Anadolu’nun en eski inançlarından biridir Alevilik. Kadimden beri hem varoluş savaşı vermiş, çeşitli fermanların hedefi olup katliamlara uğramış, hem de önyargılara karşı “yol” olarak benimsedikleri inançlarından geri adım atmadan bugüne gelmişlerdir.
İslam’ın Sünni yorumundan farklı bir içeriğe sahip olan Alevi inancı, günümüzde daha çok cemevlerinin statüsü, zorunlu din eğitimi, katliamlar ve taleplerle gündeme gelse de, en önemli meselelerinin “anlaşılmamak” olduğu kimsenin inkar edemeyeceği bir realite. Her ne kadar, Cumhuriyet sonrası “laisist” politikanın sırtını dayadığı bir kesime dönüşseler de, laisizmi savunanların da Aleviliği ne kadar bildiği ve anladığı tartışılır.
Independent Türkçe olarak bu gerçekten hareketle, İstanbul’daki Gazi Cemevi’nde Alevi ocaklarının mensubu olan dedelerle ve cemevi yöneticileriyle bir araya geldik. Hem Alevi inancının bilinmeyenlerini, hem Alevilerin sorunlarını, hem çözüm önerilerini, hem de taleplerini konuştuk.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Ancak sohbete geçmeden önce bilmeyenler için, Alevi literatürünün bazı kavramlarını ön bilgi olarak vermek gerekiyor.
Alevilikte “yol” kavramı bir inanç sitemi olarak Aleviliği temsil eder ve “Hak-Muhammed-Ali” yolu olarak ifade edilir.
Alevilikte “ikrar” kavramı; Allah’ın birliğine, Hz. Muhammed’in peygamberliğine, Hz. Ali’nin veliahtlığına itaat etmek, Ehl-i Beyt’e muhabbet duymak, mürşit, pir ve rehbere riayet etme sözüdür.
Alevi inancında “rıza” kavramı; Hak-Muhammed-Ali yolunun bir rıza kapısı olarak inanca taşınmasıdır. Rıza kapısında, yapılan manevi hizmetler herhangi bir zorlama olmadan yerine getirilir.
Alevi inancında mürşit-rehber-pir-talip kavramlarının anlamı şöyledir:
Seyyitlik kurumu; mürşit, pir ve rehberden oluşur. Taliplerin ve toplumun dinsel, yaşamsal, düşünsel bütün sorunlarını paylaşan ve yol gösterenlerdir. Mürşitlik edep erkânda en üst kurumdur. Talip→ Rehbere, Rehber→ Pire, Pir de→ Mürşide el verir. Bunun adı “el ele el hakka”dır. Alevi pirleri aynı zamanda, başka pirlerin de talipleridir.
Alevilikte dar-ı didar olmak; toplum üyelerinin Hak-Muhammed Ali, mürşit-pir ve tüm toplumun huzurunda, topluma, doğaya ve kendine karşı yaptığı yanlışlardan dolayı dara çekilmesi, yargılanmasıdır. Toplum hayatını düzenleyen kurallar Alevi inancında; “Eline, beline, diline hâkim ol” ilkesiyle belirtilir. Bu ilke, Alevi ahlak sisteminin özetidir. Yolun bu kurallarına uymayanlar düşkün sayılırlar ve toplumdan dışlanırlar.
Gazi Cemevi’nde bir araya geldiğimiz dedeler; Yenibosna Cemevi Postnişi Veysel Kara, Gazi Cemevi Postnişi Hıdır Cenan, Şıx Çoban Ocağı Piri Zeynel Kete, Ağuçan Ocağı Piri Ali Elmas, Gazi Cemevi Dedeler Kurulu Başkanı ve Baba Mansur Ocağı Piri Mehmet Karabulut, Ağuçan Ocağı Piri Aziz Güler, Hubyar Sultan Ocağı Piri Ali Haydar Gökten, Habipler Cemevi Postnişi Nazım Elmas, Derviş Cemal Ocağı Anası ve Demokratik Alevi Derneği Eşbaşkanı Selda Güneş ile yaklaşık dört saat süren sohbetimizde bu kavramlar sıkça kullanıldı.
Sohbetimize Sultangazi Cemevi’nin Postnişi ve Baba Mansur Ocağı Piri Mehmet Karabulut ile başladık. Ve ondan öncelikle mensubu olduğu ocağın tarihini dinlemek istedik:
Baba Mansur’un, kesin olmamakla birlikte 1000 ila 1150 civarında Anadolu’ya geldiği söylenir. Maveraünnehir ötesinden gelip, daha çok Dersim tarafında faaliyet göstermiştir. Seyit Baba Mansur’un dört erkek evladı olmuş. Birinden nesil yürümemiş. Soyu; Seyit İbrahim, Seyit Mahmut ve Seyit Kasım’la devam etmiş. Bingöl, Tunceli, Erzurum yoğunlukta olmak üzere birçok yörede taliplerimiz var.
Karabulut, Aleviliği şöyle tanımlıyor:
Alevilik, ‘güruhu naci’ denilen kurtarılmış bir kavmin devamıdır. Ve bizim inancımız, İslamiyet’in ruhunu ve özünü taşır. Ne yazık ki İslam, sonraki zamanlarda Emevi zihniyetiyle farklı noktalara götürülerek, yobazlaştırıldı. Biz elimizden geldiği kadar, Hak-Muhammed-Ali ikrarını, bu anlayışa karşı koruma gayreti içinde olduk. Sıkıntılarımız yok mu, çok var ama Hz. Hüseyin’in Kerbela’da biat etmediği gibi, biz de biat etmedik.
Ağuçan Ocağı pirlerinden Ali Elmas, Sivas’ın Hafik ilçesinin Yalıncak köyünden.
Ağuçanların Anadolu’ya gelişinin, 900’lü yıllara rastladığını söyleyerek başlıyor söze ve şöyle devam ediyor:
Diyarbakır, Elazığ, Dersim’de yaşadıklarını, buralarda ömürlerini sürdürdüklerini biliyoruz. Ağuçan evlatlarının bir kısmı, 1800’lü yıllarda Sivas Yalıncak köyüne yerleşiyorlar. Bizim evladı olduğumuz Seyit Mençek, Hozat Bargini köyünde yatıyor.
Ali Elmas dedeye, Alevilikte ‘ocak sistemi’nin neye tekabül ettiğini ve inançtaki yerini soruyoruz, ocak sisteminin Aleviliğin olmazsa olmazı olduğunu söylüyor, ancak köyden kente göç ile büyük oranda aşındığını dile getiriyor:
Köylerden kente göçle birlikte, yani 50-60 sene öncesine kadar biz yolumuzu, erkânımızı kaybettik. Pir-talip buluşmaları imkânsız hale geldi, ocak sistemi unutuldu. Ta ki 1990’lı yılların başına kadar. Cem Vakfı’nın kurulmasıyla ve Gazi Cemevi’nin yapılmasıyla Aleviler kendi özlerine dönmeye çalıştı. Amacımız ocak sistemini yeniden canlandırmak.
Aziz Güler de bir Ağuçan Ocağı Piri. Hozat’ın Bargini köyü kökenli, onun ailesi de Erzincan, Adıyaman, Divriği sonrası Hafik’e, ardından da Maraş’a yerleşmiş.
Aziz Güler, Maraş Katliamı sonrası İstanbul’a ‘göç etmek zorunda kaldığını’ söylüyor ve ocak kavramını kendi sözcükleriyle şöyle anlatıyor:
Ocak çiğin piştiği yerdir. Alevilik açısından ise, eğitimin merkezidir. Ocak mensupları pişe pişe hizmetin içine girerler. Ocak erkânı yürütmek için evladı resul olmak, yani ehlibeytin soyundan gelmek gerekir.
Şu anda Türkiye’de 486 ocak olduğunu söylüyor Güler ve bunların önemli bir kısmının, II. Mahmut döneminden başlayarak, devletin kurdurduğu sahte ocaklar olduğunu vurguluyor:
12 ocakken, 486’ya nasıl çıktık? Bunun ilk sorumlusu 2. Mahmut’tur. Alevi katliamlarına imza attıktan sonra, Alevilerin gönlünü almak için ocakzadeleri vergilerden muaf ediyor ve vergi gelirlerini onlarla bölüşmeyi öneriyor. O sırada bazı uyanık insanlar, ocakzade olmadıkları halde, sahte ocaklar kuruyor, padişah da tescil ediyor. Bir de Hacı Bektaş’ın hakka yürümesinden sonra ocaklar artıyor. Ardından, Cumhuriyet döneminde bir artış oldu. Ve son 15 yılda hiç ilgisiz insanlara dedelik sertifikalara verildi, üstelik 10-20 TL karşılığında.
Pir Zeynel Kete, kendisini “Şıx Çoban ocağı evlatlarındanım” diye tanıtıyor. Ve ellerindeki kayıtlara göre ocaklarının Ebul Vefa-i Kurdi geleneğinden geldiğini söylüyor:
Ebul Vefa, Rea Haq dediğimiz, Hak Yol Aleviliğin ilk ocak örgütlenmesini kuran bir hakikatçidir. Şıx Çoban da onun halifelerinden biridir. Kendimiz bir ocağız ama aynı zamanda Ağuçan Ocağı pir ve mürşit ocağımızdır, yani talip olarak Ağuçan Ocağı’na tabiyiz.
Şıx Çoban Ocağı’nın Urfa, Diyarbakır, Hasankeyf, Sivas, Dersim, Erzincan, Eskişehir, Zonguldak ve Elazığ bölgesinde talipleri olduğunu ve ocağın evlatlarının halen erkânı yürüttüğünü anlatan Zeynel Kete, ocağın kurucusu Şıx Çoban’ın türbesinin Dersim’in Mazgirt ilçesinde olduğunu belirterek, ocak sistemi hakkında hayli detaylı ve önemli şu bilgileri veriyor:
Ocak sistemi, sadece inançla ilgili değildir, aynı zamanda Alevi inancının toplumsal hafızasıdır. Pir, mürşit, rehber ve talip topluluğu ocağı oluşturur. Ocağın bileşenleri, başta savunma olmak üzere, beslenme, üretim, eğitim gibi konularda ortak akılla karar alır. Ocaklar arasında iktidar ilişkisi yoktur. ‘El-ele, el-hakka’ düsturunda dairesel bir ilişki söz konusudur. Pir, mürşit, rehber, talip el ele bir çemberin içindedir ve birbirlerini demokratik bir şekilde, dar-didar yoluyla kontrol ederler. Yani rehber, pir ve mürşit ocakta iktidar değildir.
Zeynel Kete, Aleviliğin var oluşa dair yorumlarını da şöyle aktarıyor:
Alevilikte ocak-ateş ilişkisi, kadim ve ruhani bir ilişkidir. Yani ateşin evcilleştirilmesi ve hanenin içine alınması, bizim inancımızdaki çar (dört) ana sırdan birisidir. Bunlar; hava, su, ateş ve topraktır. Hak ve kainat bu çar ana sırdan meydana gelmiştir. Biz bu çar ana sırda hakkı görürüz.
Alevilikte kadının en baştan beri öncelikli ve önemli olduğuna dair de şu yorumları yapıyor:
Ocak hamın, çiğin getirilip pişirildiği yerdir. Eğiten, hamı pişiren, sütünü veren, olgunlaştıran, kemali kazandıran, insan-ı kâmil yapan kadındır. Kadın mürşidi kamilullahtır, rahmine alıp olgunlaştıran, kemalet kazandırandır.
Ocak bileşenlerinin birbirleriyle ve diğer ocaklarla rızalık ilişkisi olduğunu belirten Kete; her talibin kendi pirini tanıdığını, bunun gelenekten bilindiğini dile getirerek son yüzyılda bu yüzden hedef olduklarını söylüyor:
Cumhuriyet öncesi dönemde ocaklara baskı olmasının en önemli nedeni, toplumsal hafızamızın biriktiği yerler olmasıydı. Kendi arasında demokratik bir yönetimdir ocaklar. İktidara bulaşmamışlardır. Sadece kadim dönemde değil, 200-300 yıl önceki Alevi coğrafyalarının haritalarına baktığınızda, ocakların sınırları bellidir. Tabiri caizse devlet olmayan devlet gibiydiler.
Cumhuriyet döneminde de bu yüzden hedef oldular, çünkü ocaklar ortadan kaldırılırsa yolun kemaleti, hafızası ve kadın özgürlükçü bakış açısı da ortadan kalkacaktı. Bundan dolayı da, katliamlar ve asimilasyon öncesi ‘ocaklara yönelin, ocakları parçalayın’ dendi. Ocağın bileşenleri bu hakikati yürütmediğinde; savunmasız, kültürsüz, dilsiz, coğrafyasız kaldığında dağıldılar. Hâlbuki bizim için coğrafya, dervişlerin toprağıydı, ana Fatma ile özdeşti.
Gazi Cemevi Postnişi Hıdır Cenan da kendisini “Ağuçan Ocağı’nın bir evladıyım, yolumuza ve erkânımıza hizmet edenlerden biriyim” diye tanıtıyor ve Alevi tarihinde bir milat olan Sivas Katliamı sonrası Alevi kurumlarının arttığını ifade ediyor. Buna rağmen Alevi toplumunda inanca yönelik eğitimin eksikliğinin nedenlerine dair sorumuzu şöyle yanıtlıyor:
Bunun birçok sebebi var. Biz de yetersiz kalıyoruz elbette ama en önemli neden okullarımızın olmaması. İkinci sebep, cemevlerimizin yasal statüye sahip olmaması. Ama yine de bilinçsiz bir gençlik var diyemeyiz, bugün bizim cemevimizde 100’e yakın genç, inancını öğrenme ve yaşatma adına çalışmalar yapıyor.
“Peki, sizden sonra ne olacak Aleviliğe?” diye sorduğumuzda ise şu yanıtı veriyor:
Bizden sonra da inanç devam edecek. Biz nasıl devam ettirip buraya kadar getirdiysek, bundan sonra da yol sürecek. Bununla alakalı federasyonlarımız, dedeler kurullarımız çalışıyor, durmuyoruz yani. Hak-Muhammed-Ali yolu umutsuzluk yolu değildir.”
Yenibosna Cemevi Postnişi Veysel Kara da, Baba Mansur Ocağı’ndan. Anadolu’daki Aleviliğin özünün ocak sistemi olduğunu söylüyor ve “İslam’ın özü” olarak tanımladığı Alevilikte Türklük, Kürtlük, Lazlık, Çerkezlik gibi ayırımların olamayacağını belirterek “Alevi Alevidir, bu inancı başka türlü nitelemek, bizi bölmekten öteye gitmez” diye konuşuyor.
Alevilikte dedelik kadar, analık da önemli bir pozisyon ve canlar nazarında dedenin eşiti olarak kabul ediliyor. Derviş Cemal Ocağı’ndan Selda Güneş hem bir Alevi anası, hem de Demokratik Alevi Derneği Eş Genel Başkanı.
Güneş, Aleviliğin kendini bilmekten geçtiğini ve Alevi ocaklarının tamamının batıni olduğunu vurgulayarak başlıyor sözüne. Batıniliğin de ilk yaratılmış nura (Hz. Adem’e) bağlanmakla ilgili olduğunun altını çizerek sözlerini şöyle sürdürüyor:
Alevilikte var oluş şöyle tanımlanır: Yer gök yokken, o kubbe-i rahmanda nur idi. Bir adı Ana Fatma bir adı Ali idi. Aslında burada bir canın iki suretini, dişil ve erkek olma özelliklerini görüyoruz. Aleviliğin doğduğu yer Mezopotamya’dır. İster Yahudi geleneğinden ister İsevi gelenekten ister Muhammedi geleneğinden olun tartışmasız kendini bağlamanız gereken bir sürek vardır, o da Âdem Aleyhisselam’dır. Âdem’in de, Nuh’un da şeceresi İbrahim Peygamber’de bağlanır. Eğer Aleviler kendilerini ‘güruh-u naci’ye bağlayacaklarsa bunun kökeni İbrahimiliktir.
İslam’ın Alevi hakikat bilgisinin içinde olduğunu söyleyen Selda Güneş “Yani İncil’in de, Tevrat’ın da, Zebur’un da, Avesta’nın da dâhil olduğu komple bir sürekten bahsediyoruz. O yüzden kadim inancız, o yüzden güruh-u naci’yiz, o yüzden bütün inançlar bizden diyoruz” diye konuşuyor.
Alevi Anası Selda Güneş, hem Alevilerin tarihine ve yaşadıkları baskılara hem de Diyanet’in Alevilere karşı konumlanmasına dair konuşurken de, yaşadıkları katliamların Alevileri radikalize etme amacı taşıdığını savunuyor:
Maraş, Çorum’dan sonra Sivas Katliamı, Aleviler için hafızanın kırılma noktası oldu. Çünkü o gün milyonlarca insan TV karşısında bir katliamı saniye saniye izledi. Bize o gün şunu söylediler: Eğer Aleviyseniz sizi yakmaya devam edeceğiz. Hâlbuki Cumhuriyet halifeliği kaldırırken ilerici bir şey yapar gibi görünmüştü ama yerine ikame ettikleri Diyanet İşleri Başkanlığı, Emevi-Vahabi İslam anlayışının temsilcisi oldu. Televizyonlardan naklen izlediğimiz o katliam, Alevilerin yan yana gelmesini sağladı, o dönemin birikimidir bu cemevleri. O katliam Alevileri radikalize etmek içindi ama yapımızda kin tutmak yok, çünkü biz 72 millete bir nazarda bakan, herkesin yaşam hakkına saygı duyanlarız.
Güneş, çok fazla Alevi kurumunun oluştuğunu ve son yıllarda kurumların yan yana gelmek için çaba harcadığını da ifade ederek, sözü Hubyar Sultan Ocağı’ndan Ali Haydar Gökten’e veriyor.
Hubyar Sultan Ocağı, Türkmen bir ocak. Ocağın kurucusu Hubyar Sultan, Oğuz boyuna bağlı Üçoklardan, Beydili Sıraç Türkmenlerinden. Gökten’in anlatımına göre iki tane Hubyar Sultan var, biri 10. Yüzyılda, diğeri de 15. Yüzyılda yaşamış. Gökten şöyle konuşuyor:
Hubyar Sultan, serçeşmenin başı olan Hünkâr Hacı Bektaş-ı Veli’yle birlikte Anadolu’ya gelen derviş erenlerdendir. Ve kendisi soy olarak İmam Musa-i Kazım soyundan gelmedir. Ocağımız 34 yerleşim yerinde taliplere sahiptir. Şu anda halen kendi ocağımızda talip sorgulama sistemimiz devam ediyor.
Ali Haydar Gökten, görgü ceminden 20 gün önce geldiğini ve hala köy köy taliplerini dolaştığını anlatıyor:
Alevilik dogmatik değildir, her ocaktan yetişen de dede değildir. Dedeler belli vasıflara sahip olmalı. Ahlaki duruşu olacak, dini sevgi olacak, kitabı Kuran olacak, mazlumun yanında olacak, zalimin karşısında olacak, eline-beline-diline sahip olmayı kendisine ilke edinecek, yalan konuşmayacak, haram yemeyecek, zina etmeyecek, bina yıkmayacak, evrensel insan haklarına saygı gösterecek.
Köylerdeki cemlere dair de şunları söylüyor:
Bizim mahkememiz hak mahkemesidir. Silahımız sazımızdır, mermimiz de beyitlerimizdir, mersiyelerimizdir, gülbanklarımızdır. Taliplerimizin sorunlarını dinleyerek, onları şeriat mahkemesine göndermeden, rızalık yoluyla uzlaştırmaya çalışıyoruz.
Taliplerin kendilerine evlilikte yaşanan sorunlardan sınır sorunlarına, akrabalar arası sorunlardan daha pek çok meseleye kadar danıştıklarını söyleyen Gökten; uzlaşma kültürünün kendileri için esas olduğunu söylüyor, ama bazı katı kurallardan da bahsediyor:
Biz haksız yere kadın boşayanı da, erkek boşayanı da ceme almayız. Bir insan cemaline kıyanı, insan öldüreni ceme almayız. Çünkü Tanrı’yı insanda görürüz. Evliyken diğer bir erkekle-hanımla gönül ilişkisi kuranları ceme almayız.
Gökten, Aleviliğin İslam içi mi, dışı mı olduğu tartışmalarına dair de yekten şu yanıtı veriyor:
Efendim, İslamiyet Aleviliğin göbeğinden doğmuştur. Biz öğrettik onlara kadın haklarına saygı göstermeyi, çalmamayı, çırpmamayı.
Alevilerin asimile edilmesine dair görüşleri ise aynı netlikte:
Devlet dine karışmamalı, din bağımsız olmalı, camide de, sinagogda da, kilisede de, cemevinde de böyle olmalı. Diyelim ki biz Diyanet’te temsil edildik. Onların önümüze koyduğu müfredata göre mi cem yapacağız? Bana ben senin maaşını veriyorum sen bu şekilde cem yapacaksın mı diyecek? Bu olmaz, 1400 yıldır ecdadımızın sözünü yürütüyoruz, devletin Alevisi olmayız.
Gökten’e göre sadece devlet değil; Şiiler, Yahudiler ve Hristiyanlar da Aleviliği asimile etmeye çalışıyor ve buna önlem olarak dedelerin ve pirlerin ortak bir çatıda buluşmaları gerektiğini söylüyor.
Habipler Cemevi Postnişi Nazım Elmas, Ağuçan Ocağı dedesi. Aynı zamanda Gazi Cemevi’nin Dedeler Kurulu’nda. 1960’lı yıllarda, metropollere göçle birlikte Alevi dergâhlarının kendi haline bırakıldığını hatırlatıyor sözlerinin başında ve bunun inançta ciddi bir boşluk yarattığına dikkat çekiyor:
Bu boşluk sürecini, İslamiyet’in Hz. Ali’nin şehit edilmesinden sonra 86 yıl boyunca Muaviye’nin eline geçip, ters yüz edilmesine benzetiyorum. 1995’li yıllarda cemevlerinin kurulmasıyla birlikte Alevilik tekrar kendi özüne dönmeye başladı ama boşluktan dolayı sıkıntılar yaşandı. Çünkü yaklaşık iki kuşak insanımız bu inanç-ibadet ritüellerinden uzak kaldı. Şu anda cemevlerimizle beraber o eksikleri gidermeye gayret gösteriyoruz. Tabii bunları yaparken cemevlerinin aracılığıyla var olan dergâhlarımızı yıl içinde mutlaka ziyaret ediyoruz. Pirlerimizin, erenlerimizin, evliyalarımızın huzuruna çıkıp cenabı haktan dileklerde bulunuyoruz, lokmalarımızı paylaşıyoruz.
Gazi Cemevi Ocağı Yönetim Kurulu Başkanı Hıdır Karadaş, bir dede değil, bir talip. Uzun yıllardır Alevi hareketinin içinde. Sözüne, devlet nazarında yapılan Aleviliği tanımlama çabalarına tepki göstererek başlıyor:
Alevi inancını sadece Alevi pirleri, mürşitleri, dedeleri anlamlandırabilir. Geçmişte bizi bir coğrafyaya, bir ırka, bir lehçeye sıkıştırmak istediler. Ama bu kimsenin haddi değildir.
Anadolu’da ‘çokluğun birliğini’ yaratmak için çaba harcadıklarını, aralarındaki farklılıkların ‘yol bir sürek bin bir’ ilkesiyle gayet doğal olduğunu belirten Karadaş, 40’lar Meclisi örneğini veriyor:
Peygamber efendimiz 40’lar Meclisi’ne girdiği zaman, 41. Kişi demezler. 40 idik, bir olduk derler.
Alevi inancının ‘demokrasi’ kavramının çok ötesinde olduğunu savunan Hıdır Karadaş, “Mesela biz yönetim kurulu olarak karar almak istediğimiz vakit, beş arkadaşımız beyaz, iki arkadaşımız siyah derse oylama yapmayız. Bizde oylama yoktur, rızalık vardır. Biz o geçmeyen konuyu, o iki kişinin rızalığı alınana kadar erteleriz. O yüzden biz Aleviler demokratik yaşamı içselleştiren devlet istiyoruz. Çünkü iktidarlaşan devletten değil, halklaşan devletten yanayız.”
Asimilasyon konusunda Alevilerin iğneyi kendilerine batırması gerektiğini söyleyen Karadaş, Alevilerin dergâhlarına sahip çıkması gerektiğini vurguluyor:
Dergâhlar bir okuldu, bizim dedelerimiz oralarda yetişerek, toplumun karşısına liyakatle çıktılar. Alevilik anlatılarak öğretilemez, yaşamak gerekir. Ben dedemin eteğine yapışmadan, onun eteğinin dibinde durmadan inancı öğrenemem.
Alevi toplumunun, sol siyasete de eleştirisi de var. Bu 30-35 yıllık boşlukta kendilerine ‘devrimci’ diyen yapıların, Alevi inancını önemsizleştirmesinin de inanca zarar verdiğine dair yaygın bir kanaat oluşmuş durumda.
Pir Zeynel Kete, bu kanaate dair sorumuza, “Biz doğru söylemeyi ibadet sayan bir geleneğin mirasçılarıyız” girizgâhıyla yanıt vermeyi tercih ederek şu ifadeleri kullanıyor:
Aslında kutsal sözlerimiz can çekişiyor. Biz köklerimizden ayrıldık. Bizim sözlerimiz pirsiz kaldı, nursuz kaldı, yolsuz kaldı. Kelamımızın içi boşaltıldı. Eskiden Alevilik deyince akla sadece semah gelmezdi. Biz diyarlarımıza giderdik, topraklarımıza giderdik, nişangâhlarımıza giderdik. Alevi inancında toplumsallık ile kutsallık paraleldir. Bu yönüyle de özellikle 80 sonrası çeşitli sol-sosyalist örgütler, Alevilikteki toplumsallığı göremedi.
Zeynel Kete, sosyalist örgütlerin Alevilikte ezelden beri var olan birçok hakikati görmezden geldiğini ve bu yüzden çok vakit kaybettiklerini dile getirerek, şu bilgileri veriyor:
Alevilik bütün sorulara cevap veren bir inançtır. Sırayla belirtelim: Birincisi, bizim için kadın mürşidi kamilullahtır, bundan hareketle kadın özgürlükçü bir yapı inşa edebilir miydik? Evet edebilirdik. İkincisi; hava, su, ateş ve toprağa ikrar ve rızalık veririz, çar ana sırda hakkı görürüz. Bundan hareketle ekolojik bir modelimiz var mı? Var. Üçüncüsü; ocak örgütlenmesi, pir-mürşit-talip bileşenlerinin hiçbir üst akla ihtiyaç duymadan, özerk ve demokratik bir şekilde kendilerini var etme değil midir? Öyledir. Dördüncüsü; cem erkânı, doğrudan demokrasi kültürünün karşılığıdır. Cem erkânında, ceme katılan bütün canlar, pir ve mürşit ile birlikte karar alır. Pir ortak kararı sadece toplum adına onaylar. Beşincisi; dar-didar olmak, adalettir, hukuktur. Alevi inancında hukuku, kamu hukuku ve özel hukuk olarak ayıramazsınız. Bize göre birey bile suç işlese, bu toplumdan ve evrenden bağımsız değildir. Bundan hareketle ahlak esaslı, adil, toplumcu bir dar sistemimiz var mı, var. Altıncısı; 72 millete bir nazarla bakarız. Bütün halkların bir arada, birbirleri üzerinde iktidar kurmadan yaşamasını, kendi anadiliyle ibadet etmesini savunuruz. Buradan hareketle, halkların kendi kaderini tayin etme hakkı var mıdır, vardır. Yedincisi; pir lokması, hak lokması, çıralık, hakkullah ritüellerine sahibiz. Bunlar fazlalığın toplumsal tabana eşit olarak dağıtılmasıdır. Biz buna ‘rıza ekonomisi’ diyoruz. Yani sol bir bakışla ‘komünal’ bir ekonomimiz var mı, var. Sekizincisi; kent yönetimine dair, ‘rıza şehri’ modelimiz vardır. Ve bu model üç tane rızalık üzerine inşa edilmiştir: Canın kendisine verdiği rızalık, canın toplumla rızalaşması ve canın kâinata verdiği rızalık. Bu da özgür bir kent modeli yaratmanın esasıdır. Dokuzuncusu, Alevilikteki musahiplik ilişki üzerinden bir gençlik örgütlenmesi yaratılabilir mi, evet yaratılabilir. Aleviliğin bu esasları; sadece bizim sorunlarımıza çözümü değil, günümüzde hem zulmat deryasına, hem nahak zihniyete, hem Mezopotamya ve Ortadoğu’da yaşanan bütün bu savaşlara da model olabilecek bir olgunluğu, bir kemaleti kendi içinde barındırıyor. Sol mantalitenin Aleviliğe bakışı, bunları görememesinden kaynaklıdır. Pozitivist bir şekilde baktılar, Aleviliği ontoloji olarak yorumladılar, inançtır, mezheptir dediler, Aleviliğin olgunluğunun aradıkları şey olduğunun farkına varmadılar. Alevileri hem Cumhuriyet’in bekçisi yaptılar hem de şeriatın karşıtıymış gibi bir izlenim uyandırarak, şeriatçı örgütlerin hedefi haline getirdiler.
Alevi inancının, İslamiyet’teki demokratik çizgiyi sahiplendiğini söyleyen Zeynel Kete “Ebu Zer çizgisi, Muhyiddin-i Arabi çizgisi, El Kindi çizgisi, Şeyh Bedreddin çizgisi ortak hakikatimizdir” diye konuşuyor.
Alevi inancının örselenmesinde Tekke ve Zaviyeler Kanunu ile Köy Kanunu’nun önemine dikkat çeken Pir Zeynel Kete’nin bu iki yasaya dair görüşleri ise şöyle:
Osmanlı döneminde Alevilere yönelik ‘kâfirsiniz, zındıksınız, mülhitsiniz’ denilirdi. Cumhuriyet’le birlikte ise ya dinselleşeceksiniz ya da din dışı olacaksınız dendi. Ulus devlet anlayışı özellikle Tekke ve Zaviyeler Yasası ile şeyhliği, pirliği, mürşitliği, dedeliği, babalığı yasakladı. Hanefiliğin Maturidi ekolünü inşa etti. Şafiileri, Bektaşileri, Alevileri reddetti.
Herkesin gözlerden kaçırdığı Köy Yasası’nın da Hanefilik dışındaki inançları yok etmek üzere formüle edildiğini öne sürerek, şu vurguları yapıyor Kete:
Ulus devlet anlayışının köylere nasıl gideceğiyle ilgili oluşturulan yasa, Köy Yasası’ydı ve köyün ortak malları tanımlanırken, içerisine cemevi konulmadı. O günden bugüne bu yasa, cemevlerinin kurulmasının önündeki en büyük engel oldu. Şu anda Diyanet de önümüze Köy Yasası’nı koyuyor. Aleviler son 30-40 yılda bütün enerjilerini cemevi yapmaya, cemevlerinin elektrik-su faturalarına harcadı. İstenen de buydu.
Devletin sadece zor aygıtlarıyla değil, ideolojik aygıtlarla da üzerlerine geldiğini söyleyen Kete, Milli Eğitim Bakanlığı kitaplarını buna örnek veriyor. Aynı zamanda Cumhuriyet’in ilk yıllarında Yakup Kadri’nin, Ömer Seyfettin’in ve daha birçok yazarın kitaplarında Aleviliğin iftiralarla yer aldığını anlatıyor.
Aleviliğin şu anda Şii hattı, dernek hattı ve tarikat hattı gibi üç önemli asimilasyonla kuşatıldığını iddia eden Kete buna dair de şu yorumları yapıyor:
Birçok Alevinin İran’ın Kum kentine götürülüp eğitildiğini biliyoruz. Adeta bir misyoner hareketi gibi çalışıyorlar. Derneklerde, resmi ideolojinin örgütlenmesi vardır. Gerçekte bu mekanlar, birer akademiye dönüşmelidir. Tarikat hattı ise, Bektaşilik riskidir. Alevilikte taliplik varken, Bektaşilikte müritlik yani iktidar ilişkisi vardır ve bu tehlikelidir.
Cami-cemevi projelerinin, Diyanet İşleri Başkanlığı’nda Alevi dairesi olmasına dair taleplerin, Alevi cemlerini folklorik öğeye dönüştürme çabalarının, pir eğitim okulları kurma niyetlerinin bu asimilasyoncu kuşatmanın sonuçları olduğunu belirten Kete; maaş alan, gri pasaport edinen pirleri de oldukça sert eleştiriyor:
Alevilik, devletin ideolojik aygıtlarıyla ve içimizdeki kesimlerle beraber taksitle, yavaş yavaş öldürülüyor. Osmanlı döneminde bir Osmanlı paşası, müftüsü cemevimize gelemezdi. Günümüzde devlet erkânı, gelip cemlerimize katılabiliyor. Cemler hak kapısıdır, pirsiz, nursuz, arsız, hırsız oraya giremez. İçimizdeki Hınzır Paşalar da çok rahatlıkla bu asimilasyona ortak oluyor.
Kete’nin bu sözleri, bir dönem gri pasaport edinen Veysel Kara tarafından şu sözlerle yanıtlanıyor:
Ben askerliğimi yapıyorum, vergimi veriyorum, bu devlet benim de devletimse neden devletin bize verdiklerinden faydalanmayalım?
Gri pasaport edinmeyi savunan Kara’ya göre Aleviler korkmamalı:
Hani biz haklıydık, hani Alevilik İslam’ın kalbiydi. Niye korkuyoruz ki? Devlet erkânının dergâhlara gelmesi meselesine gelince, evet devlet gelmek zorundadır. Ancak bir istisnası vardır, cemevine gelebilirler ama ceme giremezler. Geçenlerde Binali Yıldırım geldi, ceme katılamayacağını söyledim.
Hıdır Cenan da bir dönem gri pasaport taşımış. O Kete’nin eleştirilerine yanıt vermemeyi tercih ediyor ve Alevilerin asimilasyon riskine karşı anne-babalara nasihat ederek görüşlerini paylaşıyor:
Alevi anne babalarının yapması gereken iki şey var. Bir, bağlı oldukları ocakların pirlerini bulup evlerine-hanelerine götürecek ve onların eteğini tutacaklar. Türkiye’de yaklaşık 3 bin cemevimiz var ve her perşembe akşamı cemler yapılıyor. Aileler ikinci olarak, çocuklarını cemlere getirecekler. Bu şekilde gençler kısmi de olsa yolunu, erkânını öğrenebilir. Bu akışı sağlamadıkça biz daha çok asimilasyon konuşuruz.
Ali Elmas Dede ise, asimilasyona ilişkin Aleviliğin bitirilemeyeceği yönündeki görüşlerini bir atasözüyle anlatmaya başlıyor:
Ağacın kurdu kendindendir.
Ve devam ediyor:
1400 yıldır, Kerbela’dan beri bizi asimile etmeye çalıştılar. Ama dedelerimiz, pirlerimiz her türlü yasağa ve zorluğa rağmen inancı bugüne taşıdılar. Alevilik bitirilemez, çünkü Hak-Muhammed-Ali yolu sahipsiz değildir. Eğer bitseydi Kerbela’da biterdi, bir tek Zeynel Abidin kaldı, onunla yürüdü günümüze kadar geldi.
Mehmet Karabulut Dede ise asimilasyona karşı kendi yetersizliklerine dair bir özeleştiri yapıyor:
Ben yetersiz olduğumuzu zannediyorum.
Aziz Güler ise Alevilere yönelik ayrımcılığın, çağdaş Türkiye’de Cumhuriyet kurulmadan önce başladığını söylüyor ve bunun miladı olarak 4 Eylül 1919’da yapılan Sivas Kongresi’ni gösteriyor:
Benim dedem Seyit Aziz, Sivas Kongresi’ne katılan isimlerden biriydi. O kongrede Alevi hakları da konuşuldu, sözler verildi. Ancak sözler tutulmayınca, Seyit Aziz Kürtlerle birlikte isyana katılan isimlerden biri oldu. Bana kalırsa ayrımcılığa karşı yapacağımız tek şey, daha fazla örgütlenmektir.
Alevilikte kadının rolünün diğer inançlardan daha ağırlıklı olduğu hep söylenir. Selda Güneş buna dair şu yorumu yaparak konuşuyor:
Alevilikte 14 yaşına giren her erkek candan ikrar alınır ama kadınlardan alınmaz çünkü kadınlar yolun doğal parçasıdır, kadınların ikrarı kadimden beri bozulmamış bir ikrardır.
Hakikatin böyle olmasına rağmen, yaşanan gerçekliğin bundan farklı olduğunu söylemeyi de ihmal etmiyor Güneş:
Yolda eksilme yok, eksilik hep bizim özümüzde. Hakikat, kendisini var etme halidir. Oysa gerçeklik, üretilen bir şeydir. Şu anda hakikatinden uzak bir inançla karşı karşıyayız. Kadının durumu, bundan bağımsız değil. Ne yazık ki, düşkün haline gelmiş toplumun, hem birbirleriyle hem de kadınlarla ilişkisi rızasızlık üzerinden yürüyor.
Dedelerle sohbetin son sözü Pir Zeynel Kete’de. Aynı zamanda bir eğitimci olduğu için, son sözleri de eğitime dair:
Bütün ideolojiler kendi sistemlerini inşa ederken eğitimle başlarlar. Müfredatlar ideolojileri inşa eden programlardır. Aleviler eğitime böyle bakmaz. Yunus Emre bu yüzden ‘Âlimler ulemalar medresede bulduysa / Ben harabat içinde kaldım ise ne olur” demiştir. Ve yine bu yüzden, ‘İlim ilim bilmektir / İlim kendin bilmektir / Sen kendini bilmezsen / Ya nice okumaktır’ diye devam etmiştir.
90 yıllık rejimin, Emevilerden, Abbasilerden ve Selçuklulardan devraldığı mirası ulus devlet anlayışıyla şekillendirerek, yeni sürece aktardığını söyleyen Kete, son zamanlarda uygulamaya konan 4+4+4 sisteminin bunun bir devamı olduğu görüşünde:
Son 15 yılda müfredatta karma eğitim kaldırıldı. Çünkü karma eğitim farklı cinslerin bir arada olduğu cinsiyet özgürlükçü bir anlayışı ifade ediyordu. Asimilasyon, insan hakları ihlalleri, okullarda cinsel istismarlar, şiddet arttı. İktidar okullarda açık ve seçik olarak hissettiriliyor. Tekçi zihniyetin dili, kültürü, inancı, mezhebi öğretiliyor.
Kete’ye göre Aleviler bu sorunu daha fazla geciktirmeden gündemine almalı ve İslamiyet’in demokratik çizgisine de vurgu yaparak okullardaki asimilasyona karşı radikal çözümler geliştirmeli. Ve bunu yaparken de sadece din dersine karşı bir mücadele çizgisi geliştirmenin eksik olduğunu, yapılması gereken Türkiye’nin bütün mazlumlarıyla yan yana gelmek olduğunu vurguluyor.
© The Independentturkish