Klonlama, kopyalama çağında yaşıyoruz. Neredeyse istisnasız tüm klonlama çeşitleri gerçekleşiyor.
Ancak "seçimlerden sonra Lübnan" örneğinde beni ilgilendiren, İran'ın Arap kolonilerindeki deneyimlerine imrenilecek bir ustalıkla uyguladığı "siyasi klonlama".
Başlangıç noktası İran olmalı ve orada bitmeli. Washington'un Tahran'ın Ortadoğu'daki siyasi ve güvenlik yayılmasının doğasına ilişkin tutumunun halen "gri" olmasının gölgesinde durum bu şekilde.
Bunun da ötesinde, Barack Obama yönetiminin bir uzantısı olan Başkan Joe Biden yönetiminin kurmayları arasındaki "İran lobisi"nin kamuoyundaki figürleri, İran ile nükleer anlaşma meselesinin ele alınma şeklini "sulandırmakta" çok ileriye gittiler.
Mevcut yönetime hayranlıktan ziyade, Donald Trump'ın eski Cumhuriyetçi yönetimine duyulan nefretten dolayı, bu "lobi"nin genelkurmay başkanı Robert Malley'nin Kongre'ye sunduğu "okuma", tek dertleri kendisi ve Biden yönetimine karşı "iyi niyetli" olmak olan birçok kişiye sağlam ve ölçülür akademik bir okuma gibi görünmüş olabilir.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Malley'in sözlerinde ve özellikle de Tahran ile yapılan anlaşmanın şartlarını uygulamayı reddetmesinden dolayı Trump yönetimini suçlama çabasında, ara seçim döneminde partizan hassasiyetleri uyandırma girişimine karşılık Tahran'ın siyasette ve sahadaki tırmandırmasını kasıtlı olarak görmezden gelmesinde -ve üstü örtülü bir şekilde haklı görmesinde- bu açıkça görülüyordu.
Obama'nın İranlıları "canlı bomba değiller" şeklinde tanımlamasının, Demokrat yönetimin tercihini yaptığının ve spesifik olarak, şiddeti, terörizmi ve Batı'ya düşmanlığı "silahlı siyasal İslam"ın tek rengiyle ilişkilendirdiğinin bir göstergesi olduğu biliniyor.
Bu, Obama'nın Suriye devriminin aleyhine dönmesi, dikkatini DEAŞ ile mücadeleye yöneltmesi ile daha da doğrulandı, çünkü bu, pratikte İran'ın "rehabilitasyonu" ve Washington ile ortak bir düşmana karşı savaşan Batı'nın örtülü bir bölgesel müttefikine dönüşmesi şeklinde ifade buldu.
Haşdi Şabi ve bileşenlerinin Irak üzerindeki hegemonyasına karşı ABD ile Avrupa'nın sessizliği, Obama'dan sonraki 4 yıllık Cumhuriyetçi yönetime rağmen devam etti.
Aynı şekilde İran'ın Suriye'ye müdahalesine, Lübnan üzerindeki Hizbullah hakimiyetine, darbeci Husiler aracılığıyla Arabistan yarımadasının güneyinin istikrarsızlaştırılmasına da sessiz kaldılar.
Bilhassa nükleer "mazeret" ve kabul edilebilir -kabul edilemez uranyum zenginleştirme seviyeleriyle dünyayı oyalamanın amacı, Tahran'ın nükleer caydırıcılık veya nükleer saldırı yeteneklerine ihtiyaç duymadan bölge üzerindeki hegemonyasını genişletme gerçeğini araştırmayı ve sorgulamayı göz ardı etmekti. Dahası, Başkan Obama "İranlıların canlı bomba olmadığına" ikna olmuşsa- ki muhtemelen öyledirler -o zaman bu, nükleer silahlarla yapılan tüm şantajların siyasi bir amacı olduğu anlamına gelir.
Böylece İran, nükleer silahlara ihtiyaç duymadan konvansiyonel silahlarla, silahlı mezhepçi milislerle, toplumları, siyasi ve ekonomik kurumları sistematik olarak imha ederek hedefine ulaşabiliyor.
Dahası, teorik olarak "demokratik seçimler" düzenlenmesine rağmen Tahran'ın kontrol ettiği iki ülke olan Irak ve Lübnan'a bakarsak, İran rejiminin yönetim modelinin nasıl genelleştirildiğini görebiliriz.
Burada iki "resmi" ve "fiili" otoriteden bahsediyoruz.
İran'da resmi otorite -her yerde bilindiği gibi- bir devlet başkanının, bir hükümet başkanının ve kendi başkanı bulunan seçilmiş bir parlamentonun varlığına dayanır.
Bunların hepsi, formaliteler ve "halkla ilişkiler" aracılığıyla dışarısı ile ilişkileri yürüten, fiili iktidar için bir örtü görevi gören yapılar ve cephelerdir.
Asıl otoriteye gelince, halkın üstündeki dini mercidir. Bu otoritenin kaynağı insanların seçimleri değildir.
Dahası siyaset mekanizmalarının, demokratik parlamenter temsil ve yetkilerinin, hükümetin hesap sormalarının, yükümlülüklerinin ve sorumluluklarının üstündedir.
Burada asıl otorite "Dini Lider", "Devrim Muhafızları" ise dini otoritenin siyasi kararını ifade eden askeri koldur.
"Kudüs'ü özgürleştirmek" gibi sloganlarla ihraç edilen "İslam Devrimi" adına sınır ötesi projeleri hayata geçirmekle görevlendirilen güçtür.
İran rejiminin pratik "klonlaması"nın başlangıcı Irak'tı.
Nasıl öyle olmasın ki, Bağdat'taki mevcut hükümetin temel sütunları arasında, Irak-İran savaşı sırasında İran kuvvetlerinin saflarında savaşan milis liderleri ve politikacılar bulunuyor.
Yine Irak'ta seçim listeleri Tahran'ın baskısıyla oluşturuldu, "kazananın" kimliğinin belirlenmesi için doğrudan müdahaleler yapıldı.
Böylece, çoğunluk ve azınlık, temsil ve yönetme hakkının kimde olduğu, fiili otoritenin kimin elinde olduğu ve kimliğine kimin karar verdiğine dair tüm hesaplar geçersiz hale geldi.
Çok geçmeden Lübnanlılar 2006'dan -ve daha net bir şekilde 2008'den- sonra aynı yolda yürüdüklerini fark ettiler.
Bugün, Lübnan'da Irak'ta olduğu gibi seçimlerin bir değeri bulunmuyor. "Çoğunluk" ve "azınlığın" kimlikleri üzerinde bir uzlaşı yok.
Rejimin, çoğunluğu "milli" olarak tanımlamaya cesaret mi edemediği, yoksa engelleme ve veto etme, sokakları işgal etme, yargıyı tehdit etme, ülkeyi iflas ettirme haklarına sahip "mezhepçi" bir çoğunluk olmasını mı şart koştuğu üzerinde bir fikir birliği yok.
Geçen yılın Ekim ayında Iraklılar "Haşdi Şabi"nin süngüleri altında parlamento üyelerini seçtiler.
Ancak (teorik olarak basit bir çoğunluk oluşturan) Sadr yanlıları, Sünni Arap ve Kürt müttefikleri ile İran'a bağlı en önde gelen blokları temsil eden ve engelleme hakkını elinde tutan Şii "Koordinasyon Çerçevesi" arasındaki çekişmenin ortasında, şu ana kadar blokların liderleri hükümeti kurma ve cumhurbaşkanını seçme konusunda anlaşamadılar.
Irak'taki üçüncü en büyük bileşen olarak Kürtlerin oynadığı rolü, Lübnan'da Hristiyan gruplar oynuyor.
Burada da, bu ayın başlarında, yine "Hizbullah"ın süngüleri ve kendi ölçülerine göre biçimlendirdiği bir seçim yasası altında seçimler yapıldı.
Teoride "Hizbullah" da Irak'taki "Koordinasyon Çerçevesi" gibi son Lübnan seçimlerini kaybetti.
Ama tabii ki karşı tarafı devre dışı bırakmaya varacak kadar tahakküm ve şantaj üzerine kurulu bir siyasi ortamda çoğunluğun veya azınlığın, hiçbir değeri yok.
Lübnan seçim yasasında somutlaşan nispi temsil sayesinde "Hizbullah", Hristiyan ve Sünni yandaşları aracılığıyla diğer dini grupların bölgelerine sızmayı başardı.
Ancak silah üzerindeki tekeli sayesinde Şii bölgeleri diğer gruplara kapatmayı ve parlamentoda Şiileri temsil hakkını tekelinde tutmayı başardı.
"Şii İkilisi"nin (Hizbullah ve müttefiki Emel Hareketi) ortak listeleri, Şiilere ayrılan 27 sandalyenin tamamını kazandı.
Bu otomatik olarak parlamento başkanlığının kesinlikle mevcut Başkanı Nebih Berri'de (Emel Hareketinin lideri) kalacağı veya seçtiği herhangi birinin bu görevi üstleneceği anlamına geliyor.
Öte yandan, Sünnilere ayrılan 27 sandalyenin dağılmasının ve cumhurbaşkanlığı için yarışan önde gelen Hristiyan adayların Hizbullah'ın onayını almak için yarışmasının gölgesinde, Lübnan'ın çöküşü, daha doğrusu serbest düşüşü devam ederken Hizbullah, "havuç ve sopa" yöntemiyle tehdit edebileceği ve rüşvet verebileceği bir konumda olacak.
Bu, uluslararası sessizliğin ortasında İran modelinin ölümcül "klonlanmasının" bir sonucu olan Irak modeli Lübnan için kriz halinin sürmesi demektir.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
Independent Türkçe için çeviren: Sema Sevil