Küresel ve ulusal çapta devam eden ekonomik kriz ve yüksek enflasyonist ortam, hayatın birçok alanında olduğu gibi, eğitim alanını ve bu alandaki veli, öğrenci, eğitimci ve bir bütün olarak eğitim çalışanlarını derinden etkiliyor.
Derinden etkilenmenin klişe bir tespit olduğu malumun ilamı olmakla birlikte, giderayak kapitalizmin kriz üreden karakteri, yerini; derin yoksulluğa, sistematik reel kaybına, alım gücünün sert düşüşüne oradan da orta sınıfın kaybolmasına kadar giden birçok veçheleri düşünüldüğünde, bu krizin çok boyutlu, ritmik ve katmanlı olduğu da bir gerçek.
Bu gerçeklik kendini pazarda, marketlerde ve sokakta finans sektörünün plaza ve ofislerine kıyasla daha çok hissettiriyor.
Sabit gelirlilerin, yüksek enflasyon ve kriz ortamlarında ücretlerinin tereyağı gibi eriyor olması, mutfaktan ulaşıma, eğitimden barınmaya kadar birçok alanda bireyleri ve aileleri kara kara düşündür(t)üyor.
Ekonomik bir isimlendirme olan sabit gelirliler kapsamına; asgari ücretliler, kamuda çalışanlar, açlık ve yoksulluk sınırının altında yaşayan milyonlarca insanlar, emekliler vs gibi katmanların olduğunu düşündüğümüzde, tüm bu kesimlerin, ekonomik kriz ortamlarında sosyal, siyasal, kültürel, eğitimsel ve ruhsal dünyalarının alt üst oluşları yaşamaları neredeyse mukadder.
Bu mukadderin eğitim alanına ilişkin yansımaları ve yarattığı tahribat okulların açılmasıyla birlikte bugünlerde kendini bariz bir şekilde daha çok hissettiriyor. Çünkü tahribat uzak diyarlarda değil, yanı başımızda, kapıda.
Bu hissedişin en önemli nedeni, anaokuldan üniversiteye kadar okulların açılmasıyla birlikte aileleri sadece eğitim kalemi altında baş gösteren şu alt kalemlerindeki fahiş, insafsız ve astronomik fiyat artışların bizatihi kendisi.
Bu da milyonlarca insanı, ruhsal gerilime ve ne yapacağını bilmez yollara başvurmaya itmektedir maalesef.
Anne ve babaların çocukları için; servis ücreti, kırtasiye masrafları, harçlıklar, yardımcı kaynak alımı, beslenme, okul kıyafeti, kayıt ücreti gibi burada yazılamayan daha birçok eğitim kalemi altındaki harcamalar, sabit gelirlileri borçlanmaya, bankalarda kredi çekmeye, menkul veya gayrı menkul kaynaklarını elden çıkarmaya, birikmiş altın ve dövizlerini bozma gibi yollara itiyor.
Bankalarda sadece "eğitim kredisi" ile değil "tüketici kredisi" adı altında yapılan başvurulara dair istatistikler bile bu tespiti yakıcı bir gerçek olarak sadece suratımıza değil kafamıza da maalesef vuruyor.
Bu her bir vuruşun anne ve babada, çocukta oluşturduğu psikolojik gerilimi ve etkiyi hesaba kattığımızda karşımızda salt zihinsel olarak kafası yorulan değil, ruh dünyası da yorulan bir kitle karşımıza çıkmış oluyor.
Bu kitlenin barınma gibi maliyeti yüksek bir kalem başlığında bile intiharlara, kiracı-evsahibi arasındaki gerginliğe, bireysel silahlı saldırılara, hakaretlere, mahkeme koridorlarına düşmeye varıldığını düşündüğümüzde, bu psikolojik gerilimin sosyal alana yansımalarını hem bugünlerde hem de yakın gelecekte daha çok konuşacağımızdan kimsenin şüphesi olmasın.
Nasıl mı?
Yukarıda zikredilen ekonomik tabirle sabit gelirliler, sosyolojik ifadeyle ortasınıfa dair verileri sıraladığımızda ekonomik krizin ve enflasyonist ortamda bireylerin zihinsel ve ruhsal gerilime düçar olması daha bir anlaşılabilir.
Türkiye'de TÜİK verilerine göre, istihdam edilenlerin sayısı 30 milyon civarında.
Bu istihdamın resmi verilerinde asgari ücretliler 6 milyon, DİSK'in araştırma raporuna göre ise 10 milyon civarında.
DİSK'in aynı raporunda asgari ücretin altında çalışanın 3,4 milyon olduğu bilgisini de ayrıntı değil, dikkat çekici olsun diye not etmekte fayda var.
Evlerimizde bakıcı, okullarda çaycı veya temizlikçi, dershanelerde ve kolejlerde öğretmen, tekstil firmalarında overlokçu, inşaatlarda ise fayansçılara kadar birçok meslek grubunu dillendirelim de kapitalist sistemde "altta görülen" bu kimseleri hem bizim hem de en azından okurun zihninde asılı çengelli iğne olarak kalabilsin.
Türkiye'de emeklilerin sayısı 13 milyon, yoksulluk ve açlık sınırının altında yaşayanların sayısı ise Tüketici Hakları Derneği ile TÜRK-İŞ'in verilerine göre, 51 ile 66 milyon arasında olduğunu doğru kabul edecek olursak şayet, salt eğitim başlığı altındaki harcamalarda bu milyonlarca ailelerin ve bireylerin, ekonomik krizin gölgesinde nasıl bir hayatiyet sürdürmeye çalıştıklarını bir an için aklımızda geçirmeye çalışalım. Son yılların en çok konuşulan barınma, ev-kira üçgenindeki tartışmaları da eklediğimizde memleketin neredeyse yüzde doksanı bu sorunları doğal olarak gündemlerinde, tartışma meclislerinde bazen gerilimli bazen kırıcı bazen de tatlı-sert bir şekilde konuşuluyor.
Kirasını aylarca ödemediği için mülk sahibiyle önce tartışmaya sonrada maalesef silahlı saldırı ile ölümüne vesile olan bir üçüncü sayfa haberi okumuştum geçtiğimiz günlerde Batman'dan.
Batman'dan Denizli'ye belki de Bayburt'a oradan da Adana'ya kadar kim bilir daha nice yaşanmış üçüncü sayfa haberlerinin olduğunu kestirmek için kâhin olmaya sanırım gerek yok.
13 milyon emeklinin çocukları veya torunları, 10 milyon asgari ücretlinin çocukları, yüzde 10,7 olan işsiz insanların çocuklarının okul masraflarını ekonomik krizin girdabında halletmeye çalıştıklarını düşündüğümüzde karşımıza nasıl bir toplum çıkar?
Zihni ve ruhi durumu kadar cebinin ahval ve şeraiti nasıl bir toplum tablosu yer alır acaba?
Okulun ilk haftasında okul servislerinin astronomik ücretini karşılayamayan bir babanın veya servisten dolayı ilk hafta okula akranları gibi gidemeyen bir çocuğu…
Ya da okul kıyafetlerini alamayan asgari ücretli bir kargo işçisinin ruhsal dünyasını…
Ya da akşamdan ya da sabahtan okul harçlığının azlığı veya çokluğu nedeniyle tartışan bir çocuk ile babanın yüz hatlarını…
Acıyı daha fazla romantize ve ajite etmemek için makro siyasetin kallavi sorunlarına göz attığımız internet haber sitelerindeki üçüncü sayfa bölümüne veya yurttan haberler kısmına baktığımızda bu örneklerin azınlık değil çoğunluk olduğunu göreceksiniz.
Yanılmıyorsam Eğitim-Sen'in bir raporunda geçiyordu, öğrencilerin yüzde 47,8'i kahvaltı yapmadan veya öğle yemeği yemeden, okul gününü geçirmeye çalışmakta olduğu bilgisi.
Salt bu soğuk istatistiki verinin, biyolojik ve zihni gelişime olan deformasyonunu tıp dünyası irdelemeye kalkışsa şayet, karşımıza nasıl bir semptomlar yumağı çıkar acaba?
Soğuk istatistiki verileri sunarak, sosyolojik ve ruhsal analizlere biraz daha sizleri boğmak bahasına şunları da sıralayalım.
Eğitim sendikalarının Türkiye'de 500-600 bin atanamayan öğretmenin, 88 bin ücretli öğretmenin ki bunların 52 bini eğitim fakültesi mezunu olmadığı verisini bizlere sunuyor.
Yüzbinlerce atanamayan, iş yapamayan veya farklı işte düşük ücretle çalışan diplomalıların varlığı, bunların oluşturduğu platformlar ve eylemleri, borçlanmaları, geçinememe dertleri, okula giden çocuklarını ve psikolojilerini düşündüğümüzde ekonomik krizin, bu kesimi daha bir alt üst oluşa sürüklemiş olması kaçınılmaz.
Fen Bilgisi öğretmeni mezunu olup, atanamayan bir eğitimcinin iki çocuklu ve ev kirası ile Bursa'nın Yıldırım ilçesinde yaşadığını bir an için tahayyül edelim.
Buradan nasıl bir aile modeli çıkar? Nasıl bir toplum modeli zuhur eder? Nasıl bir Türkiye tasavvuru çıkar?
Genelleme değil yapılan bu şey, bir tek insanın veya yüzbinlerce insanların yaşadıkları dramın, ekonomik kriz ile beraber bırakın gölge yapmayı yakıcı bir şekilde ruhlarını ve zihinlerini nasıl yaktığını bir an için düşünecek olursak, bizleri nasıl bir toplum bekliyor sorusu da afaki ve hamasi kalmaz, gerçekçi olur.
Yaşayanlar için bu soru yumuşak, tuzu kurular için ise, fildişi kulesinden bir terennüm…
İstatistik sunmaya ve ardından toplumsal tahlillere biraz daha devam edecek olursak, banka kredisi veya borçlanma yoluyla yaşamını sürdüren eğitim çalışanlarının yüzde 67 olduğunu, eğitim çalışanlarının neredeyse kendisi gibi çalışan biriyle evlenmeyi çalışmayana kıyasla maalesef tercih ettiğini ve bunu tercihlerinin bir şartı olarak görenlerin yine maalesef arttığını düşündüğümüzde karşımıza şu analizlerin çıkması da mukadderdir ya da kaçınılmaz.
Ekonomik kriz ve enflasyonist ortam, eğitimcinin ufkunu daraltıp, zihnini mali ve özlük haklarına indirgemeye, kültürel, siyasal ve toplumsal sorunlara karşı edilgen tutum takınmaya, dar bir alanda paslaşarak hayatiyetini sürdürüp kısırlaşmaya ve çölleşmeye doğru maalesef hızla ilerliyor.
Yanı sıra, birey olma giderek bireyciliğe belki de bencilliğin dünyasına eklenmeye yol açıyor.
Zaman zaman haklı olunsa da cebi düşünmekten zihni beslemeye ortam yaratamamak veya kasayı düşünmek zihni beslemeye galebe çaldığında birey olmaktan çok bireycilik ya da bencillik sularına dalınmış olunur.
Bunu somutlaştıralım. Pedagojik olarak kendini yenileyecek ve yeterliliğini artıracak kitap almak, bu enflasyonist ortamda kâğıt maliyetlerinden dolayı pahalılaşmakta ve kitaplarla haşir-neşir eğitimci profilinden giderayak uzaklaşmaya yol açıyor.
Zira gelir sabit, kitaplar ya da genel olarak eğitim harcamaları enflasyonist ortamda bırakın sabitliği günlük-haftalık olarak fahiş bir şekilde artınca, eğitimci hem kısırlaşmakta ve hem de sosyalleşmesini azaltarak ilişkilerini dar(al)laştırıyor.
Öğretmenlerin saygınlığı, statüsü ve itibarı diye çokça dillendirilen sıfatların çoğu zaman, bireyin kendisinden kaynaklı dinamikler kadar ekonomik kriz kaynaklı dinamiklerle de birleşince, kişilik sorunlarıyla malul bir kitlenin karşımıza çıktığı ya da çıkacağını söylemek abartı olmasa gerek.
Bu sorun, doktorlardan müteahhitlere kadar hemen hemen tüm meslek gruplarını içine alan bir yapı arzettiğini ayrıca not olarak düşelim.
Ekonomik krizin veliler ve öğrencilere yansıması ise korkunç masraflarla karşı karşıya kalmalarına yol açtıklarından, aslında eğitimcilerde görülen benzer ruhsal gerilim ve durumlar, veliler ve öğrencilerde de görülüyor.
Zira kriz yapısal, derin ve kuşatıcı olduğu için her toplumsal kesimi ihata ediyor. Veliler bu ihatanın etkisiyle, masrafları kısma bahasına kişilik bozukluklarına düçar oluyor; gelecek kaygısı zihnini sürekli meşgul ettiğinden kısırlaşıyor; kendini ve ailesini toplumsal meselelere karşı duyarsız hale iti(lebil)liyor.
Zira gündem ve konuşmaların ekseriyeti; hayat pahalılığı, geçim sıkıntısı ve harcama kalemleri olunca, zihinsel ufuk da bundan payını almakta ve zihinsel körleşme başgösterip, insan kalitemiz maalesef giderek düşüveriyor.
Zaman zaman haber sitelerinde görülen "mutluluk endeksi en yüksek ülkeler hangisi" ya da "refah düzeyi en yüksek ülkeler sıralaması hangileri" şeklindeki linklerin en çok okunanlar olması boşuna olmasa gerek.
Ekonomik kriz sanıldığı gibi cebi ve kasayı değil, hayalleri, umutları ve ruhsal dünyamızı da derinden, çok boyutlu bir şekilde etkilemekte ve çoğu zaman bu etkileme ya önemsenmemekte ya da aşırı önemsenmekte kimi zaman da tıbbı hastalıkların (depresyon, migren, ülser, kalp krizi gibi) giderilmesi için ilaç kullanımına daha gidilmeye yol açıyor.
Dolayısıyla olumsuzluklar, eşitsizlikler, adaletsizlikler hayatımızın her alanında kendini başgösteriyorsa, bunu izole edecek olanın "her işin başı eğitim" "eğitim çok önemlidir" gibi klişelerle savlamak mümkün mü acaba?
Zira psikolojik dünyamızdan bankadaki mevduat hesabımıza, hatta bir velilin çocuğuna kurşun kalemlerden Faber Castel mi, Fatih mi, Dolphin mi alıp alınmayacağını belirliyor ekonomik kriz.
Burada Özgür Eğitim-Sen Genel Başkanı ve eğitimci Abdulbaki Değer'in şu tespitini dile getirmek yerinde olacak:
Veli ve öğrenciler diploma, iş, statü ile bağlantısı nedeniyle eğitime olumlu şeyler yüklüyor ve eğitim üzerinden bunları bekliyorlar. Yaşam koşullarının getirdiği olumsuzlukların, imkânsızlıkların, eşitsizliklerin okul sistemi üzerinden giderilmesini umuyorlar, bekliyorlar. Ancak işin aslı gerçekten böyle mi, bu beklentinin gerçekliği mümkün mü, eşitsizliğin üretildiği bir yer mi okul yoksa yeniden üretildiği bir yer mi?
Ticaretten okula, finanstan siyasete, medyadan dış politikaya kadar eşitsizliklerin ve adaletsizliklerin üretildiği odak yer, kapitalizmin bitmek bilmeyen iştahası ve bu iştahanın her seferinde gelip kendini yeniden üretmesi, tekrar insanlığı krizle tanıştırması ve sonraki onyıllarda yılmadan ve tekrar olma bahasına krize düçar olup kendini tekrar tekrar yeniden üretmesi şeklinde sürgit devam eden bir yapı olduğunu ileri sürmek ne hamasidir ne de afaki.
Zira insanlık, kapitalist modernleşmeyle zuhur ettiği dönemden beri sadece elit bir azınlığı belki mutlu(!) etti, lakin milyarlarca insanı; eğitimden gıdaya, siyasetten, barınmaya, enerjiden kültürel hayata kadar bir çok alanda krizlerle tanıştırıp, yoksullaştırdı, yoksunlaştırdı.
Eğitim de bu krizden yoksunlaşıyor ve maalesef düzeysizleşiyor. Bu düzeysizlik ya da nitelik sorunu, diğer gelişmekte olan ülkelerde olduğu gibi bizatihi Türk eğitim sisteminin de en önemli yapısal sorunlarından biri.
UNESCO veya UNICEF'in okula gidemeyen çocuk sayısına bakıldığında bu gerçeklik, kapitalizmin ve onun ürettiği ekonomik krizlerin bırakın gölgede kaldığını, meselenin merkezinde yer aldığını bariz bir şekilde gösteriyor.
UNESCO 264 Milyon, UNICEF ise 303 milyon çocuğun okula gidemediğini ya da eğitimden yoksun olduğu verisini kendi resmi internet sitelerinde yer verdiğine göre, gayri resmi rakamı varın siz düşünün artık.
Çünkü sahadaki gerçeklik, çoğu zaman istatistiklere giremeyecek kadar büyük ve yakıcı.
Ekonomik kriz ve enflasyonist ortamların hayatın tüm alanlarını kapsayan yoksulluk, adaletsizlik ve eşitsizlik görünürlüğünün yine hayatın tüm aktörlerini sarıp sarmaladığını söylemek afaki değil yadsınamaz bir gerçeklik.
Bu gerçeklik eğitim sektöründe, öğrenci ve velilerden eğitimci ve hizmetliye kadar birçok kesimin itibarını, statüsünü, gelirini, psikolojisini, neşesini, konuşmalarını, davranışlarını, umutlarını ve geleceğini ya çalıyor ya kısırlaştırıyor ya da en azından olumsuz etkiliyor.
Dolayısıyla ekonomik krizler, bazen eğitimin gölgesinde, çoğu zaman da gölgede değil yakıcı sıcakta kavuruyorve milyarlarca insanı kara kara düşündürüyor.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish