Hep söylenir, “Çar Deli Petro zamanından beri, Rusya sürekli sıcak denizlere, Boğazlara ve Akdeniz’e açılmayı, uzanmayı hayal eder, hedef edinir” diye.
Kökenleri Vikinglere dayalı bir topluluğun Slavlaşması ile oluştuğu söylenen Ruslar, (Rus adı Vikingçedir. "Rus, Rhos, Rhous" kelimesi/adı, Eski İskandinav/Viking lisanında, Rodher'den türeme olup, sandalla nehirleri dolaşan anlamına gelmektedir. Arthur Koestler, The Thirteenth Tribe, Part:2-3, Sayfa:35) ilk olarak Kiev’de kurdukları prenslikle/Knezlikle sahneye çıkarlar, daha sonra Moskova knezliği kurulur. Ancak, Deşt-i Kıpçak denilen ve Kırım’ı da içine alan bölgede Kıpçakların egemenliği karşısında ciddi bir varlık gösteremezler. 1200’lü yıllarda istilacı Moğollar tarafından Kıpçaklar dağıtılır, Deşet-i Kıpçak’ta Moğol egemenliği kurulur.
Cengiz Han’ın oğlu, Cuci Han’ın oğlu Batu Han tarafından burada Altın Ordu devleti teşkil edilir. 1256’da ölen Batu Han’ın yerine geçen Berke Han ise, egemenlik alanını genişleterek Kafkaslar ve İran’da, Bilad-ı Rum/Anadolu’da, Kürdistan’da egemen olan Kuzeni Hülagu’ya da kafa tutar. Berke Han (1257-1266), Kıpçak asıllı Sultan Baybars’ın hakim olduğu Mısır ve Suriye ile de ilişki kurar, 1262’de Müslümanlığı kabul eder. Bölgede kısa zamanda Müslümanlık yayılır. Bu tarihlerden sonra Altın Ordu Devleti artık Müslüman bir devlet olarak, gücünü sürdürür ve Mısır başta olmak üzere diğer İslam beldeleri ile ciddi ticari, ilmi ve siyasi ilişkiler geliştirir. Altın Ordu devleti, kısa zamanda ilim ve ticaret merkezi halini alır, Kiev ve Moskova’daki Rus Knezlikler de, Altın Ordu devletine bağlı hale gelir. (Bkz.İbn Batuta, Rihle, Tuhfetu''n-Nuzzâr, Daru İhyai''l-Ulûm, Beyrut, 1996; Yakubovsky, Altın Ordu Ve Çöküşü, Çev. Hasan Eren, TTK Yay. Ankara, 1992; Alan Fisher, The Crimean Tatars, Stanford University, California, 1978)
Timur’un Anadolu ve Kafkasya’ya seferler yaptığı dönemlere gelindiğinde ise, Altın Ordu Devleti hanedanı içinde taht kavgaları baş gösterir. Bundan istifade ederek buraya sefer düzenleyen Timur, Altın Ordu Devleti’nin güneydeki topraklarını işgal eder ve bu devleti adeta dağıtır. Moskova dahil devletin kuzey bölgeleri zamanla kopar. Devlet, Kırım Hanlığı şekline gelerek küçülür. 15'nci yüzyıl sonlarına gelindiğinde; gerek hanlık içindeki taht kavgaları, gerekse kuzeyden gelen saldırılar bu hanlığı iyice zayıflatır. Fatih döneminde, Sadrazam Gedik Ahmed Paşa’nın Ruslara karşı seferleri sonucunda Kırım Hanlığı Osmanlı’ya bağlanır. (Halim Giray Sultan, Gülbin-i Hanân Yahud Kırım Tarihi, Necm-i İstikbal Matbaası, 1327; İstanbul; A. Cevdet Paşa, Kırım Ve Kafkas Taihçesi, Kütübhane-i Ebuzziyâ, 2. Tab’ı, Kostantiniyye, 1307)
Sultan IV. Murad zamanında Osmanlı-Rus ilişkilerinde gelişmeler
Timur’un Deşt-i Kıpçak’a yönelik seferinin, Berke Han (1256-1266) devrinden beri bir İslâm ülkesi olarak önemli gelişme göstermiş olan Altın Ordu devletini dağıtarak, bir hayli küçülmesine ve bir daha toparlanamamasına yol açar. Rusların Moskova Hanlığı'nı bile kendine vassal haline getirmiş Altın Ordu devletinin ikbali söner, zamanla Rusların önünün açılmasına zemin teşkil eder. (Yakubovsky, Altın Ordu Ve Çöküşü, Çev. Hasan Eren, TTK Yay. Ankara, 1992; İsmail Aka, Timur Ve Devleti, TTK Yayınları, Ankara, 1991; İbn Arabşah, Acâibu’l-Makdur Fi Ahbâri Timur, Matbaatu Vâdi’n-Nil, Kahire 1285)
Ruslar daha sonra, 16'ncı yüzyılda, Moskova merkezli olarak Korkunç İvan döneminde bir hayli güç kazanır. Korkunç İvan çevredeki bütün diğer prenslikleri/knezlikleri zorla ve acımasızca Moskova’ya boyun eğdirir. Ülkesinin topraklarını iki katına çıkaran Korkunç İvan Rusların ilk çarı/imparatoru olur. Zamanla hep Rusya güç kazanır. Sultan IV. Murad zamanında, Osmanlı-Rus ilişkilerinde ticaret başta olmak üzere ciddi gelişmeler kaydedilir.
Çar Deli Petro ve özellikle Çariçe Katerina zamanında Rusya artık güçlü bir imparatorluktur
18'nci yüzyıla gelindiğinde ise, önce tahtı kardeşleri ile paylaşan Çar Deli Petro, Karadeniz’de Osmanlı Kırım’ı ile Kuzeydeki tundra ve buz kaplı topraklar arasında kalan ülkesini bu kıskaçtan kurtarmaya çalışır. Azak ve Kırım’a seferler düzenler Azak kalesini alır. Kendisine karşı savaş açan İsveç kralı Demirbaş Şarl’ı her ne kadar sonradan Osmanlı’ya sığınmaya mecbur bırakmışsa da fazla ilkin karşısında fazla bir başarı elde edemez. Çar Deli Petro uzun zaman hanedan ve devlet içindeki rakipleri ile uğraşır. Nihayet 1697’ye gelindiğinde onları çok acımasızca tasfiye eder. Korkunç İvan’ınkine benzer bir idare tesis eder. Ülkenin idare merkezini Moskova’dan, Neva nehri deltasında, -bugün kendi adı ile anılan St. Petersbourg- kurduğu şehre taşır. (Akdes Nimet Kurat, Rusya Tarihi, Başlangıcından 1917’ye Kadar, TTK Yayınları, 3. Baskı, Ankara, 1993)
Ülkesini imparatorluk olma yönünde genişletmeyi aklına koyan Çar Petro, Avrupa ve Karadeniz’e olduğu gibi İran taraflarına da seferler düzenler. 1711’de Osmanlıya karşı açtığı savaşta ordusu ve kendisi, Baltacı Mehmed Paşa idaresindeki, Osmanlı ordusunca kuşatılır. Ancak, Prut Zaferi Osmanlıların Ruslar karşısında kazandığı son zafer olur. Nihayet bir anlaşmaya varılır. Azak Kalesi Osmanlılara iade edilir. Çar Deli Petro’nun Sıcak denizlere açılma teşebbüsleri böylece ertelenmiş olur. İran’a yönelik seferlerinde, o sırada Safevi hanedanının da çökmesi ile başarı elde edip, Hazar Denizi kıyılarını istila eden Çar Deli Petro sonunda 1725 yılında ölür. Çar Deli Petro ve özellikle Çariçe Katerina zamanında Rusya artık güçlü bir imparatorluğa dönüşür. (General Count Philip De Segur, History Of Russia And Peter The Great, London, 1829)
Rusya'nın yükselişi
Prut zaferi, Azak kalesinin geri alınması Ruslar’ın Balkanlara ve sıcak denizlere açılmasının önünü belli bir süre ertelese de, artık Rusya'nın yükselişi durmadı, Deli Petro’dan sonra, varis bırakmadan ölmesi dolayısıyle, askerin delaleti ile yerine 1712’de onunla evlenmiş olan Çariçe Katherina getirilir. 1725’ten 1727’ye kadar iki yıl hüküm süren Çariçe ülkesinin toparlanması konusunda ciddi adımlar atar.
Daha sonra II.Peter’in üç yıllık Çarlık dönemi gelir. 1730’la 1740 arasında, Deli Petro’nun yeğeni Çariçe Anna İvanovna dönemlerinde Rusya Avrupa’da Avusturya karşısında ilerlemeler kaydeder, Bir ara Kırım’a sefer düzenlenerek, Bahçesaray bile yağmalanır. Anna’nın yerine bir yaşındaki IV. İvan geçirilir. Çarlık Rusya’sında bir ara naipler dönemi söz konusu olur.
1762’de Çar olan III Peter altı ay sonra ölür. Onun yerine geçen II. Katerina ise ölüm tarihi olan 1796’ya kadar uzun bir dönem hüküm sürer. Onun zamanında Rusya artık büyük bir imparatorluk halini alır. Bu yüzden II. Katherina, Büyük Katherina adını alır. Tam bu dönem Kırım Hanlığı'nın sonu, Osmanlı’nın Karadeniz’in kuzeyini kaybettiği dönemdir. (Akdes Nimet Kurat, Türkiye Ve Rusya, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1990)
Rus Çarlığı 1750’lerden itibaren, özellikle bu, Çariçe II. Katherina zamanında yeniden yükselişe geçmiş, Kırım’ı ve Osmanlı’yı ciddi olarak tehdide maruz bırakmıştır. Osmanlı devletinin Nemçe/Nemsa karşısında aldığı peşpeşe yenilgiler böyle bir sonuca yol açmıştır. 1768"de Rusların Kırım için açtığı savaşlar, 1774’te Osmanlı’nın çok ağır yenilgisi ve bedel ödemesi ile neticelenmiştir. Bu tarihte imzalanan Küçük Kaynarca muâhedesi Osmanlı’nın Kırım üzerindeki himaye ve haklarına son vermiş. Osmanlı’nın artık bir cihangir devlet statüsünde olmasının da sonunu getirmiştir. Ruslar tarafından işgal edilen Kırım 1783"te tümü ile Rusya’ya ilhak edilerek bu hanlığa son verilmiştir. (The Life Of Catharine II. Empress Of Russia, London, 1800)
Bu dönemden itibaren, özellikle 19'ncu yüzyılda, vuku bulan Osmanlı-Rus muharebeleri Osmanlı’nın sürekli darbe yiyerek Balkanlar ve Kafkaslardaki topraklarının kaybına sebebiyet vermiştir. 1828’deki Osmanlı Rus Seferi, Mora Yarımadası'nda bağımsız Yunan devletinin kurulması neticesini verdiği gibi, Sırbistan Kara Yorgi ve Gradacaclı Hüseyin Kapudan olayları neticesinde muhtar bir bölge haline gelip, Belgrad Paşalığı kurulumuştur. (Reşid Belgradi, Tarih-i Vak’a-i Hayretnüma-i Belgrad Ve Sırbistan, 1291, İstanbul)
Mısır meselesi ve Kavalalı Mehmed Ali Paşa hadisesinde, Vali Mehmed Ali Paşa’nın oğlu İbrahim Paşa komutasındaki Mısır ordusu, Nizip’te Sultan II. Mahmud’un ordusunu yenmiş, Kavalalı’nın ordusu Kütahya’ya kadar ilerlemiştir. Bu radde de Osmanlı Rusya ve diğer devletlerden yardım istemiş; İbrahim Paşa’nın İstanbul’a yönelmesi tehdidine karşı İstanbul’a Rus askerleri getirilmiştir. Bu da Rusya’nın Osmanlı üzerinde nüfuz tesis etmesini intac ettirmiştir. (Şinasi Altundağ, Kavalalı Mehmed Ali Paşa İsyanı/Mısır Meselesi (1831-1841), 2. Baskı, TTK Yayınları, Ankara, 1988)
Islahat Fermanı ve Osmanlı’dan kopan gayrimüslim unsurlar
1853’teki Kırım, Eflak-Boğdan ve Kars savaşlarında ise, Osmanlı topraklarını işgal edip paylaşmayı kararlaştıran Rusya’ya karşı Fransa ve İngiltere Osmanlı’nın yanında müttefik olarak savaşlarda yer alıp, Rusya’nın Eflak Boğdan’dan el çekmesini sağlamışsa da, 1856’daki Paris anlaşması Osmanlı’ya bir şey kazandırmamıştır. Savaşta Osmanlı’nın yanında yer almalarının bedeli olarak İngiltere ve Fransa’nın dayattıkları Islahat Fermanı ise uzun vadede gayrimüslim unsurların bir bir Osmanlı’dan kopmalarını hızlandırmıştır.
1293/1877-78’de Sultan Abdülazîz’i devirip katlettiren İngiliz yanlısı Hüseyin Avni Paşa ekibinin soktuğu harp ise Osmanlı devleti için tam bir yıkım olmuştur.
1243/1828’de Navarindeki Osmanlı-Mısır donanmasına ait gemilerin Rus-İngiliz-Fransız donanmasına ait gemilerce Mora meselesi bahane edilerek baskınla yakılması ile patlak veren Balkanlar Kafkaslarda cereyan eden Osmanlı Rus muharebeleri Rusların bir taraftan Varna-Şumnu diğer taraftan Kars ve civarına nüfuz etmelerine sebebiyet verir.
Ayrıca, Mora’da bağımsız Yunan devleti kurulduğu gibi, Sırbistan Kara Yorgi hadisesi ile “Belgrad Paşalığı” adı altında fiilen kopmuş, Tepedelenli Ali Paşa ve İşkodralı Mustafa Paşa vak’aları husule gelmişti. Ardından Mısır meselesi baş göstererek, Sultan II. Mahmud devrinin en sıkıntılı dönemine girilmişti. (Bu konuda Bakınız, Mehmed Sadık Rifat Paşa, Rusya Muharebesi Tarihi, Asâr-ı Rif'at Paşa, İstanbul, 1286; Tarih-i Lütfî, Cilt 1, Shf: 391-409; Atâ Tarihi, Cilt. 3. Shf: 255-275; Ahmed Muhtar, Türkiye-Rusya Seferi, 1244/1828-1245/1829, Erkân-ı Harbiye Reisliği Matbaası, Ankara, 1928; İhsan Sungu, Mahmut II.'nin İzzet Molla Ve Asâkir-i Mansure Hakkında Bir Hattı, Tarih Vesikaları Dergisi, Cilt: 1, Sayı:3,Shf: 162-183, Birinci Teşrin 1941, Mf. V. Neşriyatı)
Osmanlı-Rus harpleri ve Batı Avrupalı devletlerin etkisi
1270-71/1853'teki Kırım Harbinde her ne kadar, İngilizler ve Fransızlar Osmanlı Devleti ile müttefiken donanma sevk edip Rus limanlarını bombalayıp Rusları Balkanlar’da ve Eflak-Boğdan'da ric'ate ve mütarekeye icbar etmiş ise de, 1856'daki Islahat Fermanı ve Kapitülasyonların artırılması Osmanlı Devleti için ağır bedel olmuştur. (Bkz. Rear Admiral Sir Adolphus Slade–Mushaver Pasha-Turkey And The Crimean War: A Narrative Of Historical Events, Smith, Elder And Co., London, 1867; Müşavir Paşa'nın Kırım Harbi Hatıraları, Sir Adolphus Slade, Çev. Candan Badem, Türkiye İş Bankası Yayınları; Yüzbaşı Fevzi, 1853-1855 Türk-Rus Harbi ve Kırım Seferi, Devlet Matbaası, İstanbul, 1927)
1774 Küçük Kaynarca Anlaşması, özellikle 1792 seferleri ile başlayan süreçte Osmanlı devleti Rusya tarafından sürekli darbelenmiştir. 93 Harbi de dahil, Osmanlı-Rus harplerinin çoğu Batı Avrupalı devletlerin teşvik veya bazen doğrudan dahli ile Osmanlı'nın Rusya sopasıyla dövülmesi şeklinde olmuştur.
1853-56 Kırım-Kars Harpleri akabinde Osmanlı Devleti 93 Harbine kadar, daha önceki harplerden edindiği tecrübe ile Rusya ile cephe harbine girmemeye özen göstermiştir. Özellikle, Sultan Abdülazîz döneminde bu hususa/siyasete dikkatli bir şekilde riayet edilmiş Rusya devleti ile ilişkiler olumlu düzeyde tutulmaya çalışılmıştır.
Ayastefanos anlaşması: Osmanlı'nın adeta idam fermanı
Sadrazam Gürcü Mahmud Nedim Paşa'nın dönemi bu siyasetin zirvesini teşkil etmiştir. Ancak, o dönemde daha çok İngilizlere tarafgirlik gösteren Serasker Hüseyin Avni Paşa, Mithat Paşa ve taraftarları buna karşı büyük bir kampanya başlatarak, o dönemdeki büyük iktisadi krizi ve Hazinenin iflasını bahane ederek Rusya ve Rus sefiri İgnatiyev ile ilişkilerinden dolayı, “Nedimov” olarak nitelendirdikleri Mahmud Nedim Paşa'yı düşürmeyi başarmışlardı. Oysaki geliyorum diyen 93 Harbinin önündeki en büyük engel Sadrazam Gürcü Mahmud Nedim Paşa ve siyaseti idi. Mahmud Nedim Paşa'yı bertaraf etmekle yetinmeyen İngiliz taraftarı Hüseyin Avni Paşa ve kadrosu, Sultan Abdülazîz'i de tahtından indirip öldürterek; bu engeli tümü ile ortadan kaldırmışlardı. Sultan V. Murad'ın ruh sağlığının saltanat etmesine mani olması üzerine Şehzade Abdülhamid'i tahta geçiren bu kadro hemen Kanun-i Esasi'yi, Meşrutiyeti ilan ettirerek yetkilerini tamamen budayıp ardına kadar savaşın yolunu açmışlardı.
1293/1877-78 Harbi Osmanlı devleti için tam bir yıkım oldu. Kars ve Ardahan'ı alan Ruslar Erzurum'a sınır hale geldiler. (Bkz. Tümgeneral Vehbi Kocagüney, Erzurum Kalesi Ve Savaşları, 126 Sayılı Askeri Mecmuânın Tarih Kısmı, Askeri Matbaa, İstanbul, 1942) Diğer taraftan Rumeli-Balkanlarda Osmanlı ordularını Gazi Osman Paşa'nın Plevne Müdafaasına rağmen, tam bir bozguna uğratan Ruslar Ayastefanos/Yeşilköy'e kadar ilerlerler, bu bozgunu gören çaresiz genç padişah İstanbul'u terke bile teşebbüs eder. Osmanlıların çaresiz bir şekilde mütareke talebiyle 8 Mart 1878'de imzalanan Ayastefanos anlaşması Osmanlı Devletinin adeta idam fermanı olmuştur.
Bu anlaşmaya göre:
- Sırbistan, Karadağ ve Romanya tam bağımsızlık kazanacak ve sınırları genişletilecek.
- Büyük bir Bulgaristan Prensliği kurulacak, Prensliğin sınırları Tuna'dan Ege'ye, Trakya'dan Arnavutluk'a uzanacak.
- Bosna-Hersek'e iç işlerinde bağımsızlık verilecek.
- Kars, Ardahan, Artvin, Batum, Doğubayezid ve Eleşgirt Rusya'ya verilecek.
- Teselya Yunanistan'a bırakılacak.
- Girit ve Ermenistan'da ıslahat yapılacak.
- Osmanlı Devleti Rusya'ya 30 bin ruble savaş tazminatı ödeyecekti.
Ancak bu antlaşma ile Rusya'nın ve Slavların Balkanlar'da tamamen hakim bir konuma gelmesi Batılı devletleri, özellikle İngiltereyi telaşlandırdı. Zira Rusların, Bulgaristan yolu ile sıcak denizlere inmeleri, Birleşik Krallık'ın Hindistan sömürgelerine ulaşmasına ve Avusturya-Macaristan'ın Bosna-Hersek'i ilhakına set çekmiş olacaktı. Osmanlılar bu tepkilerden yararlanarak Kıbrıs'ın idaresini Büyük Britanya'ya bırakmak şartıyla Berlin'de yeni bir antlaşma (Berlin Konferansı/Antlaşması) zemini elde etmeyi başardılar.
Berlin Konferansı/Antlaşması ve Osmanlı'nın Balkanlar'daki varlığı
Ayastefanos'un ağır şartlarını hafifleten Berlin Konferansı/Antlaşması ile Osmanlı Devleti'nin Balkanlar'daki varlığı bir süre daha devam etti. Bu anlaşma ile Osmanlı devletinin Rumeli'deki topraklarının büyük bölümü iade edilmiş oldu. Ancak, Sırbistan ve Karadağ bağımsız olurken, Bulgaristan muhtar bir prenslik haline gelir. Niş, Buyanovac, Medyeva, İvranya; Ülgin, Bar gibi Arnavut nüfusla meskun bölgeler de Sırbistan'a ve Karadağ'a bırakılmak mecburiyetinde kalınır. Bosna-Hersek ise ilhak edilmese de, Avusturya-Macaristan devletinin denetimine girer.
Osmanlı içindeki, taraftarları Hüseyin Avni Paşa- Mithat Paşa ve kadroları üzerinden Osmalı Devletini Rusya ile savaşa sokup iyice ezdiren İngiltere bu defa istediklerini aldıktan sonra Berlin Konferansında Osmanlı'nın karşısına kurtarıcı/halâskâr rolüyle çıkıyordu. İngiltere bir taraftan Osmanlı’yı Rusya’ya ezdirirken, diğer taraftan Rusya’yı Osmanlı ile savaştırarak/uğraştırarak Orta Avrupa’da nüfuzunu artırmasının, Afganistan ve Hindistan’a el uzatmasının önünü kesiyordu.
19. yüzyıl Osmanlı-Rus ilişkileri
19'ncu yüzyıl adeta, Osmanlı'nın yakın tehdit olarak, sürekli Batı Avrupa devletlerinin zemin hazırlayıp teşvik etmesi ile, Rusya tarafından sopalanıp ezildiği dönem olmuştur.
Ardından Devr-i Hamidî olarak da adlandırılan 31 yıllık dönemde, İngilizlerin 1882' de Urâbi Paşa hadisesi akabinde Hidivler idaresindeki Mısır'ı işgali, 1881'de Tunus'un Fransızların denetimine geçmesi dışında büyük toprak kaybı görülmez. Yine bu dönemde 1313/1897 Teselya'daki müsbet olarak neticelenen Yunan harbi dışında da bir harbe teşebbüs edilmez.
1908'de, Resneli Niyazi'nin dağa çıkması, Firzovik Toplantısı ardından Manastır'da Osmanlıların Rumeli Ordusu Kumandanı Şemsi Paşa'nın İttihatçıların tetikçisi Mülâzım Atıf tarafından öldürülmesi bunun neticesi olarak II. Meşrutiyet'in ilanı, Devr-i Hamîdî'nin sona ermesi, 1325/1909'daki 31 Mart Vak'ası ve Hareket Ordusunun Selanik'ten gelerek, Sultan Abdülhamid'i tahttan indirmesi Osmanlı devletinin artık sona erdirilmesinin işareti olur. Yeni, İttihatçı-Jön-Türk idaresi kısa zamanda ülkeyi büyük maceralara ve savaşlara sürükler. İlkin Bulgaristan Prensliği bağımsızlığını ilan eder. Avusturya-Macaristan Devleti de denetiminde tuttuğu Bosna-Hersek'i ilhak eder.
1980-1909'da işbaşına gelen İttihatçı Jön-Türk idaresinin kısa zamanda İmparatorluğun birçok bölgesinde kargaşalığa yol açacak bir tarz-ı idare sergilemeleri, özellikle, öteden beri Osmanlı'nın Rumeli'deki en güçlü topluluğu olan Arnavutlar'a ve bir kısım haklı taleplerine karşı, haksız yere, sert tutum takınarak küstürmeleri, bu unsurun bir bölümünün ayaklanmasına yol açar. 1912'de patlak veren Balkan savaşları Edirne-Çatalca'ya kadar Balkan Rumeli topraklarının elden çıkmasına sebebiyet verir.
1914'te Avusturya-Macaristan veliahdının, Saraybosna'da bir Sırp tarafından süikast sonucu öldürülmesinin ardından patlak veren Birinci Dünya Harbi Osmanlı topraklarının işgali ile neticelendi. Özellikle 1916'daki Sykes-Picot Mutabakâtı Osmanlı'nın Ortadoğu'daki topraklarının İngilizlerle Fransızlar arasında paylaşımını ve bölgede bugünkü sınırlara yansıyan statükoyu belirleyen anlaşmaydı.
Birinci Cihan Harbi'nde Rusya, İngiltere ve Fransa Müttefik devletleri oluştururken, Almanya, Avusturya Macaristan, Osmanlı devletleri karşı Mihver devletleri teşkil ediyordu. Osmanlı Devletinin Almanya'nın teşviki ile savaşa dahil olması esnasında neşredilen Sultan V. Mehmed Reşad'ın Birinci Cihan Harbi’nde Hâl-i Harp Beyannâmesinde Rusya ile ilgili şu cümleler câlib-i dikkattir:
Rusya Devleti üç asırdan beri Devlet-i Aliyyemizi mülken pek çok zararlara uğratmış, şevket ve kudret-i milliyemizi artıracak intibâh ve teceddüd âsârını harp ile bin türlü hiyel ve desâis ile her def'asında mahve çalışmıştır. (Beyannâme-i Hümâyun, Cerîde-i İlmiyye, Adet:7, Muharrem 1333/1332. S.434)
Sultan V. Mehmed Reşad'ın bu ifadesi, Osmanlı-Rus savaşlarının yol açtığı neticelerin özet anlatımıydı.
Birinci Cihan Harbi/Harb-i Umumi, milâdi 20. Asrın statükosunu belirleyen savaşlar zinciriydi. Bu harp Osmanlı, Avusturya-Macaristan devletlerinin, Prusya-Alman İmparatorluğunun sonunu getirdiği gibi, hanedanların da tasfiyesine yol açar. Avusturya-Macaristan ve Prusya-Almanya'daki Habsburg hanedanının ortadan kalkması ile neticelendiği gibi Rusya'da da 1917'de Menşevik ve Bolşevik devrimleri ile Çarlık/Romanov hanedanı kanlı bir şekilde tasfiye edilir. Lenin ve arkadaşları tarafından Çarlık Rusyası, Marxist ideoloji doğrultusunda Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği (Sovyetler Birliği) ne dönüştürülür.
Dört yıl imtidad eden Birinci Cihan Harbi sonucunda, Alman imparatorluğunun başını çektiği Osmanlı Devleti'nin de içinde bulunduğu Mihver devletleri, İngiltere'nin başını çektiği, Rusya'nın da içinde bulunduğu Müttefik devletler tarafından mağlup edilir. Osmanlı topraklarının çok büyük bölümü işgale uğrar. Arap Yarımadası, Filistin, Suriye ve Irak tümü ile elden çıkar. İngiliz-Fransız işgaline maruz kalır. Rusya ise Erzurum cephesinden güneye yönelerek Van'a ve Siirt hattına kadar ilerler.
Birinci Cihan Harbi sonrası anlaşmalar ve sınır paylaşımı
1917'deki Bolşevik Devrimi ile Rusya savaştan çekilir ve Rus orduları işgal ettikleri bölgeleri Kuzey Kafkasya hattına değin boşaltır. Rus ordularının boşalttığı bölgeler, Bakü dahil Kazım Paşa idaresindeki Osmanlı üçüncü ordusunun denetimine girer. Ancak, 1919'daki Erzurum ve Sivas Kongrelerinin bir neticesi olarak 23 Nisan 1920'de Ankara'da Meclis toplanıp, TBMM hükümeti kurulunca, yeni hükümet bazı beynelmilel anlaşmalara imza atar.
İlk anlaşma, 3 Aralık 1920'de Ermenistan ile Gümrü'de yapılır. Bu anlaşma ile Aras ve Çıldır gölleri iki ülke arasında sınır olarak belirlenir. Ancak ertesi gün Ermenistan'ın yeni Sovyetler Birliği güçlerinin denetimine girince bu anlaşma tanınmaz. Ankara'daki TBMM hükümeti ile 1921'deki Moskova ve Kars Anlaşmaları ile Doğu sınırları tamamen belirlenmiş olur. Azerbaycan, Nahcivan, Batum ve Çevresi kaybedilir. Bunun karşılığında Sovyetlerden alınan silahlar Ege'deki Yunan işgaline karşı açılan İstiklal Harbi cephelerine gönderilir. Yine 1921'deki Fransa ile olan Ankara Anlaşması ile TBMM Ankara hükümeti Suriye üzerindeki haklardan tümüyle vazgeçerek burayı Fransızlara bırakır. Bu anlaşma ile -Hatay hariç- Suriye ile olan bugünkü sınırlar çizilmiş olur.
Soğuk Savaş dönemi, NATO, Türkiye ve Sovyetler
Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği olarak nispeten kuzeye çekilen Sovyetlerin güneye, Balkanlara ve sıcak denizlere sarkma/açılma hayal ve politikaları ise asla sona ermez. Stalin döneminde Sovyetler Birliği içinde gücünü tahkim eden Sosyalist sistem, II. Cihan Harbi'nde Hitler Almanyasının Leningrad/St. Petersburg'a kadar ilerlemesi ile çok büyük kayıplara uğramışsa da, galip/müttefik devletlerin yanında (İngiltere, ABD) yer alarak savaş sonunda Orta Avrupa'ya kadar ilerleme şansını yakalar. 1945'teki Yalta Konferansı bunun galip devletler nezdinde adeta tescili de olur. Estonya, Letonya gibi Baltık devletlerini de topraklarına katan Sovyetler Birliği; diğer galip devletlerin güçleri ile birlikte Alman topraklarının işgaline de katılır. Sonradan Doğu Almanya olarak bilinen bölgeler dahi Rus/Sovyet işgal bölgesine girer. Sovyetler Birliği topraklarını Baltık Denizi ve Eski Polonya'nın bir kısmına doğru genişlettiği gibi, Soğuk Savaş döneminde NATO/Kuzey Atlantik ittifakına karşı oluşturduğu Varşova Paktı ülkeleri ile nüfuzunu Orta Avrupa'nın içlerine kadar tevsî eder.
Özellikle Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliği, Marxist/sosyalist ideolojinin hamisi ve yayıcısı olarak bunun üzerinden de, iki bloklu dünya sisteminde nüfuz alanını dünyanın birçok farklı coğrafyasına yayar. 60'lı 70'li yıllardaki Asya, Afrika, Orta ve Güney Amerika'daki birçok gerilla hareketlerine hamilik yaparak ve bir yandan Küba diğer yandan Vietnam'daki -ABD müdahalesi ile uzun süren Vietnam savaşına rağmen- Sosyalist rejimlerle bu gücünü artırır. Türkiye ise, Soğuk Savaş döneminde ABD öncülüğündeki NATO'da yer alarak Sovyetlere karşı konuşlanmış olur. İran, Irak ve Pakistan ise Bağdat Paktı içerisinde Türkiye ile birlikte bu blokta yer alır.
1923'te Lozan'da Batılı ülkeler nezdinde çizilen sınırlar dahilindeki toprak bütünlüğünü teminat altına alan Türkiye, II. Cihan Harbi akabinde NATO ittifakı içinde yer alarak Stalin/Sovyet tehdidine karşı Lozan'ı NATO himayesine almış olur.1952'de Mısır'da Hidiv-Kavalalı Hanedanına karşı gerçekleştirilen askeri darbe, ardından 1954'te Albay Cemal Abdünnâsır'ın yönetimi devralması ile başlayan süreçte, Ortadoğu dengelerinde Sovyetler lehinde değişim olur. Nasır'ın Sosyalizm soslu, Seküler Arap milliyetçiliğine dayanan askeri-ideolojik idaresi tüm Arap dünyasında kasırga gibi eser.
Ortadoğu'da Sovyet-Sosyalist nüfuzu
Temmuz 1958'de Irak'ta Şerifler Hanedanı ve Nuri Said Paşa idaresine karşı General Abdülkerim Kâsım tarafından gerçekleştirilen, Bağdat Paktının dağıtan kanlı darbe ile bu ülke Nasırcı Sosyalist Arap milliyetçiliği dalgası kervanına katılır. Ardından Suriye'de ve sonra Irak'ta yine bu zihniyete dayalı Baas Partilerinin iktidara gelmeleri, Aden merkezli Güney Yemen'de Sosyalist bir cumhuriyetin kurulması Ortadoğu'da Sovyet-Sosyalist nüfuzunu bir hayli yayar. Böylelikle NATO ülkesi olan Türkiye'nin güneyi Sovyet yanlısı bir kuşakla çevrilmiş olur.
Sovyetler, Suriye'nin Akdeniz'deki Tartus limanını askeri üs haline getirir. Diğer taraftan 1958-59’da Türkiye’de DP-Adnan Menderes idaresi, Stalin’den sonra Sovyetlerin nüfuz alanını yeni ilişkilerle ile genişletme politikası izleyen, Sovyet-Krushchev yönetimi ile ekonomik-stratejik yakınlaşma politikası izlemeye başlar. Ancak bu yeni konsept 27 Mayıs 1960 darbesi ile inkıtaa uğrar. 1970’lerde ise AP-Demirel hükümeti döneminde Sovyetlerle bazı ciddi ekonomik ilişkiler geliştirilerek, İskenderun Demir-Çelik fabrikaları Sovyetler tarafından kurulur. 1970’te temeli atılan tesislerin açılışı 1975 yılında Başbakan Süleyman Demirel ve Sovyet lideri Alexei Kosigin tarafından gerçekleştirilir.
Yine aynı dönem aralığında 6 Ekim 1973'te Mısır, Libya ve Suriye'nin ortaklaşa İsrail'e karşı başlattıkları Yom Kippur savaşının Arap ülkelerinin lehine neticelenmemesi Mısır'ı zamanla Sovyet kampından uzaklaştırır. Zaten Abdünnâsır döneminde, 1967 'deki 6 Gün Savaşı İsrail için büyük bir zafer, Arap ülkeleri için ise çok büyük bir yıkım olmuştu. Ürdün tüm Kudüs ve Batı Şeria'yı kaybederken, Suriye Golan tepelerini, Mısır ise Gazze ve tüm Sina yarımadasını kaybetmişti. Bu tecrübeler, Abdünnâsır'dan sonra Mısır'da işbaşına gelen Enver Sedat'ı farklı arayışlara iter. Sovyetlerden uzaklaşan Sedat, 1977 Kasımında İsrail'e sürpriz bir ziyarette bulunarak çok farklı bir kulvara girer. 1979'da ABD'nin öncülüğünde İsrail'le Camp-David anlaşmasını imzalar.
1979'daki İran Devrimi, İran'ı bölgede ABD müttefiki-jandarması olma konumundan çıkarıp karşıt bir konuma yöneltirken 1980'de başlayıp 8 yıl süren İran-Irak savaşı, Irak'ı bir süreliğine Sovyet yörüngesinden çıkarıp, ABD'nin müttefiği haline getirir. Aynı dönemde Afganistan ise Sovyet işgaline maruz kalır.
Yasir Arafat ve FKÖ'nün Sosyalist çizgiden kopuşu
Aynı zamanda, 1982'de İsrail geçici bir süreliğine de olsa, Filistin Kurtuluş Örgütünün eylemlerini bahane ederek, Lübnan'ı Beyrut'a kadar işgal eder. Yasir Arafat'ın Beyrut'taki merkez karargahı kuşatılır. 1964'te örgütünü Kudüs'te kurup, 67 Savaşındaki ağır yenilgi sonrasında Ürdüne çekilen Yasir Arafat 1970'teki kanlı Kara Eylül olayları ile Ürdün'den de uzaklaştırılmış, Lübnan'a gitmişti. Şimdi ise, Lübnan'dan da uzaklaştırılıyordu. Uzun süren müzakerelerin ardından İsrail kuşatmasının kaldırılmasına karar verilir. Ancak, Yasir Arafat, 8000 civarında Filistinli ile birlikte Tunus'a gönderilir. 1964'te El-Fetih'i Filistin'nin göbeğinde, Kudüs'te kuran Yasir Arafat, 1982'de kendisini örgütü ile birlikte ta uzaklarda, Tunus'ta buluyordu. Bu acı tecrübe Yasir Arafat'ı da farklı arayışlara iter. 1960'lı yıllardan beri Sovyetlerle var olan ilişkilere tamamen son verilir. FKÖ, Sosyalist çizgiden tümü ile uzaklaşır.
1990'lara gelindiğinde, Sovyetler birliği, Varşova Paktı dağılıp Doğu bloku çöker, Orta Ve Doğu Avrupa'daki Macaristan, Bulgaristan, Romanya ve Çekoslovakya başta olmak üzere Sosyalist rejimler devrilir. Ardından Yugoslavya bile dağılır. 1991'deki askeri darbenin akamete uğraması ile Sovyet cumhuriyetleri de dağılır. Boris Yeltsin'in idaresindeki Rusya Federasyonu ortaya çıkar.
Ortadoğu'da ise 1990'daki Kuveyt'in Irak-Saddam tarafından işgali, ardından Birinci Körfez savaşı bölgede yeni bir dönemin kapısını aralar.
Rusya, 18'nci yüzyıl sonlarından beri Balkanlar, Karadeniz, Hazar Ve Orta Asya içlerine kadar Batı'nın dahası Anglo-Saxon aklın İslâm Dünyasına karşı kaba gücü, sopası rolünü oynamaktadır. Kuzeyden, İslâm âlemine karşı sürekli yakın tehdit konumunda olmuştur.
İslâm âleminin Batı'ya uzanan ucu olan Osmanlı'nın Tuna boyları ve Balkanlar'dan kovulması, Müslümanların göçe zorlanması, katliamlara maruz bırakılması, Deşt-i Kıpçak ve Kırım'ın Müslüman nüfustan arındırılması ve Orta Asya'daki Müslüman hanlıkların istilası çok büyük oranda Ruslar eliyle gerçekleşmiştir.
Rusların, Çar Deli Petro döneminden beri güneylere, Balkanlar ve Hazar üzerinden Akdeniz ve diğer sıcak denizlere açılma hayal ve teşebbüsleri eksik olmamıştır. 1979'da Afganistan'ın işgali, en son Kırım'ın Ukrayna'dan koparılıp, Rusya Federasyonuna bağlanması bu hayal ve teşebbüslerin ürünü olmuştur.
Yeltsin dönemi: Rusya Federasyonunun geçiş süreci
1989'dan itibaren Doğu Blokunun, Varşova Paktının çözülmesi, 1991'de Sovyetler Birliğinin dağılması, Birliği oluşturan Rusya Federasyonu dışında yer alan federal cumhuriyetlerin bağımsız devletlere dönüşmesi (Litvanya, Letonya, Estonya, Beyaz Rusya, Moldovya, Ukrayna, Azerbaycan, Gürcistan, Ermenistan, Türkmenistan, Özbekistan, Kırgızistan, Kazakistan, Tacikistan Cumhuriyetleri) büyük bir sarsıntı oluşturdu. Gorbaçov döneminde gerçekleşen tüm bu dağılma ve çözülme süreçleri ardından, Rusya Federasyonu Yeltsin döneminde bir geçiş sürecine girdi.
Putin Rusyası
Halen süregelen Putin-Medvedev döneminde ise, Rusların, Rusya Federasyonu olarak, yeniden yapılanma ve toparlanmaya yönelmesi söz konusu oldu. Rusya bu dönemde tekrar eski Sovyet cumhuriyetleri üzerinde nüfuz oluşturma gayretine girdi. Türkiye'nin Özal sonrası dönemde yaşadığı süreçler, yanlış dış politika ve askeri vesayetin dayatmaları; sloganik fanteziler yüzünden Orta Asya'ya ve Kafkaslara yönelik açılımında çok başarısız bir tecrübe ve hayal kırıklığı yaşandı. Rusya'nın Orta Asya'daki yeni cumhuriyetlerde zaten hiç silinmeyen nüfuzu tekrar artma eğilimine girdi. Kafkaslarda, Çeçenistan ve Gürcistan'la olan sorunlarda kan dökülmesine yol açsa da şu anda Rusya bu raundu kazanmış gözüküyor.
Ukrayna'nın Avrupa Birliğine girme süreci ile ciddi bir kuşatılmışlık pozisyonuna giren Putin Rusyası, Ukrayna'daki iç çatışmalar ve Kırım'ın Ukrayna'dan koparılıp ilhak edilmesi ile ön aldı. Karadeniz kıyısındaki konumu güçlendi.
Enerji kaynakları (Özellikle doğal gaz), nakil hatları ile Orta ve Batı Avrupa'yı büyük ölçüde kendine mahkum hale getiren Rusya, aynı zamanda Suriye'de 5 yıla yakındır süregelen iç savaş ortamının neticesi olarak oluşan mihver üzerinden İran'ı iyice kendi müttefiki haline getirdi. Merhum Ayetullah Humeyni döneminde, Rusya'ya da önemli oranda mesafeli durumda olan İran, Humeyni sonrası dönemde tedricen Rusya'ya yanaşarak (Safeviler ve Kacarlar döneminde olduğu gibi) Suriye olayları ile iyice müttefik hale geldiler.
Suriye odaklı olarak, güçlenen bu ittifak bağları nihayetinde, Rusya'nın Suriye'ye doğrudan askeri müdahalelerine kapı aralayıp yol açtı. Ukrayna ve bazı ekonomik sorunlardan dolayı köşeye sıkışan Rusya, Suriye üzerinden İran'la olan ittifakının yol vermesi ile Suriye denklemine doğrudan askeri müdahale ile dahil oldu. Zaten, Tartus'taki askeri deniz üssü ile Doğu Akdeniz'de mevcut olan Rusya Federasyonu, İran'la olan ittifakı, IŞİD/DAİŞ gerekçe gösterilerek ABD ve Batı Avrupa ülkelerinin, Kuzey Atlantik'in iki yakasının da onayı ile Suriye'ye Özellikle Lazkiye ve İdlib üzerinden direk müdahil oldu.
Rusya'nın, gerek Kuzey Karadeniz ve Deşt-i Kıpçak bölgesindeki, Kafkaslardaki uzanım ve müdahaleleri, gerekse Suriye'ye yönelik doğrudan askeri müdahalesi en çok Türkiye'yi etkilemekte, birkaç yönden, Türkiye'yi köşeye sıkıştırıp kuşatma altına almaktadır. Son olarak PKK ve PYD'nin de Rusya hattına, mihver devletlere tekrar kayma göstermesi bu yöndeki bir projenin ürünü gibi durmaktadır. PYD/YPG üzerinde ABD/Batı ile Rusya arasında bir ittifak da görülmektedir.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Türkiye'nin Rusya ile yakınlaşma politikası
Buna karşın, Türkiye’nin son yıllarda, Suriye’de yaşanan tecrübe ve Kürt Sorunu üzerinden oluşan PYD/PKK koridoru; Türkiye’yi ABD ve Batı Avrupa ile karşı karşıya getirerek bu bloktan uzaklaşmasına yol açmıştır. Özellikle 15 Temmuz darbesi ve bunda ABD’nin rolü, son iki yılda Türkiye’nin Rusya’ya hızlı bir şekilde yakınlaşma sürecine girmesine neden olmuştur. Suriye ve Kürt Sorunu üzerinden yaşanan olaylar Rusya ile yakınlaşmaya paralel olarak, liberal politikaların terki, Hamasi Milliyetçiliğin/Ulusalcılığın, totaliter/tekçi eğilimlerin, Müslüman ahali içinde toplumsal barışı tehdit edecek şekilde yükselişi, Kürtlerin ötekileştirilip, uzaklaştırılarak küstürülmesi ülkenin içine kapanması gibi yeni sorunları beraberinde getirmektedir. Rusya-Çin mihveri bu yeni stratejik ortak/ittifak anlayışıyla Türkiye’yi Hamasi-Milliyetçi, kutuplaştırıcı katı ulusalcı politikalara; Kürtler vb. Coğrafyanın en temel Müslüman unsurları/halkları ile adeta kavga etmeye zorlamaktadır. Bu politikalar, özellikle Kürtlerin ötekileştirilmesi, Türkiye’nin ve bölgenin iç barışına/ictimâi –siyasi huzur ve güvenliğine ciddi darbe vurmaktadır.
Türkiye'nin son dönem Rusya ile yakınlaşma politikası, sadece içeride değil, Türkiye’nin dışarıda, bölgesel politikalarında da etkisini göstermekte, Türkiye nüfuz alanı olarak Rusya ile çakıştığı bölgelerden tedricen adeta Rusya lehine çekilmektedir. Bu da en çok etkisini Kafkaslar ve Balkanlarda göstermektedir. Bu çerçevede, Türkiye en büyük Kafkas diasporasını barındırmasına rağmen, Rusya’nın Kuzey Kafkasya’daki etki ve nüfuzu yeniden artıp güçlenmektedir. Balkanlarda ise, Türkiye, Rusya ile yakınlaşmasına paralel olarak Sırbistan ile de, ekonomik/stratejik hedeflerin ötesinde yakınlaşmaya bazı Eski Yugoslavyacı ulusalcı çevreler/odaklar tarafından zorlanmaktadır.
Türkiye’nin 70 yıldır ABD-Batı bloku/ittifakı, Kuzey Atlantik’in iki yakası/ NATO ile yaşadığı trajik tecrübeler, ABD destekli askeri darbeler; Almanya’nın Türkiye’nin Avrupa Birliği'ne alınmasına inanılmaz bir direnç göstererek engellemesi, Suriye olayları ve PYD koridoru oluşumu ile 15 Temmuz darbe teşebbüsü, Türkiye’yi böyle bir yönelime itmiş olsa bile, Türkiye’nin Rusya’ya ve Balkanlarda Sırbistan’a bazı stratejik ekonomik hedeflerin (Adnan Menderes ve Süleyman Demirel dönemindeki ilişkiler) çok ötesinde yakınlaştırılması, Bosna-Hersek’in geleceği konusunda ciddi sıkıntılar oluşturabileceği gibi, en büyük Arnavut diasporasını bulunduran bir ülke olarak, Balkanlarda Arnavutların Sırbistan yayılmacılığı karşısında elini zayıflatabilir. Oysaki Balkanlarda bir zaman Osmanlı’nın /Osmanlı bürokrasisinin en güçlü toplulukları/milletleri olan Arnavutlar ve Boşnaklar Türkiye’nin tabii/tarihi müttefikleri ve Osmanlı’nın Avrupalı Müslüman bakiyeleridir. Balkanlarda Arnavutlar ve Boşnaklardan hiçbir şekilde vazgeçilemez.
* Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish