Babil ya da kapitalizm

Ümit Aktaş Independent Türkçe için yazdı

Görsel: Wikipedia

Kapitalizmin baskın yönü, doğası gereği, insanın en büyük zaafını, arzularını dikkate almasıdır. Bu ise dine karşıt bir yönelimdir.

Çünkü din insanın arzularını sınırlandırırken, hayatına bir anlam arayışını dikkate alır. "Neden varım", "varlığın anlamı ne", "neden hiçbir şey yok da bir şey var" gibi sorulara bir cevap arar.

Ama bu sorular ve bir anlam arayışı, bir tür incelmişliği, insanileşmeye doğru atılmış adımları gerektirir. 


Kuşkusuz ki insanoğlu yeryüzüne gökten inmedi. O, buranın çocuğu. Buradaki hayatın bir ürünü.

Ama buradaki hayattan süzülerek gelen bir incelmişliğin, aklileşmenin, manevileşmenin bir tezahürü.

Beşeri bir toplumun içerisinden sıyrılan, öne çıkan, yukarıdaki soruları sormaya yeltenen insan, Tanrı’nın da muhatap almaya değer biri olarak gördüğü ve onu yeryüzündeki kardeşlerini, beşeriyeti de uyarması için sorumlu kıldığı biridir. Sorumludur çünkü özgürleşmiştir.


Ama bu öne çıkma, yine de onun beşeri zaaflarını bertaraf edebildiği anlamına gelmemekte.

Nitekim -gerçi sonunda mazur da görülse- "ilk günah" olarak bilinen hatayı işleyecektir. Esasına bakılırsa bundan daha doğal bir şey yoktur.

Tensel arzularla (cinselliğe, tat ve kokulara, güzelliğe… yönelik arzular ve tutkularla) doludur çünkü.

Tutkuları aklını bastırmakta, tereddütle attığı kimi adımlar yanılgılarla sonuçlanmakta ve dolayısıyla da tüm kazanımlarını kaybederek yeniden ve bir başka biçimde koyulmaktadır yoluna.

Ancak bu beşeri zaafları insanileştirmeli ve belli ölçülerde, bir meşruiyet çizgisinde tutabilmelidir.
Her şeye rağmen aldanır ama yine de bağışlanır.

Sorun ise sadece bu değildir. Hâlâ vahşidir bir yönüyle. İçinde barbarca duygular depreşmektedir.

Onu egemenliğe, kan dökmeye çağıran, kolayca önüne geçemediği yabanıl hissiyatlar. Çirkindir bu yüzü. Bakılası değildir.

Beri yandan ise Tanrı, Yaratıcı, yoldaşlığa çağırmaktadır onu. Güvenemez kendine. Kaçmaya çalışır ama bir yandan da buna dair olan bir olumluluk ileriye çıkarır insaniyetini.

Bambaşka bir güzellikte görünür. Umutlar beslenir insanlığına dair. Yola koyulur, yoldan çıkar ve düşe kalka ilerler.

Bitkileri ve hayvanları tanır. Irmakları ve denizleri geçer, köprüler kurar, şehirler inşa eder; yaşanası bir dünya için. Ama orada kaim değildir.

İçindeki o tereddüt, endişe, yabancılık kadar bastıramadığı arzular, safdil bir iyimserlik, tutkular, çeşitli yönlere sürükler kendisini, birbiriyle çelişkili olan.   


Gün gelir içindeki o yalnızlık kadar ötelerin iştiyakı da unutulur… Üzerinden nice zamanlar geçer. Babil diye bir şehir kurulur.

Kozmopolit, zengin, kalabalık, karmaşık, çok renkli. Öylesine ışıltılıdır ki her yan. Kadınlar orada ince ve güler yüzlü, erkekler ise kibar ve hoşsohbettir.

Güzelim kokular ve renklerle dopdoludur sokaklar. Çiçekler üstünüze eğilmekte ve sanki gülümsemektedir size.

Kırlardan gelen çiçeklerle süslenmekte, egzotik meyve ve bitkilerle beslenmektedir insanlar; ırmaklar ve denizlerle taşınan.

İpekler gelmektedir bir yerlerden, kürkler ve şallar. Baharatlar ve şaraplar. Genç kızlar ve oğlanlar. Hiç kimse sormaz bu değirmenin suyu nereden diye.

Irmaklar akar şehrin içinde, kokular yayılır dört bir yandan. Albenili mekânlarda güzelim insanlar coşkuyla konuşurlar birbirleriyle.

Umut dolu bakışları korku kadar meraktan, acı kadar öfkeden de yoksundur. İncecik ellerinin zarafeti ise yere düşen bir nesneyi bile kaldırmaktan uzaktır. 


Ama yetmezdi bunlar yaşamak ve bir şehri ayakta tutmak için. Başkalarını da görmeli, onları da hesaba katmalıdır.

Oysa uzaklara doğru dalan bakışlar, ötekileri göremeyecek kadar körleşmiştir. Şehri koruyan duvarların dışından doğru gelen çığlıkları ve yakarışları duymamakta, duysa da anlayamamakta ve aldırmamaktadır.

Birilerinin sızdığı söylenmektedir şehre; barbar ve yabanıl birileri. Ürperseler de bilmemektedirler ne olduğunu açlığın ve umutsuzluğun.

Ve hiç görmemişlerdir şehrin öte yüzünü, surların arkasını ki o surlar da örülmüştür yine yabanıl ellerle.

Öyle ki öfke kadar açlığın izleri de parıldamaktadır bu kilden duvarlarda. Şehrin eğlence mekânlarının unutturulduğu, ürkünç izler.

Hem kimdir gelenler? Gelseler de aşabilirler miydi bu görkemli duvarları?..


Ne var ki sadece bundan ibaret değildi açıklanamaz olanlar. Bir de eller vardı, yüzleri görülemeyen.

Meyveleri taşıyan, ipekleri diken, şarapları sunan, hastaları sağaltan, mekânları temizleyen ve şehri yaşanabilir kılan eller. Ama kim bunların farkında ve umurundaydı ki?

Babil denen bu tanrısal şehir nicedir var değil miydi? Orayı besleyen ve ayakta tutan tanrılar değil miydi?

Evet, öyle değil mi? Kim sızabilirdi bu cennetsi iklime, kim karartabilirdi bu görkemli ışıltıları?

Yine de sokaklarda bazı sesler duyulmakta ve bazı canhıraş çığlıklar işitilmekteydi uzaktan uzaktan.

Şehri korumak için çaba gösteren güçlerin yetersizliğine dair haberler fısıldanmaktaydı kulaklara.

Bazıları hatta tanıktı kimi cinayetlere; birileri ansızın kaybolmakta, bakışlar değişmekte ve sırlar faş olmaktaydı. 


Ama ve sanki tüm bunlara inat, hep ışıldamaktaydı yüzler; tıpkı gökyüzünü süsleyen fenerler gibi.

Ve içkiler dolanmaktaydı kristal bardaklarda; nasıl sunulduğuna dair hiçbir merak hissedilmeksizin. Yine de tuhaf bir tedirginlik vardı sözcüklerde.

Bilinmedik suretler peyda olmakta ve diller karışmaktaydı birbirine. Kimileri çok dillilikten, dahası çok kültürlülükten söz etmekteydi.

Oysa bilinen, konuşulan dilin tanrıların lisanı olduğuydu. Nasıl olurdu ki bunun yerine başka dilleri koymak? Hem nasıl anlaşabilirdi o zaman insanlar? 


Havada ise garip bir koku hissedilmekteydi kimi zaman, sularda acı bir tat. Bir yangın mıydı uzaklarda parıldayan?

Hep aynı düşler mi görülmekteydi, geceleri insanları kaygıyla uyandıran? Hiç bilinmeyen bir dilin ilenci mi yankılanmaktaydı duvarlarda? Birileri mi vardı ekmeğimizi bölüşen?  

Nedendi bu ıssızlık, nedendi bu yalnızlık kalabalıkların içinde? Değirmenin suyu kesilecek, devran böyle gitmeyecek miydi?

Sokaklara yayılan korku yıkacak mıydı gerçekten bu zigguratı. Bu ölümsüz sekr hali yabanılların öfkesinin ya da kendi ölümsüzlük düşlerinin kurbanı mı olacaktı?

Duvarların ötesindeki basıncın kahrıyla mı bitecekti bu cennetsi düş? Ve hayat, kulaklarımıza gizlice fısıldanan şu barbarlıktan mı ibaretti gerçekten?

Bu "cennet", başkalarının düşlerinden çalınmış ve onları salt korkulara, dehşete ve yoksunluğa gömen barbarlığın başka bir yüzü müydü, sadece bir yanılsama olan?..

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU