1961'de Türkiye ve Federal Almanya arasında imzalanan "Türk İşgücü Anlaşmasının" yürürlüğe girmesiyle Türkiye'den Almanya'ya işgücü göçü artık resmen başlamış ve Türkiyeli işçiler için büyük bir umudun adı olan bu anlaşma ile Almanya'ya göç hızlanmıştı.
70'li yıllara gelindiğinde ise, iş gücü göçünün resmen durdurulmasıyla ülkede ikamet hakkına sahip olanlar, Aile Birleşimi Vizesi ile birlikte, eşleri ve çocuklarının da Almanya'ya gelme serüvenleri başlatmış oldular.
İlk zamanlarda ülkelerine geri dönme eğiliminde olan Türkiyeli işçiler artık tedricen misafirlikten yerleşik hayata geçmişler ve Almanya'daki yaşam tarzlarını da bu mecburiyete göre şekillendirmeye başlamışlardı.
Nitekim Almanya'da camilerin kurulması ihtiyacı da bu mecburiyet ile birlikte ortaya çıkmıştı.
Bu dönemlerde Almanya'daki bu cemiyetlerin, Milli Görüş ile ilişkisinin oluşması dönemin Çalışma Bakanı Şevket Kazan ve Diyanet İşleri Başkanı Lütfü Doğan'ın ziyaretleri ile başlamıştı.
Münferit çabalarla kurulan cami cemiyetleri söz konusu dönemde Almanya'daki Türk İslam Birliği adı altında toplanmış ve bu ziyaretlerle birlikte Almanya'daki cemaatlerin Türkiye'deki Milli Görüş hareketiyle bütünleşme süreci başlatılmıştı.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
70'lerin sonuna gelindiğinde İslam dünyası büyük bir dönüşüm yaşıyordu. 1977'de Pakistan'da General Ziya'ül Hak seçimle yönetime gelen Zülfikar Ali Butto'yu devirmiş, ülkeyi şeriat hükümleri ile yönetmeye başlamış, 1979 İran İslam Devrimi ve 1980'de Afganistan'daki Marksist hükümetin Sovyetler Birliği'ni davet etmesi üzerine, Afganistan'a girilmiş ve mücahitlerle savaş başlamıştı.
Milli Selamet Partisi'nin (MSP) gençlik örgütü Akıncılar, İran İslam Devrimi'nden oldukça etkilenmiş ve Türkiye'de benzer bir sürecin olasılığı fikri ortaya çıkmıştı.
Nitekim Konya'da 6 Eylül 1980 günü gerçekleşen Kudüs Mitingi, 6 gün sonra ordunun yönetime el koyduğu 12 Eylül Askeri Darbesi'nin de başlıca gerekçelerinden biri olmuştu.
Bütün kesimlere yapılan işkence ve baskılardan Müslümanlar da nasibini almış ve Akıncılar'a mensup birçok isim Avrupa'ya kaçmak zorunda kalmıştı.
Türkiye'de 80 darbesi sonrası baskılar arttıkça, Almanya'da Müslümanlar daha keskin bir ideoloji benimser hale geldiler.
Darbe sonrası Almanya'ya gelen vaizlerin toplum üzerindeki etkisi büyüktü. İnsanlar daha "İslami bir hayat" benimseme adına evlerinden mobilyaları atıp, televizyonları imha etmeye başlıyorlardı.
Birçok kişi Avrupa içerisinde karizmatik hocaların salon programlarına katılabilmek için yüzlerce kilometre mesafe kat ediyordu ve vaaz kasetleri elden ele dolaşıyordu.
O dönem Iraklı bir cerrah olan Dr. Yusuf Zeynel Abidin, Necmettin Erbakan tarafından kendisiyle irtibatlı teşkilatların genel başkanı olarak tavsiye edilmişti.
Dr. Yusuf Zeynel Abidin Arapça, Türkçe ve Almanca dillerine hâkim ve Müslüman Kardeşler hareketi ile bağlantılı bir isimdi.
Türkiye'deki 12 Eylül sonrasında rejim Almanya'da Türk toplumundaki "radikalleşmenin" önüne geçebilmek ve Türkiye kökenli göçmenleri devletin istediği sınırlarda tutabilmek adına Diyanet İşleri Başkanlığı'na bağlı, Milli Görüş gibi ortaya çıkan diğer yapılarla mücadele edecek; ama Almanya'da yasal bir dernek statüsünde faaliyet yürüten DİTİB'i kurdu.
DİTİB'e bağlı cemiyetlerde uzun yıllar askerin vesayet etkisi Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği vasıtasıyla hissedilmekteydi.
Diyanet'in tek tip Müslüman oluşturmak isteyen devlet anlayışına başkaldırı olarak Milli Görüş artık tam bir çatı kurum olarak faaliyetlerini sürdürmeye devam etti.
90'ların başından itibaren Türkiye'deki Refah Partisi'nin (RP) başarıları ile cemaat büyümüş ve Milli Görüş teşkilatlarının çatı örgütü Avrupa'da yeniden şekillendirilmişti.
Bununla beraber teşkilatta hala yönetici konumunda olan birinci nesil için Türkiye'de siyasi bir alan açılmış, Avrupa'daki teşkilatlar bir kariyer basamağına dönüşmüştü.
Süreç Avrupa'da bu şekilde ilerlerken Türkiye'de RP iktidarın ortağı olmuş ve Erbakan'ın iktidar süreci Türkiye'de İslami siyasete çizilen sınırları da belirginleştirmişti.
RP ve DYP hükümeti kurulduğu dönemde koalisyon sözleşmesinde (bilhassa faiz politikası konusunda) verilen ödünler ve hükümetteyken temel ilkelerden uzaklaşılmasıyla belirginleşen reel politik yaklaşımı Almanya'da Milli Görüş teşkilatlarındaki ikinci nesil için hayal kırıklığına sebep olmuş ve on yıllardan beri yaşanılan ülkeleri için artık toplumsal bir sorumluluk bilinci geliştirilmesi gerektiğine dair fikir ağırlık kazanmaya başlamıştı.
Neticede postmodern bir darbe ile alaşağı edilen Erbakan Hoca, Türkiye siyasetine yön vermeyi başaramamış ve RP kapatılmıştı.
Avrupa'da yaşamını sürdürenlerin gelecek tahayyülü Türkiye'deki Milli Görüş hareketinin düşünce dünyasından sıyrılma adımları atılmaya başlamıştı. İkinci neslin Almanya'yı benimseme süreci ve Türkiye'deki Milli Görüş iktidarı ile ortaya çıkan hayal kırıklıkları ile iş entelektüel bir mücadeleye dönüşmüştü.
1999'da Necmettin Erbakan'ın yeğeni Mehmet Sabri Erbakan yönetimi devralmış ve özellikle 11 Eylül 2001 sonrası Avrupa'da Müslümanlara baskının arttığı bir dönemde ortaya koyduğu performans ile rüştünü ispat etmişti.
Artık Avrupa'da Milli Görüş hareketi, Almanya'da sosyalize olmuş ikinci nesil tarafından yönetiliyordu ve ikinci nesil RP iktidar deneyimi sonrası ve Türkiye'deki Milli Görüş hareketini merkeze alan düşünceyi bir kenara bırakıyordu.
Avrupa'daki Milli Görüş Teşkilatı bu yeni kadrolarla birlikte gelecek projeksiyonunu belirgin bir şekilde Avrupa merkezli oluşturmaya başlamıştı.
Artık bu ikinci nesil Avrupa'da yaşayan Müslümanların vazgeçmedikleri toplumsal tanzim iddialarını yaşadıkları ülkelerin anayasal düzenlerinin çizdiği sınırlar içerisinde kendilerine özgü değerlerle ortaya koyuyordu.
Bu yeni arayışı ya da "toplumsal tanzim denemesi" konusunu Prof. Dr. Werner Schiffauer derinlemesine irdelemiş ve bu bağlamda önemli bir kitap yayımlamıştır.
Schiffauer "Nach dem Islamismus" isimli eserinde bu teşebbüsü, Avrupa'daki Milli Görüş teşkilatının kurucu neslinin İslamcı mirasıyla başa çıkmaya çalışan Almanya'da sosyalize olmuş ve eğitim almış ikinci neslin, Alman anayasal düzeni içerisinde "İslam'ın ve siyasetin rolünü yeniden tanımlama" olarak açıklamakta ve ikinci neslin bu sorgulama yada hesaplaşma girişimini "post -İslamcı arayış" olarak tanımlamaktadır.
Yeğen Erbakan ile başlayan Yavuz Çelik Karahan, Oğuz Üçüncü ve diğer aktörler tarafından sürdürülen yeni bir anlayışın gelişmesi gayretine Türkiye'de büyükler iyi bakmamış ve bu iradeye müdahale etmişlerdi.
Erbakan'ın vefatından çok kısa bir süre önce, Türkiye'deki gelişmelerin de etkisiyle ve Erbakan'a sadakatsizlik ithamları ile "post-İslamcı arayışın" en önemli aktörleri, Avrupa'daki Milli Görüş teşkilatlarından tedricen geri çektirildi ve zamanla saf dışı bırakıldılar. Bu süreci müteakiben yeni bir yönetim görevi devraldı.
2011 yılına gelindiğinde icazeti tekrar Erbakan Hoca'dan almış yeni bir yönetim kadrosu Avrupa'daki İslam Toplumu Milli Görüş (İGMG) teşkilatlarının dümenine geçmişti.
Yeni yönetimin, teşkilatın idaresini ele aldığı ilk yıllarda, artık Türkiye'deki Milli Görüş hareketi ile olan sorunları mazide bırakmış ve böylece de Avrupa'da neşv-ü nemâ bulmuş post İslamcı damar nihayet kurutulmuştu.
Post-İslamcı arayışın sonu olarak telakki edebileceğimiz bu yeni dönemde ise paradoksal bir yönetim anlayışı ortaya çıktı.
Bir taraftan Türkiye ile uyumlu olduğunu gözlemleyebildiğimiz bu yeni yönetim anlayışı, diğer taraftan gerek Türkiye hükümetinin gerekse Milli Görüş hareketinin müdahalelerinden rahatsızlığını Almanca neşredilen sert açıklamalarında dile getirip, Almanya kamuoyuna yönelik teşkilatın depolitize olması gerektiği konusunu gündeme taşıdı.
İlginçtir ki Milli Görüş teşkilatının artık Almanya'daki siyasi meselelerle alakalı nötr bir tavır sergileyeceği açıklamaları kurumun kendi yayın organlarında başta olmak üzere kamuoyunun bilgisine sunulmuş olmasına rağmen, görünür bir tartışma henüz başlamamıştır.
Zira post-İslamcı akımın toplumsal tanzim iddiasının aksine yeni yönetim tarafından dile getirilen "Kamu gücünün seküler vasfı bir yandan devletin dini cemaatler karşısında tarafsızlığını, diğer yandan da dini cemaatlerin devlete yönelik nötr tavrını içerir" 1 diskuru, bu bağlamda teşkilatın siyasi mecranın dışına çekilmesi ve suya sabuna dokunmamasının tescillendiğinin en önemli göstergelerinden biri olarak tezahür ediyor.
Son olarak, İGMG genel sekreterinin Alman die Welt gazetesine verdiği demeçleriyle, "teşkilat olarak artık Erbakan Hoca'nın antisemitik söylemlerini tartıştıklarını ve gerekli adımları attıklarını, hatta İslam Toplumu Milli Görüş (İGMG) teşkilatının, Milli Görüş hareketiyle yollarını ayırdığını" da basın yoluyla öğrenmiş olduk.
Oysa bu açıklamalara rağmen Erbakan hala Milli Görüş'ün Avrupa'daki tabanı için mühim bir isim.
Geçmiş dönemde de Post-İslamcı kanadın Erbakan'ın başta Yahudiler ve Siyonizm eksenli ifadelerini eleştiren açıklamaları olduğu da biliniyor; fakat bu kanadın hiçbir zaman direk Erbakan'la yolumuz ayrıldı açıklamaları gündeme gelmemiş ve bu bağlamda Necmettin Erbakan her zaman yapının tartışmasız en önemli aktörü kabul edilmişti.
Avrupa'daki Milli Görüş hareketinin son dönemde kamuoyuna verdiği mesajların içeriğini nasıl okumak gerektiği konusuna gelince, yapılabilecek en önemli tespit; geçmişte Almanya'da Müslümanları ilgilendiren meselelerde Anayasa ile örtüşmeyen uygulamaları, kanunları ve karar vericileri kıyasıya eleştiren, gerektiğinde hukuka müracaat eden ve hukuki kanallar tükendiğinde tavrını net bir biçimde sivil itaatsizlik yoluyla ortaya koyabileceğini açıktan ifade eden post-İslamcı kanadın aksine bu gün Almanya, Fransa ve Avusturya gibi ülkelere karşı nötr bir tavır takınan, sorunlara karşı muhalif bir tavır takınıyormuş gibi görünen ama tartışma yaratacak reflekslerden geri duran, Müslümanları ilgilendiren problemlere yüzeysel tepkiler veren fakat eylemleriyle bu devletlerin tepkilerini üzerine çekmemeyi hedefleyen bir yönetim tarzı ile karşılaşmaktayız.
Bu manada post-İslamcılığın temel savı olan toplumsal tanzim iddiasını, riskli tartışmaların dışında kalarak depolitzie olmak ve nötr olmak suretiyle yok eden yeni bir yönetim anlayışından bahsetmek mümkündür.
'Gelinen bu noktada, üstelik Erbakan'ın vefatından tam 11 yıl sonra neden şimdi hesaplaşmaya gerek duyulmaktadır' sorusunun cevabı, aynı zamanda Avrupa Milli Görüş hareketinin gelecek perspektifi ile alakalı önemli ipuçları da vermektedir.
Burada görünen Avrupa'da devletle problemli ilişki istemeyen anlayışın, aslında başta Erbakan mirasıyla hesaplaşma olmak üzere resmi kurumların ve hatta kamuoyunun beklentilerine cevap verildiğine inanması konusunu gündeme getiriyor.
Peki, Avrupa'da Milli Görüş hareketi sürekli bu beklentileri yerine getirince yeterince "sivil" bir sivil toplum hareketi olabilir mi?
Veya bu şekilde Almanya, Avusturya veya Fransa ile krizler bitecek mi?
Ve hatta Almanya'da ya da diğer ülkelerde geçmişte olduğu gibi tekrar "yaşanılan ülkeye sadakat meselesi" gündeme geldiğinde Milli Görüş hareketi geçmişte olduğu gibi yeniden özgün bir tavır ortaya koyabilecek mi?
Ve son olarak genel seçimler yaklaştıkça Türkiye ile doğal olarak var olan bağlar sorunşallaştırılırsa Sivil Toplum yetisi yara almış bir teşkilat bu süreci nasıl yönetecek?.. gibi sorular açıkçası merak konusu.
Neticede pragmatist, hukuki mücadele içerisine girmeyi tercih etmeyen ve daha da önemlisi entelektüel hesaplaşmalardan kaçarak Avrupa ülkeleriyle sorunsuz ilişki arzusunun, başta yapıya genç nesli cezbedememe gibi şüphesiz ağır sonuçlarının olacağı ve teşkilatın bu şekilde adım adım içinin boşalacağını öngörmek çok zor değil.
Bununla birlikte Türkiye’deki aktörleri karşısına alan bir sivil toplum hareketi, diasporasıyla bağlarını güçlü tutmaya gayret edenler için bir meydan okumaya yol açması dışında kendi tabanında da büyük sorunlarla karşılaşabilir.
1. Perspektif Dergisi Haziran 2021 sayısı
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish