kökenli bir liderin Britanya'da, Pakistan asıllı bir liderin ise İskoçya'da göreve gelmesi tam da bu dinamizmi ve farklılıkların ortaklaşma için engel olmadığını gösterir nitelikte.

Bütün bu tarihsel süreç ve yaşananlar, özgül kültürel kimliklere karşı asimilasyoncu olmaksızın kapsayıcı olunabileceğini gösteriyor.

Bu açıdan Sunak ve Yusuf'un zaferi aslında kendilerini aşan çok daha önemli bir zaferi dünyaya ilan ediyor: çokkültürcülüğün zaferi. 

Pakistan kökenli Hamza Yusuf'un İskoçya lideri, Sunak'ın ise Birleşik Krallık Başbakanı olmasıyla birlikte; İskoçların bağımsızlık lehine oy kullanması durumunda, Birleşik Krallık'ın bölünmesine bir Hintli ve bir Pakistanlı karar verecek.

Buna ilahi adalet mi yoksa "Empire Strikes Back!" mi denir, bilemiyorum.

Bildiğim bir şey varsa farklılıkların düşünüldüğü kadar problem teşkil etmediği ve süreç ne kadar çalkantılı geçse de günün sonunda birbirlerine kenetlenmiş güçlü bir ulus olmanın önünü tıkamadığıdır.

Dileyelim de Sunak ve Yusuf tecrübesi dünya uluslarına (Türkiye de dahil), çokkültürlü bir yurttaşlık modelinin ve farklılıklara duyarlı bir ortak değerler sistemine sahip olmanın önemini gösterir. 

 

 

* Hasan Ayer, Ankara Üniversitesi DTCF’den mezun oldu. Temel ilgi alanı siyaset felsefesi ve siyaset teorisidir. Spesifik olarak liberal ve muhafazakâr siyaset teorisi ile çokkültürcülük, hak teorileri, kültür kuramları ve göç teorileri konularında çalışmaktadır.

Kaynakça:

Dummett, Ann. (1976). Citizenship and Nationality. London, Runnymede Trust, 1976.
Hansen, Randall. (1999) "The Politics of Citizenship in 1940s Britain: The British Nationality Act ." Twentieth Century British History, 10 (1), 67-9
H., J., and Sidney Collins. (1959). "Coloured Minorities in Britain. Studies in British Race Relations Based on African, West Indian and Asiatic Immigrants." Population, vol. 14 (3), 583
Miles, Robert. (1989) "Nationality, Citizenship, and Migration to Britain, 1945-1951." Journal of Law and Society, 16 (4), 426
Richard T. Ashcroft & Mark Bevir (2018) Multiculturalism in contemporary Britain: policy, law and theory, Critical Review of International Social and Political Philosophy, 21:1, 1-21
Spencer, Ian R G. (1997). British Immigration Policy since 1939 : The Making of Multi-Racial Britain. London, Routledge.

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU