Her şarkının bir anımsattığı, her şarkının duygulara eşlik edeni ve kuşkusuz bir hikayesi var.
Bilindik ve bilinmedik, farklı dönemler, farklı sesler ve yıllardan "ordanburdan" şarkılar öyküleriyle birlikte her ayın ilk ve son cumartesi günleri tüm duyu organlarınızın hizmetinde!
Karışık kasetin A yüzü için buyursunlar, ister bir ağaç altında okuyup dinleyin ister akşam sofraya oturmadan önce...
Müzik ruhun dilidir. O, çekişmeyi bitirir, huzur getiren yaşamın gizini açar.
Halil Cibran
A1: "Zorba" (1964)
Hayatın beraberinde getirdiği fasit dairelere yapılmış klas bir nanikti!
Yaşamın temposuna ağır ağır yetişen, yeri geldiğinde onu aşmasını bilen, ez cümle canı istediğinde hızlanan, keyfi öyle buyurduğunda ise yavaşlayan bir eserdi.
Sirtakinin, adanın, denizin, dostluğun, dünyanın kimselere kalmayacağının hem patavatsızlığın hem nezaketin ama özünde sadece kendi gibi olabilmenin anahtarı, bir nevi can simidiydi Zorba.
Kimilerine göre tavernada kırılan tabakların süsü olmasının çok ama çok ötesindeydi.
Hayatın çarpıklıkları ve şehrin tekdüzeliğine atılmış esaslı bir tokattı aynı zamanda…
Alexis Zorba ne kadar harbiyse onu müzikal anlamda ete kemiğe büründüren Mikis Theodorakis de bir o kadar mert, temiz ve hilesizdi.
1925'in sıcak bir temmuz günü Sakız Adası'nda dünyaya gelmişti Theodorakis.
İzmirli bir anne ile Giritli bir babanın oğluydu.
Zorba eseri babasının memleketinden kanatlanıp tüm dünyaya açıldı.
96 yıllık koca ömrüne yüzlerce eser sığdıran, Filistin Ulusal Marşı'nı besteleyen, 17'sinde direniş hareketine katılıp serbest bırakılan, esir düşen, işkenceye uğrayan, ölüm cezasına çarptırılıp kurşuna dizilen, tesadüfen ayakta kalmayı başarabilen, Yunan İç Savaşı'nda boy gösteren, ülkesindeki Albaylar Cuntası'na karşı çıkan, pek çok kez hapse girip çıkan, sürgün yolları gözüken, müzikleri yasaklanan, dünya çapında çıktığı turnelerle memleketindeki baskı rejimini teşhir etmekten asla çekinmeyen, konforlu bir alanı tercih edebilecekken ömrünün son demine değin kavga eden, tatlı su solcularıyla pek de alakası olmayan, günlerden bir gün İstanbul Sarıyer'de bir rakı sofrasına oturmuşken Türk-Yunan Dostluk Derneği'nin kurulmasına ön ayak olan adamdı Theodorakis…
Sadece özgün değil aynı zamanda özgür insandı!
Günlük hayatta alışık olduğumuz kişilerden biri değildi.
Ve belki de bu yüzden evliliği "felaket" olarak adlandıran Alexis Zorba'yı müziğiyle en iyi resmedecek kişiydi aynı zamanda.
Nasıl Alexis Zorba, mutluluktan havalara uçtuğu anda dünyanın en güzel müziğiyle dans ediyorsa, nasıl tıpkı filmde olduğu gibi utangaç, narin, insanlardan korkup sıkı fıkı olamayan Basil'i yanına bir şekilde çekebiliyorsa ve nasıl farklılıkların buluşmasının sanıldığı kadar korkulacak bir iş olmadığı mesajı ayan beyan ortaya konuluyorsa, Theodorakis'in 96 yıllık uzunca yaşamı da yüzlerce bestesinin içinde belki de en öne çıkanıyla, yani Zorba ile aynı yoldan gitmişti.
Yaşını başını almış, hayata bağlılığından hiçbir şey yitirmemiş özgür bir Yunan'ın yani Alexis Zorba'nın yazmak için huzur arayan ve içindeki fırtınaları hala dindirememiş genç bir İngiliz'e verdiği edebi ve sinematografik selamın müzikal evrendeki yoldaşı olmuştu Theodorakis.
Alexis Zorba nasıl zincirlerini kırmışsa, Theodorakis de bu eylemi gerçek kılmıştı koca ömrü boyunca.
Yattığı yer huzurlu, ardında bıraktığı eserler ve anıları daim olsun.
Hayattan zevk almayı, akılcı davranmaya yeğleyenlere…
Dünyanın tüm pisliği ve kalleşliğine rağmen bunu inatla ve özenle becerebilenlerin marşının bestecisine sevgiyle…
Hoşça kal, Zorba'yı besleyen güzel insan…
Nazım'ın dediği gibi:
Sizi canımda, canımın içinde
Kavgamı kafamda götürüyorum
Hoşça kalın dostlarım benim
Hoşça kalın...
A2: "Bohemian Rhapsody" (1975)
Gerçek hayat bu mu?
Yoksa sadece bir fantezi mi?
Gerçeklerden kaçış yok
Gözlerini aç ve gökyüzüne bakıp gör!
Böyle başlıyordu "Bohemian Rhapsody".
İngiliz rock grubu Quenn'in şarkısı 1975 stüdyo albümü "A Night at the Opera" için Freddie Mercury tarafından yazılmıştı.
5 dakika 56 saniye uzunluğundaydı.
Hem epikti hem rocktı.
Şarkının yolculuğu aslında 1960'lı yılların sonuna dayanıyordu.
Freddie Mercury'nin henüz Ealing Art College'de genç bir öğrenciyken kâğıt parçalarına karaladığı fikirlerinin sanat hayatına yansımasıydı.
Düşünce ve tasarılarının olgunlaşması için ise birkaç yıl geçmesi gerekecekti.
Bir gece rüya görürken ilhamın ilk fısıltıları kulağına çalınmıştı Mercury'nin.
Yataktan kalktı, baş ucundaki piyanoya gitti ve aklındaki notaları tuşlara döktü, bir yandan da not alıyordu.
Zaten öğrencilik döneminde baş koyduğu o taslağına yeni notlar ekliyordu.
Sanki şarkı bestelemiyor, bestesine söz yazmıyor bir roman taslağı oluşturuyordu.
Mercury, grup arkadaşlarına şarkının bahsini açtığında elinde çok sayıda post-it notu ile sayfalar dolusu yazı vardı.
"Bohemian Rhapsody" için parmakları piyanoya dokunduğunda bazı anlar sanki davul çalar gibiydi.
Hepsinden ötesi bu deneysel esere dair armonileri kafasında artık çoktan çözümlemişti Freddie Mercury.
Yaklaşık üç şarkıya yetecek malzemeye sahip olduğunu söylüyordu.
Ama tüm şarkı sözlerini tek bir uzun savurganlıkta birleştirmeyi düşündüğünden bahsediyordu.
Muhtemeldir ki; kafasında dönüp duran şey ilerleyen yıllarda ikonikleşecek bir mini rock operası ortaya koymaktı.
İçinde balada da yer vardı, gitar soloya da operaya da rock'a da…
Parçayı tek başına inşa eden Freddie Mercury, kayıtlar esnasında tüm grubu yönlendirmişti.
Gerçekten de eser hayli uzun ve deneyseldi.
Ama bir o kadar akıcıydı.
İçinde hem hüzne hem dansa hem çığlığa yer vardı.
1975 yılının ortalarıydı.
Surrey'deki Ridge Farm Studio'da prova edildi şarkı önce.
Ardından Herefordshire'daki Penrhos Court'a düştü Queen'in yolu.
Şarkının üzerine üç hafta sürecek bir cila atıldı.
Queen, yaz geldiğinde artık final kaydı için hazırdı.
24 Ağustos 1975'te Galler Monmouth'daki ünlü Rockfield Stüdyoları'nda kayıtlar başladı.
Bohemian Rhapsody, tam 6 farklı stüdyoda kaydedilmişti.
Queen, o yılların sunduğu en yüksek teknolojiye sahip tüm stüdyoları gezmişti.
6 farklı stüdyo tercihinin sonucu, 180 kanallık bir kayıttı!
Esasen 1970'lerdeki birçok şarkı 20-25 kanalda tamamlanıyordu.
Queen'in Bohemian Rhapsody'si ise bilindiklerin neredeyse 9 katı bir çaba gerektiriyordu.
O dönemdeki rock grupları, mesela Led Zeppelin bile bir albüm kaydı için ortalama 2-3 hafta stüdyoda kayıt yapıyordu.
Queen ise Bohemian Rhapsody'nin yalnızca opera bölümündeki vokal kayıtları için tam üç hafta çalışmıştı.
Sihirli piyano melodisini Freddie Mercury bulmuştu.
Aynı stüdyoda, 7 yıl önce bir başka müzik efsanesi Paul McCartney Hey Jude'u aynı piyanoyla kaydetmişti.
Şimdi sıra Mercury ve Bohemian Rhapsody'deydi.
Yenilikçi şarkı, glam-metalden operaya kadar her şeyi kucaklıyordu.
Başlangıcı bile ne kadar farklı bir yapıt olacağını kanıtlıyordu.
Meşhur "a capella" introsunda sorulan iki soru birçok dinleyici için yaşamı sorgulamaya değerdi:
Bu gerçek hayat mı?
Bu sadece fantezi mi?
"Mamma mia", "Galileo", "Bismillah" ve "Figaro" sözcüklerini oktavlar arasında kanguru gibi zıplayıp sesini bir koro gibi çıkarana dek abartıp şekilden şekle sokuyordu Mercury.
Bunu yaparken sadece profesyonel değil aynı zamanda teatraldi.
Eser göndermelerle doluydu.
Asıl adı Farrokh Bulsara olan Freddie Mercury Zerdüşt bir aileden geliyordu.
Zanzibar doğumluydu.
17'sinde Birleşik Krallık ile tanışmıştı.
Kimliği ve kökeninden pek bahsetmemişti.
Ve Bohemian Rhapsody onun karmaşık ruhunu, kimliğini, komikliğini, küstahlığını, çocukluğuyla dengelemeye çabaladığı hayatını, sorunlarını, güvensizliklerini ve kesinlikle yaratıcılığını anlatıyordu.
"Ben zavallı bir çocuğum ve kimse beni sevmiyor" ya da "Beni sevebileceğini ve ölüme terk edebileceğini düşünüyorsun" derken acılarından, alıngan yapısından dem vuruyor, ikonik parçayı nihayete erdirirken "Rüzgâr nereden eserse essin!" diyerek işi ama kerhen ama gönüllü bir umursamazlığa vurduruyordu.
Mercury, astronomi tutkusuyla bilinen ve daha sonra bu eğilimini Akademus'un bahçesine taşıyıp aynı konu üzerine doktorasını yapacak olan grubun gitaristi Brain May'in onuruna sözlere İtalyan astronom Galileo'yu da eklemişti.
"Bohemian Rhapsody" Mercury'nin sadece solist ve bestekar olarak değil şarkı yazarı yeteneklerinin de açık bir kanıtıydı.
Sözlerin içinde 16. yüzyıldan kalma profesyonel tiyatronun ilk örneklerinden Commedia dell'Arte'nin soytarı karakterlerinden Scaramouche'a da yer vardı, Kuran'dan Bismillah'a da, antik dönemdeki Filistinlilerin Ekron şehrinde tapındığı, daha sonralarıysa İbrahimi dinlerde şeytan ile eş tutulmuş Beelzebub'a da…
Queen'in gitaristi Brain May, Mercury için "Bohemian Rhapsody'nin şarkı sözlerini hiç açıklamadı ama bence o şarkıya kendinden çok şey kattı" diyordu.
Mercury'ye göre ise insanlar sadece şarkıyı dinlemeli, üzerine düşünmeli ve ardından şarkının ne söylediğine dair kararlarını yine kendileri vermeliydi.
Stüdyolardaki son dokunuşların ardından Queen'in özel bir şey yarattığına dair içinde sağlam bir his vardı.
Grubun yapımcısı Roy Thomas Baker da aynı fikirde olacak ki; Performing Songwriter dergisine kayıtların sona ermesinin ardından şunları söylüyordu:
Kontrol odasının arkasında duruyordum. Tarihte ilk kez böylesi büyük bir sayfayı dinlediğinizi biliyordunuz. İçimden bir ses bana bunun ‘kırmızı harfli' bir gün olduğunu söyledi. Gerçekten de öyleydi.
"A Night At The Opera" albümünde yer alan şarkı nihayet 31 Ekim 1975'te yayınlandı; hem dinleyiciler hem müzisyenler arasında yarattığı etki müthişti.
Öyle ki; ABBA'dan Björn Ulvaeus "Bohemian Rhapsody'yi duyduğumda kıskançlıktan çıldırdım" diyecekti.
Gerçekten de rock ve pop müziği bilindik yolundan çıkarıp uzaklaştıran saf ve özgün bir eserdi.
Müzisyenler öykünüyordu ama Queen'in plak şirketi başlangıçta Bohemian Rhapsody'yi single olarak yayınlamak konusunda hayli isteksizdi.
Queen ise çoğu single albümden beklenen üç dakikalık süreyi aşmasına rağmen, bunun doğru seçim olduğu konusunda ısrarcıydı.
Ama şirket gruba, onca emeğin ardından şarkının yayınlanma umudunun olmadığı söyledi.
Mercury'nin Capital Radio'dan arkadaşı DJ Kenny Everett ise "Uzun şarkıdan hit çıkmaz" önyargısının yıkılmasına yardımcı oldu.
Bir hafta sonunda 14 kez çaldı.
Ve 6 dakikalık şarkı nihayet en çok istek yapılan şarkıya dönüştü.
Şarkının yayınının ardından ünlü müzik programı Top of the Pops'a davet aldı.
Bu televizyon programında yayınlanmak üzere, Bohemian Rhapsody'ye bir video çekme kararı aldılar.
Ama videonun bir canlı performans videosu gibi olması istenmiyordu.
Sonuç 6 bin 880 dolara mal olan, dünyanın ilk müzik video klibiydi.
İlk gösterimi 1975'te yapılan "Bohemian Rhapsody", zamanının ilk tanıtım müzik videosuydu.
Müzik endüstrisi için de çığır açan bu video klibin yönetmenliğini Bruce Gowers yapmıştı.
Elstree Studios'ta sadece üç saat içinde çekildi.
Muhteşem bir rock pazarlamasına dönüştü.
Yönetmen videoyu çekerken en az Queen kadar eğlendiğini "Yedi buçukta başladık, on buçukta bitirdik ve 15 dakika sonra bardaydık" sözleriyle ifade edecekti.
Bohemian Rhapsody, Ocak 1976 itibarıyla 1 milyondan fazla satış elde etti.
Single olarak yayınlandığında elde ettiği başarı dünya çapındaydı.
UK Singles Chart'ta 9 hafta boyunca zirvede kaldı.
Piyasaya çıkışından iki yıl sonra, 25 yılın en iyilerinden biri olarak seçildi.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
2000'de İngiliz televizyon kanalı Channel 4'un yaptığı oylamada 1 numaraya yükselmiş 100 parça arasında John Lennon'ın "Imagine" eserinin ardından ikinci sırada yer aldı.
Aynı sene Guiness World Records'ta son 50 yılın en iyi rock şarkısı ödülüne layık görüldü.
1991'de şarkının aynı versiyonu yeniden yayınlandığında 5 hafta boyunca yine 1 numaraya taşındı.
Tüm zamanların en çok satan teklilerinden biri olmayı başardı.
Şarkının ne kadara mal olduğu bilinmese de yayınlandığı dönemin en pahalı single'ı olarak adlandırıldı.
Grammy Hall of Fame'de yer aldı.
2012'de ITV müziğin 60 yılı aşkın süre içindeki en iyi şarkılar listesinde 1 numaraya yükseldi.
2004 yılında şarkı Grammy Onur Listesi'ne girdi ve Mercury'nin vokal performansı Rolling Stone dergisi okuyucuları tarafından rock tarihinin en iyisi seçildi.
Mısırlıların antik çağlarda piramitleri nasıl inşa ettikleri, o şaheseri nasıl ortaya çıkardıkları konusunda aklınız sorduğunuz tüm sorulara adam akıllı yanıt veremiyorsa, "Bohemian Rhapsody" de, zamanın çok ötesindeki varlığı ve gizemiyle aynı şaşkınlık ve hayranlık halini hak ediyor.
A3: "My Way" (1969)
Eğer Filipinler'de bir karaoke bara gidip, Frank Sinatra ile özdeşleşmiş "My Way" şarkısını seçmek isterseniz kuvvetle muhtemel mekân sahibi başta olmak üzere çok sayıda öfkeli göz size doğru çevrilecektir.
6 Şubat 2010'da New York Times'ta yayımlanan makale böyle diyor.
Nedeni "My Way" karaoke performanslarının ardından Asya ülkesinde birçok şiddet olayının meydana gelmesi ve hızla tırmanabilen kavgalar…
Filipin barlarında çalma listelerinde olmayan "My Way" aynı zamanda Sırp kasabı Slobodan Miloseviç'in de en sevdiği şarkıların başında geliyordu.
Hatta eski Sırbistan cumhurbaşkanı 2002'de insanlığa karşı suçlardan yargılandığı davada hücresinde sık sık yüksek sesle bu şarkıya çalıyordu.
Elbette şarkının hikayesi Filipinler'deki karaoke bar sahipleri ve bir soykırım suçlusunun hücresinde ölü bulunmadan önce geçirdiği son günlerindeki keyfinden ibaret değil.
Başta İngiltere ve ABD olmak üzere dünyanın dört bir yanında gelmiş geçmiş en popüler, en kabul edilebilir ve en iyi uyarlamalardan biri olarak biliniyor "My Way".
Sonuçta "My Way", şarkıların bir düğmeye dokunularak sonsuz bir şekilde dinlenebildiği günümüz dijital dünyasında bile, var olan trendler ne olursa olsun asla değiştirilemeyecek (elbette değiştirilmesi teklif dahi edilebilecek) zamansız bir marş olma özelliği taşıyor.
Ve her ne kadar Frank Sinatra ile özdeşleşmiş olsa da ucu Fransa'ya dayanan bir cover çalışması bu şarkı.
Öykünün Lübnan asıllı Kanadalı söz yazarı ve şarkıcı Paul Anka ile başladığını sananlarsa yanılıyor.
Evet, "My Way" şarkısının sözleri yağmurlu bir New York havasında, gece saat 1 gibi düşmüştü zihnine Anka'nın:
Sabah saat birde eski bir IBM elektrikli daktiloya oturdum ve 'Frank bunu yazsaydı ne derdi?' dedim. Ve mecazi olarak, 'Ve şimdi son yakın' diye başladım.
Kimilerine göre ise asıl ilham, aynı gece kulüplerinde boy gösterdiği Frank Sinatra ile yenilen bir akşam yemeğinin ardından gelmişti.
Tarih 30 Aralık 1968'di.
Gücü Anka'yı aşan ve gerçekten de Sinatra ile simgeleşen şarkının ezgileri ise tıpkı sahibi gibi melezdi.
Fransızların ünü Atlantik'e kadar ulaşan "Comme d'habitude" şarkısının bestesi birebir ihraç edilmişti.
İki besteci; Jacques Revaux ile Gilles Thibault tarafından yazılmıştı "Comme D'Habitude".
Türkçesiyle "Her zamanki gibi".
Şarkı Mısır asıllı Fransız pop yıldızı Claude François'e götürüldü.
O da biraz ince ayar yapıp şarkıyı 1967'de kaydetti.
Sonrası mı?
Avrupa'da bir hit haline dönüştü.
Evliliğinin sonunu yaşayan, günlük hayatın can sıkıntısından neredeyse ölen bir adamın hikayesini anlatıyordu.
İşte Paul Anka, tam da bu sırada girdi devreye.
Fransa'nın güneyinde tatildeydi.
Radyoda kulağına çalınan bu melodiye kayıtsız kalamamıştı.
Şarkının hakları hakkında müzakere etmek için Paris'e uçtu.
Onun deyişiyle "Comme d'habitude" boktan bir kayıttı ama içinde bir şeyler gizliydi.
Anka, My Way'in Fransız kostümünü çıkardığında ise Frank Sinatra'ya sunuverdi.
Ve onun yorumuyla beraber adeta imza şarkısı haline dönüştü.
Anka söz yazdı, Sinatra söyledi ve bugünkü "My Way" çıktı ortaya.
Ama "Comme d'habitude" şarkısına İngilizce söz yazan ilk kişi Anka değildi.
Ondan sadece birkaç ay önce, bir başka dikkatli kulak David Bowie, "Even A Fool Learns To Love" yani "Bir Aptal Bile Sevmeyi Öğrenir" diye Fransız şarkısına İngilizce sözler yazacak, bir demo kaydedecekti.
Bowie o zaman, 1968'de yabancı şarkılara söz yazan bir prodüksiyon şirketinde çalışıyordu.
Sözleri pek tutulmadı ve yayıncı onun yerine Anka'nın sözlerini tercih etti.
Bowie, yolda arabasıyla giderken Sinatra'dan My Way'i dinlediğinde Fransız şarkıya kendi sözlerinin kullanılmadığını gördüğü için hem çok içerlemiş hem çok sinirlenmişti.
O da neredeyse aynı beste üzerine çok daha sarkastik sözler yazıp "Life On Mars" şarkısını kaydetti.
Sonuçta herkes kendi yolunu çizdi.
Ama Bowie'nin "Even A Fool Learns To Love" uyarlaması başarılı olamadı, kabul görmedi, hatta Bowie'nin elinden çıkmasaydı hiç kimse o demoyu muhtemelen dinleyemeyecekti bile.
"Life on Mars" için aynı şeyi söylemek mümkün değil ve bu şüphesiz bir başka bir yazının konusu.
Ama sonuçta şarkı "My Way" olarak uyarlandı, Sinatra'nın iliklerine kadar işledi.
Gelgelelim, Sinatra bu şarkıdan nefret ediyordu.
Belki bunu birebir itiraf edemedi.
Ama 2000'de BBC'de yayımlanan Hard Talk programına katılan Sinatra'nın kızı Tina, babasının şarkıyı ayağını mahveden dar bir ayakkabıya benzettiğini söyleyecekti.
Şarkı iyiydi, yıllar geçtikçe tadı güzelleşecekti ama 1968 hareketinin tüm dünyada patladığı yıllarda o başkaldıran ruha pek de ayak uyduramadığı için ABD listelerindeki başarısı sınırlı oldu.
Ancak İngiltere'de, 1970-1971 yılları arasında listelere girebildi, onun için My Way'e "kaçak hit" denildi.
Ve hatta İngiltere single listesinde diğer tüm şarkılardan daha uzun süre zirvede kaldı.
İnanılması güç bir 124 hafta geçirdi, en tepede.
Aretha Franklin, Tom Jones, Dionne Warwick ve Andy Williams şarkıyı yeniden yorumlayanlar kervanına katıldı.
Galli şarkıcı Dorothy Squires, Sinatra'dan kısa bir süre sonra İngiltere'de de hit olan bir başka versiyonunu yayınlayıp listeye iki kez yeniden girdi.
Kariyerinin sonlarına doğru rock'n roll'un kralı Elvis bile My Way'i konser repertuarına ekledi.
1977'deki ölümünden sonra yayınlanan canlı kayıt single çalışması ABD'de 22. İngiltere'de ise 9. sıraya yükseldi.
"My Way" herkese bulaştı yani.
Bir anlamda yönünü kendi belirleyenlerin şarkısı oldu.
Hatta İngiliz punk grubu Sex Pistols'ın bile!
1979'da şarkının Sid Vicious'ın baş vokalde olduğu bir Punk versiyonunu kaydetti grup.
Şarkı, Sex Pistols'un The Great Rock 'N' Roll Swindle albümünde yer aldı.
Sid Vicious, albüm yayınlanmadan önce hayatını kaybetti.
Bu kadar çok ve farklı yelpazede müzik grubunun uyarladığı My Way'i ilginç kılan özelliklerinden birisi ise parça için çekilmiş bir video klibin olmaması.
2018'de Frank Sinatra'nın resmi YouTube hesabına yüklenmiş resmi bir ses kaydı var.
74 milyonu aşkın kez dinlenmiş, yarım milyondan fazla beğeni almış şarkı, nesillerden nesile taşınmaya devam edecek gibi görünüyor.
A4: "Adieu Mon Pays" (1962)
Bu şarkının hikayesi, Cezayir'in Konstantin şehrinde alışveriş yaparken boynundan bir kurşunla vurularak öldürülen Cheikh Raymond ile başlıyor aslında.
Seferad Yahudilerinin Cezayir'den Fransa'ya göç etme kararının üzerinde etkisi büyüktü bu suikastın.
Raymond bir müzisyendi.
Bununla birlikte Cezayir'in bağımsızlığına karşı olup Fransa'nın yanında saf tutmuştu.
Tarih 22 Haziran 1961'di.
Cezayirli Müslüman Araplar ile Avrupalı Cezayirlilerin arasındaki sürtüşmenin, 130 yıllık koloni yönetimine karşı bir isyana dönüşmesiyle başlayan Cezayir Bağımsızlık Savaşı sırasında, ülkedeki Yahudi ve Avrupa kökenliler Fransa'nın yanında yer almışlar, dolayısıyla Cezayirli direnişçilerin açık hedefi haline gelmişlerdi.
İnfazı gerçekleştiren Cezayir Ulusal Kurtuluş Cephesi'ydi.
Cheikh Raymond aynı zamanda Enrico Macias'ın kayınpederiydi.
Macias da daha sonradan kayınbabası olacak Raymond gibi Cezayir'de doğmuştu.
Asıl adı Gaston Ghrenassia'ydı.
Haziran 1961'deki suikastın ardından eşi Suzy ile Cezayir'den ayrılıp Fransa'nın başkenti Paris'e doğru yola koyuldu.
Bir daha da Cezayir'e dönmesine hiç izin verilmedi.
Doğduğu ülkeden ayrılmadan önce öğretmenlik yapan Macias müzikten hiç kopmamıştı.
Babası Arap-Endülüs müziğinin olmazsa olmaz bir parçası, yani malauf kemancısıydı.
Suzy'nin babası Raymond da müzisyendi, hatta orkestrası vardı.
Macias, onun yanında henüz 15'indeyken gitar çalmaya başlamıştı.
Belki de bu yüzden, 23 yaşında Paris'e geldiğinde karnını doyurabileceği, hayatta kalmasını sağlayacak yegâne şey müzikti.
Seferad Yahudisiydi.
Fransa'da hem Arap-Endülüs hem Arap-Yahudi müziğinin bir yorumcusu olarak tanındı.
Memleketini ardında bırakmıştı ama kimilerinin gözünde hainden başka biri değildi Macias.
Gemiyle ülkesinden uzaklaşıp Paris yollarına düşerken aklında fikrinde ise geride bıraktığı vatanı vardı.
"Adieu mon pays" yani "Hoşça kal ülkem" şarkısı işte böyle çıktı.
Güzel bir gitar solosuyla başlıyordu.
Gitarın melodisiyle sözlerin hüznü arasındaki uyum mükemmele yakındı.
Memleket hasretinden bahsediyordu.
Memlekette kalan sevgilinin mavi gözlerini anımsatan denizden ve limandan ayrılan gemiden dem vuruyordu:
Elveda ülkem
Ülkemi terk ettim
Evimi terk ettim
Güneşimi terk ettim
Terk ettim mavi denizimi
Bir arkadaşı terk ettim
Hala görürüm gözlerini
Yağmurdan, veda yağmurundan
Islanan gözlerini
Sonra Fransız televizyonuna çıktı Macias.
Sadece notaların değil duygularının da peşinden giderek bu şarkıyı söylediğinde ne yapacağını bilmediği Fransa'da meşhur oldu.
Zaman içinde adı, Fransızca konuşulan diğer sömürge ülkelerine de yayıldı.
Hem Fransızlara hem Cezayirlilere hem Yahudilere hitap ediyordu.
Herkesin duygularını tek bir potada eritebilme maharetini göstermişti.
Şarkılarının Fransa ve dünyanın dört bir yanında iyiden iyiye tanınmaya başladığı dönemde Gaston Ghrenassia olan adını herkesin ezberleyeceği Enrico Macias ile değiştirdi.
Belki meşhurdu, radyolar ve TV'ler onun şarkılarıyla renkleniyor, plakçılarda en çok onun 45'likleri satılıyordu ama hayatı kolay değildi.
Hemen her göçmen gibi o da arafta kalan kişiydi.
Onun için "Sömürgeci" diyen de oldu, "Siyonist" diyen de "Fransa'yı çirkinleştirip istila eden pis Arap işte!" diye seslenen de…
Sadece kendi ülkesi Cezayir'de değil, Fransa'da da yabancı kalmıştı.
Şarkıları Türkçeye en fazla uyarlanan müzisyenlerin başında geldi hep Enrico Macias.
Biraz da Ankara Radyosu'nun prodüktörü ve eğlence yayınları prodüktörü Erkan Özerman sayesinde.
Macias, ataları 500 yıl önce İspanya'yı Katolik Kraliçe Isabel yüzünden terk etmek zorunda kaldıklarında kendilerini yani Seferad Yahudilerini kabul eden Osmanlı'yı unutmadı.
Kökeni soranlara "Cezayir kökenli Fransızım, Osmanlı kültürüyle büyümüş Yahudi bir ailenin çocuğuyum" dedi.
A5: "Take Five" (1959)
Tarih 1956.
ABD Dışişleri Bakanlığı "Caz Elçileri" adında bir program başlatmıştı.
Amaç SSCB'nin ABD'ye yönelik "ırksal eşitsizlik" eleştirisi karşısında denizaşırı ülkelerdeki Amerikan imajını olumluya çevirmekti.
O elçiler içinde Louis Armstrong, Benny Goodman ve Dave Brubeck de vardı.
Babası hayvan yetiştiricisi bir çiftçi annesi ise piyanist olan Brubeck, II. Dünya Savaşı yıllarında Avrupa'da Kızıl Haç'ın organize ettiği gösterilerde annesinin yolundan gidip piyanist olarak sahne almış bir isimken ilerleyen yıllarda caz dünyasında uluslararası üne kavuşacak bir isimdi.
Onunla birlikte özdeşleşmiş şarkı ise 1959 tarihli "Take Five" oldu.
Her ne kadar kendi eseri olmasa da şarkının yaratılışını mümkün kılanlardan biriydi.
Meşhur dörtlüsü ile kayda girip, şarkı kitlelerle tanıştığında cazın ilk pop yıldızlarından biri olacaktı:
Paul'a Joe Morello'nun ritmine bir melodi koymasını söyledim. Bu yüzden Paul birkaç melodi koydu. Ama melodisi yoktu. Sadece iki melodisi vardı. '5/4'te beste yazamam' dedi ve vazgeçti. 'Burada iki güzel melodin var, hadi bir form bulalım' dedim. Bu yüzden bir A-A-B-A formu çalıştım ve Paul hemen yakaladı.
Dave Brubeck'in "Paul" diye bahsettiği kişi "Take Five" eserini besteleyen kişi Paul Desmond'dı.
Güç bela okulu bitirdikten sonra 1942'de orduda tanıştığı Desmond.
Tüfek omuza günlerinde komutanları kendisine bir müzik grubu kurmasını emrettiğinde ekibinin içine dahil ettiği saksafoncu Desmond…
Sıradışı piyano çalan ama gözleri hayli bozuk olduğundan notaları okumakta güçlük çeken Brubeck, askerlik günlerinde Desmond ile tanışmasaydı belki de "Take Five" ortaya çıkmayacaktı.
"Take Five" eserini plak şirketine sunduğunda ona bu şarkının asla tutmayacağı, sıra dışı bir akortla bestelenmiş bir şarkıyla dans etmenin imkânsız olacağını, hemen evine gidip hızlıca bir dans müziği yazmasını istediler:
Bizden günün aşk şarkılarından veya günün hit şarkılarından standart Broadway şovları ve standart melodiler yapmanızı istediler.
Dedi ve bunu reddetti.
Sonunda "Take Five" tüm zamanların en çok satan caz kaydı ve Brubeck'in kariyerinin en büyük başarısı oldu.
Müzikal içgüdülerine olan inancını doğrulamıştı.
Bununla ilgili ilerleyen senelerde "Müziği, sizi nereye götürürse götürsün önce takip edin. Diğer her şey ikincildir" diyecekti.
Gerçekten de birçok müzikoloğa göre Take Five'ın sırtını dayadığı 5/4'lük ritim o dönem için devrimci nitelikteydi.
7/8'lik, 9/8'lik ritimlerle onların üzerine çalınabilecek melodiler her zaman ilgisini çekmişti.
Özellikle de sıradan 4/4'lük ritimlerle kıyasladığında…
Sonuç olarak Dave Brubeck, yenilikçi yanını caz müziğine taşımış hatta 1954'te Time dergisine kapak bile olmuştu.
Yaratıcı Desmond, onun elinden tutan Brubeck'ti.
Şarkıda kullandıkları aksak ritim ise kuvvetle muhtemel bir Türkiye ziyaretinden armağandı.
ABD Dışişleri Bakanlığı'nın "Caz Elçileri" kapsamında düzenlediği konserler serisinin Türkiye ayağında Brubeck hem kendisi hem caz müzik dünyası adına müthiş bir keşif yapmıştı.
Bu keşif yıllar sonra "Take Five" eserinde de yararlanacağı bizim coğrafyaya ait olan aksak ölçülerdi.
Çoğunlukla Ortadoğu, Balkan ve Akdeniz ülkelerine özgü bir usuldü aksak ritim.
Brubeck'in bu ölçülerle İstanbul ya da İzmir'de tanıştığı tahmin ediliyor.
Fred Kaplan'ın kitabında belirttiğine göre İstanbul'da, o zamanlar 11 yaşında olan ve kendisine diğer aile bireyleri ile birlikte Türkiye ziyaretinde eşlik etmiş oğlu Darius Brubeck'e göre ise İzmir'de gerçekleşmişti keşif.
Caz tarihinde ilk kez bir milyonun üzerinde satan "Time Out" albümünün "Blue Rondo à la Turk" şarkısıyla birlikte öne çıkan "Take Five" biraz da bu topraklardan esinlenilmişti.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editoryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish