Müzisyen ve mimar Mehmet Atlı: Müzik politik dalgalanmayla paralel gelişir

Müzisyen Mehmet Atlı'nın Independent Türkçe'den Maaz İbrahimoğlu ile yaptığı özel röportajın ikinci bölümü

Daha önce ilk bölümünü yayınladığımız Mehmet Atlı röportajının bugün ikinci bölümünü yayınlıyoruz. Atlı sadece başarılı bir müzisyen değil, aynı zamanda mimar ve akademisyen. Her ne kadar bir süre önce çalıştığı üniversiteden baskılar sonucu ayrıldıysa da akademik işler üretmeye devam ediyor. Hepsi Diyarbakır: Herkesin Bildiği Kimsenin Bilmediği kitabı İletişim Yayınları’ndan çıktı. Söz konusu kitap, Diyarbakır'daki insanların, inanç gruplarının, tarihi ve modern yapıların, tarihsel rolünün değişimi ve dönüşümü üzerine pek çok fikir veriyor. 

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Atlı davet edildiği konserlere, yaslara, düğünlere, mitinglere, kafelere ve dahasına sadece sanatçı olarak gitmiyor. İçinde bulunduğu mekanlarda dikkat ve rikkatle adeta bir sosyolog gibi gözlemde de bulunuyor. Halk-sanatçı dikotomisine inanmıyor. Kendisini vergi veren, geçim sıkıntısı çeken halkın içinden sıradan bir yurttaş olarak görüyor. Bir mimar olarak Diyarbakır’ın geçirdiği mekansal ve yapısal dönüşümün yanında sosyal alışkanlıkların/göçlerin nedenleri üzerine de kafa yoruyor. Yine dikkatli bir şekilde gençlerin yaptığı müziğe, edebiyata ve diğer sanatsal şeylere bakıyor. Şehrin çarşısını pazarını, kitabını yazarını, duasını, nazarını çok dikkatli bir şekilde gözlemliyor. Ve bana göre, üretken, farklı alanlarda uzman ve tevazu sahibi bir insan olarak hak ettiği değeri yeterince görmüyor… 

Akademik hayatına baktığımızda ise hükümetin politikalarıyla sürekli tartışma konusu haline gelen cami mimarlığı üzerine çalışmaları dikkat çekiyor. Atlı, “Mimarlık Yazınında Öznellik-Nesnellik: Avrupa’da Cami Mimarlığı Bağlamında Bir Karşılaştırmalı Okuma” isimli doktora tezinin ve “90‘lardan Günümüze Türkiye’de Cami Mimarlığı Tartışmalarına Mimarların Katılımı” adlı master tezinin de sahibi. Günümüzde iktidarın yaptığı camilere ve bunlarla ortaya çıkan mimarlık tartışmalarına hiç yabancı değil. Hatta meseleyi bir akademisyen olarak en iyi araştıran, bilen ve yakından takip edenlerden… Atlı ile cami ve kent mimarlığının yanı sıra yine müziğini de konuştuk. Çünkü dünya yuvarlaktır ve biz de dönüp dolaşıp Mehmet Atlı’nın müziğine geliyoruz. Kısacası Mehmet Atlı gibi mimar bir müzisyenin ya da müzisyen bir mimarın hikayesinin her yerinde imge ve simgeleriyle karşımıza hayat ve sanat çıkıyor. 

Bugün Diyarbakır’da orta sınıflar üzerinden bir dönüşüm var. Diclekent bunun önemli sembollerinden...  “Kürt orta sınıfların mekânsal teşekkülü: Diyarbakır Diclekent'in dönüşümü örneği: Ortaokuldan terklerin orta sınıf çocukları” üzerine yazı yazdınız. Bu sınıfın mekan ve kimlik ile kurduğu ilişki nasıl?  

Oldukça kapsamlı bir soru. Uzun uzun konuşabiliriz. Ama belli başlı noktaların altını çizelim.  Bir kere en baştaki sorumuza dönelim ve orada eksik bıraktığımızı tamamlayayım.  Gece Suriçi’nin ıssızlaşıp buraların canlandığı yönünde bir gözlemde bulundunuz.  Aynı şeyi Eminönü için ve Sultanahmet için de söyleyebiliriz.  Genelde dünyanın da eski geleneksel yapıları turistik yapılara dönüştükçe,  bir müze nesnesine dönüştükçe hayatın canlılığından, gündelikliğinden de kopmuş oluyor.  Seyir nesneleri haline gelmiş oluyorlar.  Bizim Suriçi de başka bir felaketi yaşadı. “Urbicide” diyebileceğimiz  “kentkırım” sürecini yaşadı.  Nasıl jenoside varsa, soykırım anlamına gelmekte ise  benzer şekilde “kentkırım” diye de bir şey vardır literatürde.  Özellikle Bosna ve Filistin örneklerinde bu var.  Ama nedense Türkiye'deki kentlerin bu kavramlar ışığında okunmasına pek rastlanmıyor.  Ama Cizre'de, Nusaybin'de, Diyarbakır'da yaşananlar Filistin'den, Bosna'dan farklı olmayacak bir biçimde kentsel çevrenin hedef haline gelerek yıkıma uğramasıdır.  Çevrenin yıkıma uğraması salt fiziki bir yıkım anlamına gelmemektedir.  Daha da önemlisi sosyal bir anlama gelmektedir.  Kentlerimiz bir yanıyla  bunları yaşıyor. Yani nüfuslarını kaybediyorlar. Dün kırların insansızlaştırılması politikası gündemdeydi. Bugün ise  bazı kentsel alanların insansızlaştırılması ile karşı karşıyayız...

 

Başka ne tür faktörler var? 

Bazı şeyler de kendiliğinden oluyor. Ticari hayat gerektirdiği için yahut ulaşım öyle gerektirdiği için oluyor.  Bu alanlarda yaşananlar şimdilerde Adana ve Kayseri’de yaşananlardan çok farklı değil.  Evet bir orta sınıflaşma, bir sermaye birikiminin ortaya çıkması, ya da biriktirilmesi… İnsanların biriktirerek, boğazından kısarak yatırım olarak yaptıkları bir konut sektörü...  Ya da bir inşaat piyasası başlıca lokomotif...  Ama bu gibi sosyolojik etmenler her zaman manipüle etmeye de açıktır.  Bu talepleri karşılayan bir piyasa var ama bu piyasa bir yanıyla manipülasyona açık.  Sizin rantçılık olarak ifade ettiğiniz ya da bir sürü başka boyutunu söyleyebileceğimiz manipülatif süreçler anlamına  da gelmekte...  Yani sürecin kazananları var, kaybedenleri var. Oradan kar edenler var, zarar edenler var.  Ama kesin olan bir şey var: tüm bu kentlerde sürekli bir değişim hali var.  Kentin fotoğrafının asla sabitlenememesi, kentin  bu karmaşık sosyolojik ilişkiler  anlamına gelmesi… Şimdi bir yanıyla bu.  Ama bir yanıyla da sürekli denetim altına alınmaya çalışılan kentselleliklerden söz ediyoruz, Kontrol altına alınmaya çalışılan kentselliklerden söz edebiliyoruz. 

Kentlilerin nasıl yaşayacağı, nerelerde nasıl davranacağı, sürekli otoriteler tarafından kontrol edilmek durumunda...  Bölgemizdeki kentler için bunlar öncelikle asayiş ve güvenlik odaklı olarak karşımıza çıkıyor.  Burda devam eden bir savaş var.  Devam edeceğe de benziyor.  Suriye ve Irak'taki savaşlarla daha duyarlı hale gelmiş bir bölge var.  Düne kadar OHAL, bugün ise Kayyum uygulamalarıyla ülkenin genelinden farklılaştırılmış bir harita var.  Bu haritayı seçim sonuçlarında da görüyorsunuz.  Yoksulluk verilerinde, hastalık verilerinde de görüyorsunuz.  Sağlık ve eğitim hizmetlerine ulaşma noktasında da sürekli farklılaşan haritalar görüyoruz.  Sabitlenemeyen kent fotoğrafları görüyoruz.  Kızıltepe, Diyarbakır, Ergani gibi... 50 kilometre öteye giderseniz Ergani'nin kentleşmekte olan halini görürsünüz.  Bunların hepsinin sosyolojik, estetik, edebi karşılıkları var.  Dolayısıyla ben bunlara ilgiliyim ve başlıca çalışma saham diyebilirim. 

Bugün Diyarbakır’da kültür sanat üretimini nasıl görüyorsunuz? Kentleşme ve kentli sayısı arttıkça buna paralel zihinsel ürünlerde de artış var mı?

Kesinlikle…  Yani kenti bir kültürel zenginlik, kültürlerin bir aradalığı  olarak da görmek gerekiyor.  Bir kentin kaldıramayacağı şey türdeşliktir, homojenliktir.  Bir kenti öldürmenin yolu yine onu homojenleştirmeye çalışmaktan geçmektedir. Nedeni ise çok basit...  Ama toplum farklı sınıflardan, farklı sosyal tabakalardan, farklı etnik ve dinsel gruplardan oluşur.  Farklı cinsel tercihlerden ve yönelimlerden oluşur.  Farklı dünya görüşlerinden oluşur.  Dolayısıyla bunların farklı farklı kentsellikler  üretmesinden de daha doğal bir şey yoktur.  Belli bir kentselliği kentlilik diye adlandırıp  diğerlerine "sen yeterince kentlileşmemişsin" diyemeyiz.  İdeal bir kentlilik tarif edemeyiz.  Bunu kimseye dayatamayız.  Ne kadar öteden beri mimarların, şehircilerin, valilerin, şehircilik politikalarını yönetenlerin amacı,  kentte bir tür düzen veya homojenlik  görme isteği biçiminde bile olsa hayatın gerçek karmaşası buna sürekli direnir.  Kentte böylesi bir renklilik olmasına rağmen mimarlar, şehir planlamacıları, çeşitli otoriteler, şehir bakanlığı, valiler, bu kentselliği bir biçimde kontrol altına alıp yönetmek isterler. Bunun sınırları da vardır elbette.  Kent de yine bildiği yolda akar. Mesela dün burası boştur, bugün dolu görürüz.  Dün şurada bir bank şu biçimdedir, ertesi gün üzerine bir şeyler yazılmış olarak görürsünüz. İnsanların bu aktif hali elbette mimaride de, edebiyatta da karşılığını buluyor.  Diyarbakır edebiyattan yana zaten öteden beri zengin bir kent.  Bahsettiğimiz bu kentleşme, modernleşme ve postmodernleşme süreçlerini edebiyatta görmek mümkün.  Yakın zamanlara kadar edebi açıdan çok daha hareketli bir kentti.  Çok daha güncel roller üstlenen, dünya gündemine de girmek isteyen bir atağı vardı kentin.  Ama son savaştan ve kayyum uygulamalarından bu yana  bu enerjinin biraz sönümlendiğini söyleyebilirim.  Fakat elbette ki bu yok olmadı.  Herkes yazıyor.  Evet polisiye de yazılıyor ve ben kentsel problemleri taşıyan yazının giderek gündeme geldiğini görüyorum. 

Peki Kürtçe müzik ne durumda?

Müzikte durum sanki çok karmaşık.  Çünkü teknolojideki yeniliklere, gelişmelere o kadar açık ve duyarlı bir sektör ki...  Bir yanıyla evet biz de küresel süreçlerin içerisindeyiz.  Doğrudan etkileniyoruz bundan.  Ama bir yanıyla da yine kendimize özgü sorunlarımız var.  Kent sorunsalında olduğu gibi birincisi yine dil üzerindeki baskılar sorunudur.  Kürt kimliğinin özgürce yaşanmasının önündeki engeller sorunudur. Problemlerimiz öncelikle politik sorunlar, sonra diğer sorunlar geliyor.  Tüm müzisyenlerin yaşadığı sorunlar bunlar… Pandemi sorunu, ekonomik sorunlar, sponsorluk sorunları,  mekan bulma ve  müziğini duyurma soruları...  Bunların hepsi var. Daha spesifik bir bakışla bakarsak daha farklı sorunlar da buluruz.  İşte bu kentselleşme sorunlarını, yabancılaşmayı odağına taşıyan  ya da farklı türlerde arayışlara giren müzisyen arkadaşlar var.  Bir çeşitlilik, bir zenginlik görmek mümkün ama piyasanın, politik dünyanın bir şekilde baskılarını hisseden de bir müzik ortamı görmek mümkün.  Onlar tarafından da sınırlandırılmış, kuşatılmış bir yaratıcılık ortamından da bahsedebilirim. 

 

Sizce müziğiniz hak ettiği yeri görüyor mu? 

Müziğim hak ettiği yeri görmüyor mu?  Buna cevabım genelde şu; Seyyid Rıza'nın, Şêx Seîd'in yaşadıkları da hak ettikleri şeyler değildi.  Günümüzde cezaevinde on binlerce insan var.  Sürgünde onlarca, binlerce insan var. Yani politikacıları hapsedilmiş bir toplumun sanatçısının da çok  rahat, özgür ve yaptıklarının karşılığını bulmuş olarak tatmin olmasını bekleyemiyoruz. 

Kürtçe şiirin çok iyi bir okurusunuz. Pek çok eseri de bestelediniz. Yine müzik ustalarının da önemli parçalarını yorumladınız ve o üstadların yeni nesiller tarafından tanınmasına da katkı sundunuz. Müziğiniz hangi izleklerden yürüyor? 

Birkaç izden yürüyen müzik hayatımdan ya da pratiğinden bahsedebilirim. Birincisi Aram Tigran, Mihemed Şêxo, Mihemed Arif Cizrawî, Eyşe Şan gibi ustaların çok bilinen eserlerini yeniden yorumlama...  İkincisi, kendi şarkı sözlerimi yazma, kendi bestelerimi yapma. Üçüncüsü ise Kürtçenin seçkin şiirlerini bir şekilde bulup okuyup anlayıp onlarla müzik yapma biçiminde gelişti. Bir başka yolda halk şarkılarını, klamlarını alıp bir biçimde onları düzenleyip sunma.  Belli başlı olarak bu kanallardan yürüyen bir müzik pratiğim oldu. Arjen Arî'nin şiirlerinden, Cegerxwîn’in şiirlerinden bestelet yaptım, Son olarak Kemal Burkay'ın Berken Bereh'in şiirini besteledim.  

Enstrümanların müziğinize ilişkisi nasıl peki?

Sazlara merakım var.  Elinizdeki saz değiştikçe müziğiniz de değişir.  Baştaki soruya öyle de cevap vereyim.  Kent, yalnızlık, aşk yabancılaşma gibi temalarla ilgili şarkılar yaptığım zamanlar gitar çalmayı öğrendim. Gitarla bestelerimi yaptım. Bağlama çaldığım dönemlerde ise başka bir müzik üretimi ortaya çıkıyor. Lavta çaldığım zaman başka bir müzik üretimi... Son olarak biska merak saldım. Bisk bizim Rojava Kürtlerinin Mihemed Şêxo'nun, Seîd Yusif'un ustası olduğu saz. Bunları kendi müziğime bir biçimde taşımanın yollarını arıyorum. Enstrümanları seviyorum. Bu enstrüman henüz çok yeni.  Bununla arkadaşlığım daha yeni. Ama lavtayı  uzun süredir çalıyorum.  Son iki albümü merkezinde lavta olmak üzere düşünüp aranje ettik.  Onun dışında daha çok gitar çalıyorum ya da daha gençken bağlama çalardım. 

Bugün tüm Kürtlerin ortak beğenisiyle öne çıkan müzisyenleri son yıllarda pek az görüyoruz. Eskiden Şivan Perwer, Ciwan Haco veya birçok isim eserleriyle kült hale gelirdi. Bunu nasıl okumak lazım?

Bunun birçok sebebi olabilir.  Bunun ilk sebebi demin konuştuğumuz konu, yani ortak sorunlarımız, politik konular...  Makro politikada olanlara çok duyarlı bir kitle var.  Makro politikanın sorunlarının başında da Kürt ve Kürdistan sorunu var.  Bunun sadece bir kimlik sorunu değil aynı zamanda bir mekan sorunu olduğunu da vurgulamamız lazım.  Kürtçenin mekan sorunudur bu. Kürtlerin mekanı sorunudur bu aynı zamanda.  Bulunduğu yerde aitlik probleminde bahsedebiliriz.  Dolayısıyla politikadaki dalgalanmalarla paralel giden bir müzik hayatı olduğuna göre politik süreçlere bakmamız lazım. Bu genel moralsizliğin politik süreçlerle ilgili olduğunu düşünüyorum. 

Müziğe bakarak bir toplum hakkında fikir edinebilirsiniz. Bizim müziğimize de baktığınız zaman toplumumuz hakkında ipuçları elde edebilirsiniz.  Müziği bir toplumun gerçeğinden uzak ya da onun dışında bir şey olarak görmüyorum.  Toplum farklılıklardan oluşuyor. Farklı beğenilerden oluşuyor.  Herkes her şeyi beğenmek zorunda değil.  Bir şeyi daha vurgulayalım.  Şarkı söylemeyi, müzik yapmayı bir insan hakkı olarak görüyorum. Ses çıkarma hakkı, ifade özgürlüğünün parçası olarak görüyorum.  Dolayısıyla herkesin şarkı söyleme, müzik yapma, şiir yazma, mimarlık ya da edebiyat ile ilgilenme hakkı var. Öncelikle bunu tespit edelim. Herkes her şeyi beğenmek zorunda değil.  Bizler de yaptığımız şeyi herkese beğendirmek zorunda değiliz. Talepler var, ortak paydada buluşan duyarlılıklar var ama bir de piyasa diye bir şey var... Ulus-devletler var... Ve biz ulus-devletler sisteminde yaşıyoruz. Böyle bir sistemde Kürtçe zaten yeterince dezavantajlı. Bunu tespit edelim. Benim ya da bir başka müzisyen arkadaşımızın yani Kürtçe müzik yapmayı seçmiş insanların müziğinin dünyaya, dinleyicisine ulaşması zaten problemli.  Bunun sadece bana özgü ve özel bir durum olduğunu düşünmüyorum.  Müziğimin bir biçimde aslında teveccüh gördüğünü düşünüyorum.  Karşılık bulduğunu düşünüyorum çünkü hayatın içinde canlı meselelerden bahsettiğimi,  hayatın kendisine duyarlı bir müzik peşinde koşturma içinde olduğunu söyleyebilirim.  Böyle olunca da uzun yıllardır neredeyse bir sosyolog gibi davranıyorum. Mekanlara gidiyorum, kutlamalara, yaslara, düğünlere... Yani çeşitli toplumsallıkların içinde aslında müzisyen olarak rol alıyorum.  Bir de bireysel hayatımız var. Hayattan kendince beklentilerimiz.  Müziğe başlarken kurduğunuz hayaller var.  Bunlar sık sık çelişiyor.  Tabi dünyada diğer toplumların müzik hayatına bakıp kendi durumumuzu kıyaslıyoruz elbette.  Problemleri görüyoruz. Bana özel bir sorun olarak görmemek ile beraber şunu da ortaya koymam lazım, madem bu bir ifade özgürlüğü sorunu, her sesin kendini duyurabilmesi için olanakları olmalı.  Böyle baktığımız zaman popülizmin baskısının hepimizin üzerinde olduğunu söyleyebilirim.  Yani genel bazı popülist eğilimler var. Bu eylemlere açık olma, bunların baskısını hissetme durumumuz var.  Kendimizi bunlardan bir biçimde sakınma durumumuz var.  Özel bir müzik yapmaya çalıştım, çalışıyorum.  

 

Nasıl bir özel müzik?

Özelden kastım şu; kendine özgü yani kendi sesi, kendi rengi olan,  kendi ifade biçimleri olan... Böyle olunca da zaten sınırlı sayıda dinleyiciye  ulaşmayı bir yerde baştan kabul etmiş olursun. Yani elit demeyeyim, ben müziğimi öyle görmem, öyle tanımlamam. Çok sıradan, halkın toplumsal meseleleri içinde bir müzik olarak görüyorum. Hatta halk ve sanatçı dikotomisini kabul etmem.  Böyle bir ayrım bana göre erken modernliğin bir sorunsalı. Günümüzde aşılmış bir problem olarak görüyoruz.  Elbetteki toplumun sıradan bir üyesiyiz.  Bu anlamda vergi veren, kendince geçim sıkıntısı olan, kendince oy kullanma hakkı ve sorunları olan bir yurttaş olarak görüyorum kendimi.  Ama şunu da bence tespit edelim. Müzisyenler, sanatçılar eğer bir biçimde sistemik olmayı kabul etmişlerse ikbal kapıları açıktır. Ama bir biçimde muhalif olmayı seçmişlerse de  dayak yemeleri kaçınılmazdır.  Bu tercihleri çok bilinçli yaptığımızı düşünmüyorum.  O anlamda şikayetçi değilim. Fakat şuradan şikayetçiyim, bir türlü nitelikli üretimleri destekleyen bir sponsorluk anlayışının bizde gelişmemiş olmasını, beğenileri  incelmiş, zevkleri biraz daha incelmiş burjuva sınıfının yok olmasına neredeyse yanar durumdayız. Yani sanata, müziğe yatırım yapabilecek  açık fikirli biraz da maddi olanakları olan insanlarla iletişim sorunumuz var. Belki müziğimin yeterince karşılık bulmamasının nedenlerinden biri bu olabilir.  Yani Kürtlerin problemi neyse benim problemim de o. Kürt siyasetçinin problemi neyse benimki de o.  Röportajlarda sorulduğu zaman ‘müziğinin durumu nasıl gidiyor’ diye... Kürt toplumunun durumu neyse, sanatçısının  durumu da aşağı yukarı odur diyorum ben her zaman.   Çünkü bu koşullara bağlıyız, koşullanmış durumdayız. 

Master ve doktora tezlerinize de gelmek istiyorum. Son zamanlarda camiler gündem… Tezleriniz de camilerle alakalı…  Tezinizde  cami yapan aktörler ve cami mimarisinde bunların etkileri olmak üzere pek konuyu ele alıyorsunuz. Cami yapımlarında ve mimarisinde mimarlardan çok başka aktörlerin dediklerinin hayata geçirildiğini görüyoruz. Bugün bir sürü cami yapılıyor. Çamlıca, Taksim, Mimar Sinan vs gündem olanlar ve beğenilmeyenler… Bir mimar olarak cami estetiğinde mimarların konumunu nasıl görüyorsunuz? 

Hem master hem de doktora tezinde tartıştığım bir konudur bu.  Master tezinde Türkiye'deki cami mimarlığı tartışmalarında, mimarların katılımını özellikle sorunsallaştırmıştım.  Mimarlar bu tartışmalara katılıyor mu?  Ya da bu üretimlerin neresinde?  Bu sorulardan yola çıkan bir yüksek lisans teziydi.  Doktora tezinde ise Avrupa'daki cami mimarlığını odağına alan bir metin yazdım.  Çünkü bu o aralar konserler vesilesiyle Avrupa kentlerine gidiyordum.  Master tezimin devamını getirmeyi düşünürken orada konserler için gittiğimde Müslüman Cemaatleri gördüm.  Başta Kürtler ve Türkler olmak üzere Afrika’dan, Asya'dan çeşitli cemaatlerin cami pratiklerine şahit oldum.   Herhangi bir Avrupa kentinde turistik bir gezi yaparken artık onların suretini de gördüğümüz bir şeydir cami.  Doktora tezinde de Avrupa'da cami meselesini ele aldım. Kısaca şöyle özetleyeyim. Bir yapı sadece bir yapı değildir... Bir iş merkezi de olsa, bir alışveriş merkezi binası da olsa, kutsiyet atfedilmiş bir bina da olsa, elbette bir bina sadece bir binadan ibaret değildir. Onu var eden, onu yaşatan, onu mekan kılan sayısız toplumsal bileşenin de dahil olduğu bir şeydir. Dolayısıyla ben camilere bakarken bir yandan Türkiye'deki laiklik uygulamaları sorunlarına da bakmak durumunda kaldım. Bir yandan mimarlık eğitimimde modernizm ile de yüzleşmek zorunda kaldım bir yandan Kemalizmin getirdiği Diyanet çerçevesi ile de yüzleşmek durumunda kaldım.  Piyasa dinamikleri ve bahsettiğiniz gibi faktörler üzerinde düşünmek lazım. Bu camileri yapan, yaptıran aktörler kimlerdir?  Hangi saiklerle, hangi yollarla, hangi mekanizmalarla, hangi karar alma süreçleri ile bugün ortaya çıkar diye baktığınızda, camilere yönelik o idealist beklentinin son bulacağını düşünmüyorum.  Ne yapılırsa yapılsın bir yandan beğenilmeyeceğini düşünüyorum.  Çünkü kafanızda Osmanlı klasik camii,  15. veya 16. yüzyıl camii diye  mutlaklaştırılmış bir prototip varsa, nereye bakarsanız onu görmek istiyorsanız,  aslında nereye bakarsanız Osmanlı'nın 'ihtişamını, gücünü, cihangirliğini'  özlüyor, bunun nostaljisini üretiyorsanız hiçbir modern caminin bu beklentiyi karşılayacağını düşünmüyorum.  Ama şu kısacık konuşmamız bile bize ipucu vermeli. Bu beklentiler nasıl oluştu? Estetikle ilgili problemlerimizin de sürekli güncellikle,  güncel politika ile güncel ekonomik meselelerle ilişkili olduğunu görmemiz lazım. Bir cami olduğunda bunun etrafında birtakım oluşumlar, ilişkiler ağları ve bunların estetik tartışmalarını görmek gerekiyor.  Dil sorunsalını görmek gerekiyor, dil tartışmalarını görmek gerekiyor... Haliyle farklı dindarların, farklı dindarlık biçimlerini konuşuyoruz aslında. Çamlıca Tepesi'ne cami diktiğimizde farklı bir dindarlık biçimini görüyoruz. Sıradan mahalle camiinde ise farklı bir dindarlık biçimini görüyoruz. Cami Yaptırma Derneği tarafından sıradan hayırseverlerin bir araya gelmesini görmek sosyolojik olarak mümkün. Tezlerim aşağı yukarı bu sorunsallar etrafındaydı. Daha çok bir dil ve düşünüş problemi olarak camiydi. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU