Her şey Musa Özsoy'un tırnaklarında ve vücudunda sebepsiz yaraların çıkmasıyla başladı. Defalarca doktora gitti, ancak hiçbir doktor yaraların sebebinin ne olduğunu anlayamadı. Ta ki yapılan testlerde ürik asit seviyesinin çok yüksek olduğu fark edilene kadar.
İşte o ürik asit, aslında şehir planlama eğitimi alan ve gayrimenkul geliştirme konusunda yüksek lisans yapan Özsoy'un hayatını tamamen değiştirdi, onu gıda dedektifi yaptı.
Gıda dedektifi sosyal medyada hayli etkin bir hesap, etkinliği de markaların korkulu rüyası haline gelmesinden.
Bir sosyal medya hesabının markaları bu kadar ürkütmesine geçmeden önce Musa Özsoy'dan market market gezerek, gıdaların peşine düşmesinin öyküsünü dinleyelim.
Özsoy, 2017'de ürik asitle başlayan serüvenini şu sözlerle anlattı:
Vücudumda tırnaklarında çeşitli yaraların çıktığı ve bunun sebebini bir türlü anlayamadığım bir süreçti. Ciddi bir hastalık değildi ama yaşam kalitemi doğrudan etkiliyordu. Ve bir gün Kağıthane Devlet Hastanesi'nde yapılan bir kan tahlili ürik asit değerinin çok yüksek olduğunu ortaya koydu. Ve bana ilk olarak et yememem gerektiği, kola içmemem gerektiği gibi şeyler söylendi.
İşte tam o süreçte, neden böyle bir şey yaşadığımı araştırmaya başladım. Ve o araştırmalar sırasında fruktoz şurubuyla karşılaştım. Tükettiğimiz her şeyde varmış meğerse. Sonra market market gezmeye başladım, mesela bebek bisküvilerinde bile fruktoz şurubu kullanıldığını fark ettim.
Bunun dışında birçok içecekte, doğrudan çikolatada olmasa bile çikolatanın kullanıldığı ürünlerde var olduğunu öğrendim. İlk dönemlerde sadece markete gidip fotoğraf çekiyordum ve bunları paylaşıyordum. Ancak takip eden insanlar bir aşamadan sonra daha fazla bilgi istediler, bir yıl gibi süreçte hesap inanılmaz büyüdü.
Etiket okuyup paylaşıyor
Bilmeyenler için gıda dedektifliğinin aslında çok da zor bir şey olmadığını söylüyor:
Çok basit aslında, marketleri gezerek etiketleri okuyorum. Etiketlerde içerik beyanları var yani ürünün içinde ne olduğunu firma beyan ediyor. Ben şimdiye kadar tamamen ambalajın üzerinde yer alan bilgileri inceledim, daha analiz kısmına geçmedik. Analiz yapıp bir de orada gizli saklı kalmış veya beyan edilmemiş şeyleri tespit etsek demek ki neler yaşayacağı?
Kendisinin hiçbir şeyi ifşa etmediğini, ifşa eyleminin gizli kalan bir şeyi ortaya çıkarmak olduğunu vurgulayan Musa Özsoy, "Biz etiketlerde yazan şeylerin fark edilmesini sağlıyoruz" dedi ve sözlerine şöyle devam etti:
Ama mesela ürünlerin fason olarak üretildiği ambalajlarda yazmaz. Etikette ufacık bir kod vardır ve siz Tarım Bakanlığı'nın ilgili sitelerine o kodu girdiğinizde bambaşka biri tarafından üretildiğini görürsünüz.
Markete gittiğinde normal tüketicilerin gördüklerinden çok farklı şeyler gördüğünü anlatan Musa Özsoy, gıda dedektifinin aslında bir farkındalık projesi olduğuna dikkat çekti.
Peki, gıda dedektifliği yaparken ülkemize özgü 'acı gerçeklerle' karşılaştı mı?
"Hem de ne gerçekler" diyor ve devam ediyor sözlerine:
Bugünlerde salmonella krizi gündemde. Bundan dört yıl önce hiç unutmuyorum, Fransa'da Lactase firmasının devam sütü fabrikasında salmonella tespit edilmişti, korkunç bir olaydı, Dünya Sağlık Örgütü ülkeyi ayağa kaldırdı ve Fransa devleti ülkenin en büyük firmasının kapısına kilit vurdu. Şimdi aynı şeyi Belçika, Ferrero'ya yapıyor. Salmonella nedeniyle dünyaca ünlü İtalyan markasının fabrikasını kapattı.
Bizim ülkemizde süt kazanlarının içinde insanlar banyo yaptılar ve bırakın kapılarına kilit vurulmasını o insanlar serbest kaldı. Dolayısıyla Türkiye de gıda güvenliği konusunda çok ciddi sıkıntılar var.
"Gıda güvenliği sınır güvenliği kadar önemlidir"
Gıda güvenliğinin sınır güvenliği kadar önemli olduğunu söyleyen Özsoy, bunun neden önemli olduğunu şu sözlerle dile getirdi:
Nasıl sınır güvenliği bir ülke için hayati önem taşıyorsa veya savunma sanayii bu noktada önemliyse, gıda noktasında gıda güvenliği de devletin sürekli elini üstünde tutması gereken bir konu. Ama maalesef son dönemde inanılmaz şeyler yaşıyoruz. Şu an birçoğu aklıma gelmeyen o kadar çok şey paylaştık ki bu konuda.
Örneğin ünlü bir markanın bir dönem kaşar peynirlerindeki tarihleri sildiğini tespit ettik. Sonra bir baktık Tarım Bakanı gitmiş o markanın fabrikasında pozlar veriyor. Bir şeker markasının hurma yağı kullandığı halde etiketlerinde palm yağı yazdığını duyurduk, ortalık ayağa kalktı.
Ben yasal başvuruda bile bulundum, şikayetler yaptım, sonra Cumhurbaşkanı o markanın reklamını yaptı. Yani siz doğru bir şeyler yapmaya çalışırken devlet sizin arkanızda olmalı. Ancak böyle güçlenirsiniz.
Firmaların çocukları ya da gençleri öldürmeye çalışmadığını, tersini ürünlerini daha çok yedirmeyi amaçladığını söyleyen Musa Özsoy, bazı acı detaylar da paylaştı:
Hatırlar mısınız, Ankara'da bir çocuğumuzun boğazına bir çikolata kapağı kaçtı ve vefat etti. Ben o dönem her yerde bangır bangır, kantinlerde bu ürünlerin satılmaması gerektiğini, 2018'den bu yana yürürlükte olan bir genelge gereği bu abur cuburların kantine sokulmaması gerektiğini yazıyordum, çağrılar yapıyordum. İki gün sonra bu vefat gerçekleşti. Ne değişti derseniz hiçbir şey değişmedi. Bugün yine kantinlerde o abur cuburlar satılıyor. Dolayısıyla biz felaketlerden ve sıkıntılı süreçlerden ders almıyoruz.
Markalarla uğraşınca davalar da peşi sıra gelmiş
Musa Özsoy bir süredir Ankara Anlaşması'yla Birleşik Krallık'ta yaşıyor. Türkiye dışında yaşamayı tercih etmesinin en önemli nedeni ise Gıda Dedektifi hesabında teşhir ettiği markaların yaptığı suç duyuruları.
Gerçi şimdiye kadar hiçbir soruşturma talebi aleyhine sonuçlanmamış ama yine de halkın sağlığı ve gıda güvenliği adına yaptığı bir hizmetin böyle bir tepkiyle karşılaşmasının kendisini üzdüğünü ve gerdiğini saklayamıyor:
Sosyal medya çalışmalarımın sonucunda hem İngiltere'den kabul aldım hem de ABD basın kartı verdi. Şu anda hem uluslararası basın kartım var hem de İngiltere'de sosyal medya üzerine bir şirketim var. Ama gıda dedektifi hala özerk, bana ait bir hesap olarak devam ediyor. Açıkçası iki buçuk yıl önceye kadar hakkımda hiçbir suç duyurusu yoktu.
İki buçuk yıl önce bir firmanın fason üretim yaptığıyla ilgili bir haber yayınladım. Hiçbir üretim tesisleri olmamasına rağmen birkaç farklı yerde bisküvi, keçi boynuzu özü gibi şeyler üretiyorlardı. Hatta keçiboynuzu özü eczanelerde bile satılıyordu.
Ve hiç kimse bu adamların bu ürünü üretmediğini bilmiyordu. Ben bunu yayınladıktan sonra foyaları meydana çıktı. Çünkü her şeyi kendileri üretiyor, kendileri geliştiriyor gibi bir algı yönetimiyle satıyorlardı. İlk davalar böyle başladı.
O süreçte Millî Eğitim Bakanlığı'yla iş birliği halinde okullara gidip eğitimler verdiğini anlatan Özsoy; sonra çok daha büyük bir markanın aleyhine hem ceza hem de hukuk davası açtığını anlattı.
Adı bizde saklı markayla ilgili süreç de şöyle gelişmiş:
Her iki davanın öncesinde de bir uzlaştırma süreci oldu. Yayınların tamamını kaldırmamız istedi. Bunu hiçbir şekilde kabul etmedim. Şimdi yargı süreci devam ediyor.
Alkol kullanmıyor ama rakı reklamıyla suçlanmış
Kendisinin dindar bir insan olduğunu, dini inancı gereği alkol tüketmediğini anlatan Musa Özsoy, rakı incelemesi yaptığı bir araştırması nedeniyle Tarım Bakanlığı ve Ticaret Bakanlığı'ndan "rakı reklamı yaptığı" iddiasıyla ceza yediğini de anlattı:
Biliyorsunuz rakı coğrafi işaretli bir ürün. Yani bizim milli alkollü içeceğimiz rakı. Benim dini inancım gereği alkolle hiç işim olmaz. Ama insanlardan o kadar çok talep geldi ki, ben bu rakıyı inceleyeyim dedim. Ve Mey Rakının Beykoz'daki fabrikasından başlayarak, alkolün Türkiye'de hiç konuşulmamış olan yüksek kalorisinden bahsederek, yani yine farkındalık oluşturma amaçlı bir inceleme yaptım ve bu incelemem reklam kabul edildi.
Tarım Bakanlığı'nın hukuk müşavirliği bile bunun reklam değil, inceleme olduğunu söylemesine rağmen 10 bin TL ceza aldım. Sonrasında Ticaret Bakanlığı yine reklam yaptığım iddiasıyla 114 bin liralık bir ceza uyguladı. Şu an o ceza 7'nci İdare Mahkemesi'nde dava sonuçlandı, sonucunu bekliyoruz.
"Ülkemiz tarihi bir fırsatı kaçırdı, her şey ithal ediliyor"
Musa Özsoy sadece marketlerde satılan gıdaların insan sağlığına etkilerine yönelik farkındalık çalışması yapmıyor, aynı zamanda Türkiye'nin gıdada kendi kendine yeter haline gelmesine ilişkin çalışmalar da yapıyor:
Bugün geldiğimiz noktada bütün dünya bir gıda krizi yaşıyor, üretim krizi yaşıyor, hammadde krizi yaşıyor. İnanın Türkiye şu son 15 yıllık süreçte doğru yönetilseydi, Anadolu coğrafyasında mükemmel bir şekilde her şeyi üretebilen bir ülke olabilirdik.
Böyle tarihi bir fırsatı kaçırdık diye düşünüyorum ve sadece fırsatı kaçırmak da kalmadık, şu anda ülkede her şey ithalata bağlı. Bu yüzden bütün gıda ürünleri çok pahalı. Aklınıza ne gelirse şu an hammadde olarak ithal ediliyor. Yani ay çekirdeğinden tutun, susama, kırmızı mercimekte pirince kadar neredeyse tamamına yakınını üretebileceğimiz halde ithal ediyoruz.
Neyi, nereden alıyoruz?
Bağımsızlığımızın gıdadan başlayacağını ve bunu 2018'de belirttiğini söyleyen Özsoy 2018'de marketleri gezmiş ve hangi ürünü nereden aldığımızı duyurmuştu.
O duyuru şöyleydi:
Tarçın Endonezya'dan, Osmancık Pirinç Çin'den, Yasemin Pirinç Romanya'dan, Baldo Pirinç ABD'den, Kırmızı Mercimek Kanada'dan, Nohut Kanada'dan, Pilavlık Pirinç Hindistan'dan, Karabiber Vietnam'dan, Çörekotu Suriye'den, Susam Hindistan'dan, Ceviz ABD'den, Badem; ABD'den.
2018'de sadece ABD'den ithal ettiğimiz badem için 72 milyon dolar ödediğimizi hatırlatan Özsoy, tehlike çanlarının çoktan çaldığını şu sözlerle dile getirdi:
Şu an kırsal nüfusumuz tarihin en dip noktalarında, dolayısıyla üretimimiz çok düşmüş durumda. Şehirleşme sürekli artıyor, kontrolsüz bir büyüme var. Nüfus sürekli gelişiyor ve siz sürekli olarak üretimi azalttığınız, ithalata bağımlı olduğunuz bir sistem kuruyorsunuz.
Gerçekten korkunç bir süreçteyiz bu noktada gıda konusunda. Ben işin gıda endüstrisi tarafından baktığımda da sıkıntılı bir süreç olduğunu görüyorum. Dolasıyla iki taraftan da sıkıştırılan, baskılanan bir tüketici var. Üreticinin sıkıntıları bambaşka zaten. Ama bunların tamamının sebebi, çok üzülerek söylüyorum ki siyasi bir noktaya geliyor.
Dikkat, şekerlemelerde petrol bazlı boyalar var: Hiperaktivite nedeni
Beş yıldır gıda dedektifliği yapan Musa Özsoy'a bu beş yıllık süreçte kendisini şoke eden en önemli keşfini soruyorum, "Çok şey var" dedi ama doğrudan çocukları hedefleyen şekerli ürünlere dikkat çekti:
Çocuklara yönelik üretilen şekerli, renklendirici içeren ürünlerin çoğunluğunda azo boyar dediğimiz renklendiriciler var. Bunlar petrol bazlı ve bazı ülkelerde yasaklı boyalar. Etiketlerde açıkça çocuklarda dikkat eksikliği, aktivite eksikliği ve dikkat dağınıklığına sebep olabilir diyor. Yani hiperaktiviteye sebep olabilir, diyor. Yani çocuk o şekeri babasından, annesinden, ablasından, halasından ya da okulda kantininden aldığında aklına olumsuz bir şey olabileceği gelmez. Burada sorumluluk zaten çocukta değil, sorumluluk bizde.
"Çocuklarınıza muzlu süt yerine yarım da olsa muz yedirin"
Peki ne öneriyor Musa Özsoy?
Bir yandan gıdaya erişim artan fiyatlar nedeniyle bu kadar zorken, nasıl en az zarar görerek besleneceğiz, çocuklarımızı besleyeceğiz?
Musa Özsoy'un önerileri şöyle:
Ben insanları da suçlamıyorum ama daha bilinçli olmaları gerektiğini düşünüyorum. Şimdi muzun kilosu 30 TL filan olmuş galiba, bir anne düşünün pahalı olduğu için muz alamıyor ve onun yerine çocuğuna muzlu süt alıyor. Çünkü o muzlu sütün içinde muz olduğunu düşünüyor. Ama bakıyorsunuz etiketine ve binde 1 oranında muz tozu olan bir ürünle karşılaşıyorsunuz. Aslında muz falan yok içinde ve aroma verici var ve o aroma vericilerin kimyasal formüllerini bilmiyoruz. Benim annelere önerim, bir kilo muz alamıyorsanız, bir adet muz alın, gerekirse iki çocuğunuzun arasında yarım yarım pay edin. Az yesin ama öz yesin ve doğru şeyi yesin.
Peki, kendisi gıda dedektifliği yapmaya başladıktan sonra, hayatı nasıl değişti, nasıl beslenmeye başladı?
Özsoy bu soruyu da şöyle yanıtladı:
Tabii çok dikkat etmeye başladım. Özellikle endüstriyel ürün ve paketli ürün ayrımı yaptım. Endüstriyel ürün dediğimiz şey içine katkı maddesi olan, şeker olan, herhangi bir şekilde doğal ürünün üzerine eklenmiş her şey. Paketli ürün dediğimizde mesela paketli bir beyaz peynir, paketli bir kırmızı mercimek. Paketli ise uzak duralım yaklaşımı da tüm ürünler için doğru değil, bazı ürünlerin paketli olması gerekir. Ben endüstriyel ürünleri hayatımdan çıkarttım. İnsanlar şeker kullanmıyor ama gofret yiyor mesela, bir gofrette yedi sekiz tane küp şeker kadar ilave şeker olduğunu bilmiyorlar.
Birleşik Krallık'ta da gıda dedektifliği yapacak
Yaklaşık 8 aydır Birleşik Krallık'ta (BK) yaşayan Musa Özsoy, her ne kadar Türkiye'den uzak da olsa dedektifliğe devam ediyor.
Memlekete her geldiğinde marketleri geziyor gelemediği durumlarda ise buradaki yakınları üzerinden belge, bilgi talep ediyor.
Yakın zamanda İngiltere'de gıda dedektifliğine başlamayı planlayan Özsoy hem BK hem Avrupa için İngilizce içerikli ürünleri incelemeye başlayacak:
Burada çok kontrolsüz bir tüketim var, çocuklarım okula gidiyor görüyorum hepsinin elinde cipsler, çikolatalar. İngilizler şekeri çok seviyor. Buradaki avantajım devletin bu sorunun farkında olması ve bununla mücadele etme yönünde çaba sarf etmesi.
Bir de kitap yazdı ve 1960'lardan sonra değişen gıdalarımızı anlattı
Musa Özsoy, gıda dedektifliği işine soyunduktan sonra öğrendiği ve ulaştığı tüm bilgileri bir kitapta da toplamış.
"Ne Yediğinizi Biliyor Musunuz?" adlı kitapta 1960'tan itibaren Türkiye'de ve dünyada gıda endüstrisinin gelişim sürecini anlatıyor.
Özellikle şehirleşmeyle gıda güvenliği arasında doğrudan bir ilişki olduğunu söyleyen Özsoy kitabıyla ilgili de şöyle konuştu:
Biz 50 yıl önce Avrupa'dan daha düşük obezite oranına sahipken şu an Avrupa'yı nasıl üçe katladık, bunları anlatmaya ve anlamaya çalıştım. 'Zeytinyağlı yiyemem' şarkısından bahisle Türkiye'de nasıl margarinlerin yaygınlaştığını, nasıl margarin firmalarının Türkiye'ye girdiğini anlattım. Bu bunun dışında etiket okumanın önemine değindim. Mesela 1980 askeri darbesi sonrası ciddi global firmaların girip Türkiye'de at koşturduğu dönem. Düşünün Türkiye'ye ilk yağ üreticisi, aynı zamanda sigara üreticisi olan bir firma Philip Morris o yıllarda giriyor. Ülkemizde margarin üretmeye başlıyorlar.
© The Independentturkish