NEDEN ŞÜKRÜ HANİOĞLU?
"Kahrolsun istibdat, yaşasın hürriyet…"
Osmanlı'nın 34. padişahı II. Abdülhamid'in iktidarına karşı yükseltilen bu slogan aradan geçen 100 yıldan fazla bir sürenin ardından tekrar siyasetin odağında yerini aldı. İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener, bu sözü Meclis'teki kürsüden sarf etti ve böylece yıllardır bitmeyen Abdülhamid tartışması yeniden alevlendi. Tarihten referanslarla süslediği konuşmalarından birinde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ı II. Abdülhamid'e benzetti. Erdoğan ise haliyle bu sözlere tepki gösterdi. Erdoğan'ın tepkisi, Abdülhamid'e benzetildiği için değildi. Akşener'in Abdülhamid'e hakaret ettiğini savunan Erdoğan, şimdi 6'lı masada oturan Saadet Partisi, Gelecek Partisi ve DEVA Partisi liderlerini kast ederek, "Altılı masada oturan 3 tanesi var ki, haddini bildiremediler" dedi. Erdoğan bu konuşmayı Adana'daki "Gençlik Şöleni"nde yaptı. II. Abdülhamid'e sahip çıkan Erdoğan, konuşmasının bir bölümünde o dönemin politikalarının İslamcı muhaliflerinden Mehmet Akif Ersoy'a ise şu sözlerle değinmişti:
"Bu millet, ecdadına hakaret edenlere haddini bildirecektir. Bu akşam buradan ben ilk sinyali veriyorum; kardeşlerim siz, Mehmet Akif'in Asım'ı, Necip Fazıl'ın ideal gençliği, Nurettin Topçu'nun beklenen gençliği, Karakoç'un diriliş nesli özlemlerini hayata geçireceksiniz."
Tarihin sürekli siyaset sosuna bulaştırılması Türkiye'de artık sıradanlaştı. Bir meşruiyet kaynağı olarak sayılıyor ve hemen herkes bu pastadan bir dilim koparıyor. Siyasetçiler, tarihi gerçek tarihçilere bırakmayacak kadar büyük bir hazine olarak görüyor.
Şükrü Hanioğlu, dünya çapında II. Abdülhamid dönemi ve İttihat ve Terakki Cemiyeti konularında en yetkin akademisyenlerden biri. Birçok ülkedeki arşivde İttihat ve Terakki'nin izlerini aradı. Boğaziçi Üniversitesi, Harp Akademileri, Columbia, Wisconsin, Michigan, Chiago üniversitelerinde dersler verdi. TÜBİTAK'tan ödül alan ilk tarihçi oldu. Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü'ne de layık görüldü. Çalışmalarına şimdi Princeton Üniversitesi'nde devam ediyor. Bu tartışmayı sorabileceğimiz isimlerin başında gelen Hanioğlu, yoğun programı arasında bize zaman ayırdı…
"Abdülhamid döneminin "ideal rejimi" haline getirilmesi, Erken Cumhuriyet rejimi karşıtı bir "altın çağ" yaratma gayretinin ürünü"
II. Abdülhamit'in devr-i iktidarı ve iktidardan düşürülmesi muhafazakar kitlelerde bir politik travma yaratmış olabilir mi? Eğer öyleyse bunun etkileri sürüyor mu yoksa bu tartışma sadece retorikten mi ibaret?
II. Abdülhamid rejimi, yapıcılarının İnkılâb-ı Azîm olarak adlandırdığı girişim neticesinde sonlandığında toplumun geneli tarafından bir "devr-i sâbık"a dönüştürülmüş ve şiddetle eleştirilmiştir. Günümüzde kurgulananın aksine 1908 sonrasında "Devr-i Hamidî"yi ve beraberinde getirdiği şahıs kültü temelli yeni patrimonyalizmi kimse sahiplenmemiş ve tüm siyasî ve ideolojik eğilimler onu güncel tartışmanın bir tarafı gibi romantize etmek bir yana bir "isdibdad" olarak kavramsallaştırmıştır. Buna bizzat rejimin patrimonyal karakterinden yararlanan, sultanın lutufdidesi olmuş ricâl de dahildir. Örneğin, sultanın ilk mabeyn başkâtibi, eski rejimde yedi kez sadaret makamına getirilmiş olan Said Paşa bu alanda başı çeken kişilerden birisi olmuştur. Onun gibi diğer mülkî ve askerî ricâl ve ilmiye mensubini de dönemi benzer şekilde değerlendirmişlerdir. Örneğin, dönemin uzun süre hizmet eden serasker ve bahriye nazırı Mehmed Rıza ve Hasan Rami Paşalar, açıklama ve hatırâtlarında rejimi ve sultanın uygulamaları ve yönetim biçimini eleştirirken kendilerinin böylesi bir idare altında yapılabileceklerinin en iyisini ortaya koymaya gayret ettiklerini savunmuşlardır. Osmanlı muhafazakârlığı da eski rejimin eleştirisinde ön planda yer almış, bilhassa da bu dönemin idare biçiminin gayr-ı İslâmî olduğunu iddia etmiştir. Unutulmamalıdır ki, bâzıları rejim karşıtı girişimlere de destek veren ve Mehmed Âkif'ten Manastırlı İsmail Hakkı'ya Said-i Nursî'den Said Halim Paşa'ya uzanan bir yelpazedeki İslâmcı muhafazakâr entelektüeller 1908 sonrasında da onun bir daha geri dönmemesi gerekli bir "istibdad" dönemi olarak kavramsallaştırılmasına katkı vermişlerdir. Benzer şekilde, İttihat ve Terakki'nin erken örgütlenmesinde Mısır şubesini idare eden ve Kanun-i Esasî dergisini neşreden Hoca Muhyiddin liderliğindeki ulemâ gibi, 1908 sonrasında İslâmcı düşüncenin amiral gemisi olarak çıkarılan Sırat-ı Müstakim ve Cemiyet-i İlmiye-i Osmaniye adına çıkarılan Beyanü'l-Hak mecmuaları da bu konuda oldukça katı bir çizgi benimsemişlerdir.
Dolayısıyla, II. Abdülhamid rejiminin sonlandırılması muhafazakâr çevrede bir travma değil tam tersine memnuniyet yaratmıştır. Tekrar belirtmek gerekirse, 1908 sonrasında, 1878 sonrasında şekillenen kişi kültü temelli ve patrimonyal karakterli otokrasinin savunucusu yoktur. İttihat ve Terakki'nin Bâb-ı Âlî Baskını sonrasında kurduğu otoriter tek parti rejimi eski rejim eleştirilerinde biraz ileriye gidildiği yolunda bir tartışmaya yol açmışsa da kimse o idareye dönüşü bir seçenek olarak görmemiştir.
Söz konusu dönemin romantize edilerek altın çağdaşlaştırılması ve Türk muhafazakârlığı ve yeni İslâmcı hareketin ideal rejimi haline getirilmesi, 1940'lı yıllardan itibaren Büyük Doğu dergisi ve Necip Fâzıl Kısakürek tarafından gerçekleştirilmiştir. Bu, büyük çapta Erken Cumhuriyet döneminde geliştirilen, kurucu ve yaşayan lider kültlerine karşı koyacak "Ulu Hakan" kavramsallaştırılması yaratılması çabasının ürünüdür. Süreç içerisinde kendi dönemi ve sonrasında muhafazakâr ve İslâmcı düşüncenin şiddetle eleştirdiği bir rejim, oluşan yeni gerçeklikte, Türk muhafazakârlık ve yeni İslâmcılığının "modern dönem altın çağı" ve "ideal rejimi" haline gelmiştir. Bu ise 1908 sonrasında başlayan ve süregelen bir "travma"nın değil, Erken Cumhuriyet rejimi karşıtı bir "altın çağ" yaratma gayretinin ürünüdür. Bunu dile getirirken, bunun, tarihçiliğimizin II. Abdülhamid döneminin değişik veçhelerini objektif biçimde değerlendirerek inşa eden revizyonist yaklaşımlarından farklı, bütünüyle "ideolojik" ve tarihi araçsallaştıran bir çaba olduğu belirtilmelidir.
"Günümüz siyasetinin köklerini, bağlam farklılıklarını analiz dışında bırakmadan II. Meşrutiyet'e götürebiliriz"
1876-1912 arasında yaşananlar; Abdülhamit'in iktidarı, Meclis'i kapatması, ordu içinde gruplaşmalar, baskı ortamı, kaynayan siyaset kazanı ve bir süre sonra İttihatçıların da Meclis'i kapatmış olması gerçekten bugünkü siyaseti biçimlendiriyor mu?
Hukukî açıdan meb'usan kapanmamış, ancak 1878 sonrasında seçim yapılmayarak 30 seneyi aşkın bir süre toplanmamıştır. Âyân üyeleri de toplanmamış, buna karşılık maaşlarını almayı sürdürmüşlerdir. İttihat ve Terakki de meb‘usanı kapatmamış, ama Enver Paşa'ya atfedilen bir ifade ile "yok kanun yap kanun" meclisine indirgemiştir. II. Abdülhamid rejimi sadece daha sonra öyle kavramsallaştırıldığı için değil, kurumları ve işleyiş mekanizmaları açısından da bir "devr-i sâbık"tır. Günümüzden geriye giderek onu anlamak mümkün değildir. Günümüz siyasetinde de "devamlılık" anlamında etkisini görebilmek fevkâlâde zordur. 1908 sonrası siyaseti ise merhum Tunaya'nın ifadesiyle "Türkiye'nin siyaset laboratuvarı" hizmetini görebilir. İttihadçıların yasama modeli 1923 sonrasında da sürdürülmüştür. Şüphesiz, Cumhuriyet Halk Fırkası/Partisi ile İttihadçılık arasında kadrolar kadar ideolojik çizgi anlamında da bir devamlılık ilişkisi mevcuttur. Aynı tespiti onlara karşı şekillenen muhalefet için de yapabilmek mümkündür. Ancak, bu tür geriye gitme ve "kökleri bulma" çabalarında değişen bağlamlar ve onlar çerçevesinde yaşanan kurumsal dönüşümleri göz ardı etmemek gereklidir. Bu özgün örnekte buna ek olarak çok uluslu imparatorluk ve ulus devlet siyasal bağlamları arasındaki farklılığı da değerlendirmek zorunludur. Sorunuza kısa cevap vermek gerekirse, II. Abdülhamid dönemi gelişmeleriyle günümüz arasında bir devamlılık ilişkisi kurmak fazlasıyla zordur. Günümüz siyasetinin köklerini II. Meşrutiyet dönemine geri götürebiliriz, ama bunu yaparken de bağlam farklılıklarını analiz dışında bırakmamak gereklidir.
"Gençler, siyasî tercihlerini, II. Abdülhamid ve İttihadçılık bağlantıları üzerinden yapmıyor"
İYİ Parti lideri Meral Akşener, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ı II. Abdülhamit'e benzetti. Bir bakıma kendisini de İttihatçılara benzetmiş oluyor. Akşener'in "istibdat" ve "hürriyet" vurguları da aslında o dönemden referanslar. Güncel siyasette sürekli tarihin kapısını çalınmasını nasıl değerlendirmeliyiz?
Tabii, "istibdad" ve "hürriyet" referansları bu dönem gelişmelerine atıfta bulunuyor. Bildiğiniz gibi 1908 İhtilâli "hürriyetin ilânı," II. Abdülhamid rejimi de İslâmî vurgular içeren "istibdad" şeklinde kavramsallaştırılmıştır. Sultan, Ahmed Midhat Efendi aracılığıyla yaptırdığı kavramsallaştırmalar ve yabancı basına servis edilen açıklamalarda "otokrat" olduğunu kabul ederken, müstebid bir yönetici olma suçlamalarını reddetmiştir.
Zikrettiğiniz benzetme yapılırken, büyük ihtimalle, 1913 sonrası İttihadçı siyaset ve uygulamalar değil, 1908 yılında kapsamlı taban desteği bulan "hürriyet ilânı" sahiplenilmektedir. II. Abdülhamid ve rejimi sahiplenilirken de "otokrat" karakterden ziyade, muhafazakâr modernleşme alanındaki başarılar ve Avrupa dengesinin boşluklarına sığınarak imparatorluğun dağılmasına ivme kazandıracak projelere elden geldiğince direnilmesi ön plana çıkarılmaktadır. Doğal olarak, İttihat ve Terakki tek parti rejiminin baskıcı uygulama ve siyasetleri ile asır sonu bağlamı ölçülerinde bile aşırı bulunabilecek II. Abdülhamid otokrasisini benimseme ve günümüz siyaseti için numune-i imtisâl olarak sunma fazla da anlamlı ve kitlede karşılık bulabilecek pozisyonlar değildir. Buna karşılık, karşıtlar suçlanırken, bu olumsuz yönler ön plana çıkarılmaktadır. Bu yapıldığında "İttihadçılık" 1908'e değil 1913-18 dönemine, II. Abdülhamid rejimi ise özgün bir modernlik inşası ve Büyük Devletler projelerine direnme yerine baskıcı otokrasiye atıfta bulunmaktadır. Sorunuzun son kısmına gelirsek, siyasetin tarihi farklı biçimlerde inşa ederek araçsallaştırması doğaldır, bu diğer toplumlarda da yapılıyor. Bizim örneğimizde bu daha yoğun biçimde hayata geçiriliyor; ama ben bu çabaların kitlede önemli bir karşılık bulduğunu düşünmüyorum. Son tahlilde, Türkiye'de nüfusun önemli bir bölümünü oluşturan gençlerin önemli bir bölümü siyasî tercihlerini, II. Abdülhamid ve İttihadçılık bağlantıları, bunları günümüzde hangi siyasî yapılanmaların temsil ettiği üzerinden yapmıyor.
"Siyaset toplumun gerisinde kalıyor"
Siyasette roller ve pozisyonlar çok çabuk değişebiliyor. Siyasetçilerin yeni paradigmalara çok çabuk uyum sağladığını görebiliyoruz ama söylemleri halkta nasıl izler bırakıyor?
Bu doğaldır, çünkü siyaset değişen koşulların ürettiği sorunlara cevap vermeye çalışır ve bu nedenle statik olabilmesi mümkün değildir. Ancak, bu alanda değişmeyen bazı yapısal özelliklerden bahsedebilmemiz de mümkündür. Osmanlı/Türk siyaseti iki asra yaklaşan bir süredir, yapıcılarının ideolojik tercihlerinden bağımsız olarak "otokratik" ve "patrimonyal" iktidar üretiyor ve bazen aşacağı izlenimini verdiği "çoğulculuk" eşiklerini atlayamıyor. Siyaset söylem değişimlerine karşılık buna çözüm getiremiyor. Kısa süreli "çoğulculuk teneffüsleri" sonrasında yeniden yapısal karakter egemen oluyor ve "otokratik-patrimonyal" siyaset yaklaşımını yeniden üretiyor. Kitlenin tercihinin bu olduğunu söylemek oldukça zordur. Bu açıdan değerlendirildiğinde siyasetin toplumun gerisinde kaldığı onun beklentilerine cevap veremediği söylenebilir. Buna karşılık, otokratik-patrimonyal siyasetin ezelden ebede giden süreçleri kapsayan, büyük "dava"lar temelli güçlü hamasî söylemleri içinde kitlenin sesi duyulmamaktadır.
© The Independentturkish