Attığı her adımda sansasyon yaratan SpaceX, Tesla ve Neuralink şirketlerinin CEO'su Elon Musk, geçen yıl yeni doğan oğluna X Æ A-12 ismini (kısaca X) verdiğini açıkladıktan sonra takipçileri arasında tartışma yaratarak uzun süre gündemde kalmıştı.
Mars'ta koloni kurmaktan insan beynini bilgisayara bağlamaya kadar pek çok sıradışı fikri gerçekleştirmeye kendini adadığını her fırsatta dile getiren Musk oğluna verdiği isimle de kendi fantastik gerçekliğini esasen bir kez daha tasdiklemişti.
X Æ A-12 Musk
— Elon Musk (@elonmusk) May 5, 2020
Bu tuhaf ismin okunuşuna yönelik açıklamada A-12'nin Lockheed'in CIA için ürettiği uçak modeline atıfta bulunduğunu belirten Grimes ve Musk çifti çocukları X'i de Musk'ın teknoloji markalarıyla uyumlu biçimde onun bilim kurgusal evrenine dahil etmeyi başarmıştı.
Das baby kann noch keinen löffel benutzen pic.twitter.com/UETqVIA4BP
— Elon Musk (@elonmusk) July 21, 2020
Ancak isimlendirme konusunda Musk'ın gerçekliği ışık hızıyla aşmaya niyetli hırsına tezat oluşturacak örnekler de mevcut.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Örneğin Latin Amerika'nın ve 20. yüzyılın en önemli yazarlarından Gabriel García Márquez'in Yüzyıllık Yalnızlık romanı Buendía ailesinin epik hikayesini anlatırken ailenin farklı fertlerine birbirini tekrar eden isimler vererek okuyucunun zihnini karman çorman eder. Üstelik farklı jenerasyonlardan José Arcadiolar, Aurelianolar, Remedioslar isim ortaklığı yapmakla kalmaz bu isimler onların kader ortaklığının da işaretidir. Márquez'in büyüleyici evreni içten içe değişirken bir yandan da karakterler üzerinden birbirini tekrar eden patikalar açar.
Márquez'in büyülü gerçekçiliğinin karakterlerin isimleri üzerinden oluşturduğu durağanlık bu açıdan gerçekte isim verme pratiklerinin devingenliğiyle harikulade bir tezat oluşturarak karşılaştırma ve anlamlandırma imkanı sunar.
- Peki gerçekte aileler Musk'ın tercihine paralel biçimde çocuklarına olağandışı isimler vermeye mi eğilimlidir yoksa Márquez'in romanındaki gibi süreklilik mi ağır basar?
- Son derece öznel bir süreç gibi görünen çocuklara isim verme edimi nasıl olup da farklı dönemlerde dönemin karakterine uygun biçimde farklı isimleri ya da isim setlerini popüler kılar?
- Bebeklere verilen isimlerin yanı sıra popüler müzik gruplarının isimleri de belirli dönemlerde ayırt edici örüntüler oluşturur mu?
- Sporcuların aldığı lakapların giderek azalması neyin işaretidir?
Söz konusu isim verme veya alma olduğunda birbirinden çok farklı alanlardan örneklerle bahsi geçen soruları derinleştirmek ve yeni tartışmalara kapı aralamak mümkün. Türkiye'nin farklı dönemlerinde popüler olan özel isimleri, bu farklı dönemlerden etkilenen ve onları etkileyen müzik gruplarının aldığı isimleri ve sporculara verilen lakapların seyrini Doç. Dr. Doğan Gürpınar, müzik yazarı ve eleştirmen Murat Meriç ve Socrates Dergi Yazı İşleri Müdürü İnan Özdemir'le konuştuk.
İsmiyle müsemma sınıfsallıklar: Sınıfsal ayrıştırma mekanizması olarak isimler
İstanbul Teknik Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Bölümü'nden Doç. Dr. Doğan Gürpınar, "Türkiye'de Özel İsimlerin Tarihi" adlı kitabında isim verme ediminin esas olarak sınıfsal veya kültürel bir "ayrıştırma mekanizması" olduğunu belirtiyor. Ailelerin çocuklarına verdikleri isimlerde "heveslerinin, tutkularının, saplantılarının, siyasal görüşlerinin" vücut bulduğunu ifade eden Gürpınar, bu edimin bir moda dinamiği çerçevesinde işlediğini söylüyor.
Ailelerin çocuklarına onları biricik kılacak isimler verme arayışı sınıfsal pozisyon, siyasal duruş, gelecek beklentisi gibi ailenin karakterini imleyecek faktörlerle şekilleniyor. Gürpınar, üst sınıfların kendilerini çocuklarının isimleriyle de ayıracak şekilde yeni isim kümelerini tedavüle soktuğunu ve bu isim kümesi içinden beğenilenlerin bir iki kuşak sonrasında alt sınıflarda yaygınlaşarak ayrıştırıcı özelliğini kaybetme eğiliminde olduğunu belirtiyor.
Örneğin 1970'lerde Ceren, Pelin, Selin gibi isimlerin ilk ortaya çıktıkları dönemin ardından sonraki birkaç on yılda hızla yayılması sınıfsal olarak ayrıştırıcı niteliklerinin yavaş yavaş silikleşmesini ve jenerik isimler haline gelmesini beraberinde getiriyor. Gürpınar bu isimlerin sıradanlaştığı 2000 sonrasındaysa Ada, Duru, Öykü gibi minimal isimlerin giderek rağbet görmeye başladığını aktarıyor.
Fransa'da 1950'lerde seçkin ailelerin kız çocuklarına verdiği Sylvie ismi de 1960'larda yayınlaşmasının ardından benzer bir kaderi paylaşıyor. Gürpınar, Sylvie'nin yanı sıra varlıklı ailelerin çocuklarında yaygın olarak görülen Philippe isminin de 1960'larda alt katmanlarda ciddi bir popülerliğe ulaştığına işaret ediyor.
İlk olarak ayrıştırıcı biçimde ortaya çıkan isimler bu özelliği kaybedecek şekilde popülerleştiğinde yerlerini başka kümelere bırakıyor. Gürpınar'ın belirttiği üzere isimlerin ayrıştırıcı niteliğinin baki kalabilmesi de sürekli bir devinimin zorunluluğuna işaret ediyor. Başka bir deyişle sınıfsal ayrımın kendini sabit biçimde sürekli kılabilmesi için isimlerin de aynı süreklilikte değişmesi gerekiyor.
Gürpınar'ın çizdiği çerçeveye Türkiye'den en çarpıcı örneklerden biriyse Erdal ismi. İlk Erdal'ın İsmet İnönü'nün oğlu Erdal İnönü olduğunu belirten Gürpınar, bu ismin İsmet İnönü'nün cumhurbaşkanlığıyla birlikte popülerleştiğini ve bu açıdan İsmet İnönü'nün, oğlu Erdal İnönü üzerinden aslında pek çok çocuğa isim babalığı yaptığını ifade ediyor.
Gürpınar: Paralel modernleşme seyri evrensel örüntülerin oluşmasına olanak tanıyor
Bununla birlikte üst sınıfların isim verme pratikleri açısından eğilim belirleyici konumda olması yalnızca Türkiye'ye özgü değil aksine farklı ülkelerde de bu seyri takip etmek mümkün.
Neil Burdess, BBC için kaleme aldığı yazıda Birleşik Krallık'ta isim verme modasını varlıklı ailelerin belirlediğinin altını çiziyor. Burdess yoksul ailelerin, zengin mahallelerde popüler olan isimlerin çocuklarına hayatta daha başarılı olma şansı sunabileceğini düşündüğünü ve bunun da isim tercihlerinde etkili olabildiğini belirtiyor.
Steven Levitt ve Stephen Dubner'in ABD'nin Kaliforniya eyaletinde isimler üzerine yürüttüğü çalışmaya değinen Burdess, yüksek gelirli ve eğitimli aileler arasında yaygın kullanılan isimlerin yavaş yavaş toplumun alt tabakalarında da yayılma eğilimi gösterdiğinin tespit edildiğini aktarıyor.
Popüler isim setlerinin sürekli değişiyor olmasının evrensel olduğunu belirten Gürpınar ise şu ifadeleri kullanıyor:
İsim verme pratiği çok insani motivasyonlarla şekilleniyor ve bu tabii evrensel olarak aynı duygular ve düşünceler evreninden ortaya çıkıyor. Bu sebeple bir ortaklıktan bahsedilebilir ama daha da önemlisi dünyada ulusal düzeyde tüm ülkeler birbiriyle belki birebir aynı olmasa da paralel, benzer bir modernleşme seyri izliyor. Bu nedenle bu örüntülerin birbirini tekrarlaması hiç şaşırtıcı değil, tam aksine tekrarlamasa bu dikkate değer olurdu. Yani isimler sürekli değişmese ve aynı kalsaydı asıl bu anomali olurdu.
Bu açıdan minimal isimlerin Türkiye'de popülerlik kazanmasına paralel biçimde aynı dönemde ABD'de de Bill, Joe, Bob, Liz gibi isimler yaygın hale geliyor. Devingenliğin esas olduğunu vurgulayan Gürpınar, geleneksel dönemlerde dahi isim verme pratiklerinin ciddi bir zenginliğinin olduğunu belirtiyor.
Öte yandan bir dönem moda olan kıyafetlerin yaygınlaştıktan sonra tedavülden kalkmalarının ardından birkaç dönem sonra yeniden rağbet görmesi gibi popüler isimler de benzer biçimde birkaç dönem sonra yeniden popülerlik kazanabiliyor. Gürpınar, 1950’lerden itibaren orta sınıfların az tercih ettiği Zeynep’in 2000’den sonra yeniden patlama yapmasının bu bağlamda çok iyi bir örnek teşkil ettiğini belirtiyor.
İdeolojiler ve isimler: Öz Türkçe isimlerden Neo-İslami isimlere
Ülkeler birbiriyle benzer eğilimler gösterse de bu, isim verme pratikleri açısından büsbütün aynı oldukları anlamına da gelmiyor. Diğer Batılı ülkelerden farklı olarak Türkiye'de "devletin aktörlüğünün" ve siyasi figürlerin etkisinin belirgin olduğunu söyleyen Gürpınar, Osmanlı'da da Cumhuriyet'in farklı dönemlerinde de buna bol bol örnek bulunabileceğini gösteriyor.
II. Meşrutiyet'in ilan edildiği 1908'den sonra pek çok erkek çocuğa Enver ve Niyazi isimlerinin, kız çocuklarına da Resneli Niyazi'nin dağda evcilleştirdiği geyiğe atıfla Meral (Geyik) isminin verilmesi bunlardan yalnızca birkaçı.
Bu eğilim Osmanlı coğrafyasında o kadar geniş bir etki yaratıyor ki 1950'li yıllarda biri Mısır'ı bir diğeri Arnavutluk'u yöneten iki liderin adı da Enver Paşa'dan geliyordu; Enver Sedat ve Enver Hoca.
Bunun yanı sıra Gürpınar, Cumhuriyet'in ilanının ardından öz Türkçe isim verme furyasının Ertuğrul, Turhan, Orhan, Turgut, İlhan, Selçuk, Doğan, Türkan gibi isimlerin yaygınlık kazanmasına ön ayak olduğunu belirtiyor.
Öte yandan Gürpınar "ideolojilerin altın çağı" diye nitelediği 1960'lı ve 1970'li yıllarda da politik, ideolojik belirlenimli isim verme pratiklerinin görüldüğünü şu ifadelerle aktarıyor:
1960'lı ve 1970'li yıllar dünyada ve Türkiye'de ideolojilerin bir nevi altın çağı olduğundan bu ideolojiler giderek hayatı kuşatan ve kapsayan, hayata anlamını veren bir hale geldikçe bu isim verme pratiklerine de yansıyor.
Gürpınar; Umut, Özgür, Erdem, Onur, Barış, Devrim, Evrim, Ezgi gibi isimlerin solun ve sosyalizmin yükselişine paralel olarak 1970'li yıllarda doğan solcu ailelerin çocuklarına yaygın biçimde verildiğinin tespit edilebildiğini belirtiyor. Ancak 12 Eylül sonrasında solun yenilgisi yeni isim setlerinin ortaya çıkmasının önüne geçtiği gibi bahsi geçen isimlerin sol çağrışımlarının da silikleştiğini Gürpınar şu ifadelerle aktarıyor:
Türkiye'de sosyalist adanmışlığın, sosyalizmin dünyayı ve Türkiye'yi değiştireceğine dair büyük inanç 1970'lerde en güçlü halinde. Fakat 12 Eylül darbesinden sonra ve dünyada küresel olarak sosyalizmin inanılan bir ideoloji olmaktan giderek uzaklaşması nedeniyle ikinci bir sosyalist isim dalgası gözlemleyemiyoruz. Sosyalist anne baba sayısı az olduğundan belki örnekler yetersiz de denebilir. 1970'lerin ana sosyalist isimleri Devrim, Evrim, Umut, Özgür, Barış gibi isimler sosyalist dünya görüşünden öte olumlu, pozitif, iyimserlik içeren isimler olarak sol çevrelerin ötesine taşındıkça isimlerin sol çağrışımları da azalıyor.
Bahsi geçen süreçten "bir dalga olarak güçlenerek çıkan İslami ideoloji" açısından tersi istikamete işaret etmenin mümkün olduğunu söyleyen Gürpınar, İslami isimlerin neo-İslami isimlere el verdiğini ve sol isimlerin aksine İslami isimlerde "canlılık, hareketlilik" görülebildiğini aktarıyor.
Bu açıdan Ayşe, Fatma, Ali, Ahmet, Mehmet, Ömer, Osman gibi yıllar içinde ayrıştırıcı niteliğini kaybeden isimlerin Asel, Ecrin, Ebrar, Azra, Aleyna, Eslem, Talha, Eymen, Enes, Berat gibi isimlere kapı aralaması bu süreci örnekliyor.
İsim kaynağı olarak soyadlar
Yaygın biçimde kullanılan ve kulağa hoş gelen soyadları da ailelerin bebeklerine koyduğu isimlere kaynaklık edebiliyor. Gürpınar; Doğan, Yılmaz, Coşkun, Erdem, Savaş gibi isimlerin 1934'te Soyadı Kanunu'yla yoğun biçimde kullanılmasının bu soyadlarının sonraki kuşaklarda isim halini almasında etkili olduğunu belirtiyor.
Bununla birlikte isimleri çok ayrıştırıcı olmayan politik ya da popüler simaların soyadları hem ailenin sevilen kişiyi çocuğunun isminde yaşatmasında hem de ayrıştırıcı bir isim koymasında işlevsel olabiliyor.
Gürpınar bu olguyu şu şekilde örnekliyor:
Yâd edilen, saygı duyulan kişinin ismi verilirken ismin o kişiye ait olduğu anlaşılacak şekilde farklı, ayrıştırıcı olması gerekir. Bazı isimler bunu karşılar ancak bazı durumlarda da karşılamıyorsa soyadı tercih edilebilir. Türkiye'de örneğin Bülent Ecevit'ten Bülentler var ama bazı durumlarda Ecevit koyarak, 'Hangi Bülent?' sorusunu bitirmeye yönelik bir tercih olabilir. Yine Adnan yerine Menderes ismini tercih etmek 1960'larda epey görülür.
Benzer biçimde Leslie Mann da Chicago Tribune için kaleme aldığı yazıda David Bowie'nin 2016'daki ölümünün pek çok ailenin çocuğuna isim olarak David yerine Bowie koymasına ön ayak olduğunu belirtiyor.
Sanayi Devrimi ve gelenekselliğinin silikleşmesi
Çocuklara aile büyüklerinin isimlerini verme eğiliminden giderek farklı isim bulma alışkanlığının yaygınlaşması yukarıda verilen örneklerle paralel biçimde yalnızca Türkiye'de değil başka ülkelerde de belirgin olarak gözlemlenebilecek bir süreç.
Bu bağlamda Stanley Lieberson'ın çalışmalarına atıfta bulunan Neil Burdess, esas olarak Sanayi Devrimi'nin ardından geleneksel isim verme pratiklerinin yavaş yavaş silikleştiğini ve eski isimlerin daha az çekici gelmeye başladığını ifade ediyor.
Bu süreçte okuma yazma oranındaki artışın yeni isim türetme pratiğini muazzam düzeyde beslediğini belirten Burdess, Britanyalı yazar Charles Dickens'ın tek başına binden fazla karakter ismi yaratmasının son derece dikkate değer olduğunu söylüyor.
İstatistikler yeni isim arayışının cazibesinin günümüzde de sürdüğüne işaret ediyor. Giderek daha fazla sayıda ebeveynin çocuklarına olağan olmayan isim verme eğiliminde olduğu anlaşılıyor. Burdess, 2015'te Britanya'da 60 binden fazla farklı ismin kaydedildiğini, bunların da 50 bininin yalnızca bir veya iki çocukta görüldüğünü belirtiyor.
Öte yandan çocuklara verilen isimlerin giderek kısaldığını belirten Gürpınar "isimlerin anlam yükünün azaldığını" ve "kısa, şiirsel, pozitif çınlayan" isimlerin günümüzde daha çok rağbet gördüğünü ifade ediyor. Bu bağlamda Elizabeth, Isabel gibi isimler Liz ve Lisa şeklinde kısalırken Robert adı Bob'a Joseph de Joe'ya evriliyor. Türkiye'de de isimler üst sınıflardan başlayarak kısalma eğiliminde. Gürpınar bu açıdan Berk, Can, Mert, Ela, Eda, Ada, Naz gibi isimlerin popülerleşmesinin önemli olduğunu söylüyor.
Bununla birlikte kısa isimler bir başarı kriterine de dönüşebiliyor. Forbes'da kaleme aldığı yazıda LinkedIn'in 100 milyondan fazla kullanıcı profini inceleyerek gerçekleştirdiği çalışmaya değinen Jenna Goudreau kısa, tek heceli isimlere sahip kişilerin daha üst pozisyonlarda olduğuna dikkat çekiyor.
Meriç: 1960'larda kentin yüzünü köye dönmesi müzik gruplarının isimlerine yansıdı
Tıpkı ebeveynlerin bebeklerine verdikleri isimlerin dönemden döneme değişmesi gibi müzik gruplarının, yaptıkları müzikle uyumlu biçimde kendilerine verdikleri isimler de yıllar içinde önemli değişiklikler geçiriyor.
1960'lı yıllarda Moğollar, Apaşlar, Dadaşlar, Kardaşlar gibi folklorik tınılı müzik gruplarının ortaya çıkışını Murat Meriç şu ifadelerle anlatıyor:
'60'lı yıllar, kentin yüzünü köye döndüğü yıllar. '50'li yılların ortalarında memlekete giren rock'n'roll sonrasında popüler olan Batı müziği, yolunu çizerken köye uğruyor. O dönem kurulan kimi topluluklar, türküleri Batı formunda düzenleyerek söylemeye başlıyor. Seçtikleri isimlerin folklorik tınılı olmasının sebebi, biraz da bu. Bir yandan gözlerini Batıya diktikleri için, orada kolaylıkla söylenebilecek ve yadırganmayacak isimler olmasına da dikkat ediyorlar. Moğollar, Apaşlar, böyle örnekler. Ancak bu akım kısa sürüyor ve '70'li yılların ortalarına doğru sonlanıyor.
Ersen ve Dadaşlar - Gafil Gezme Şaşkın (1976)
— AnatolianRockRevival (@AnatolianRockRP) May 13, 2021
Illustration: Mert Tolga Geçer pic.twitter.com/PDUdlTNbbs
Müzik gruplarının 1980'li yıllarda yüzünü tamamen Batı'ya dönmesiyse İngilizce isimlerin yaygınlaşmasını beraberinde getiriyor. Whisky, Dr. Skull, Knight Errant, Volvox gibi İngilizce grup isimleri 1960'lı yıllardaki folklorik tınılı isimlerden artık farklı bir istikamette yol alındığına işaret ediyor.
Meriç bu süreci şu şekilde özetliyor:
'80'li yıllardaki İngilizce isim furyası, yüzünü tamamen Batıya dönen, orada yapılan rock'tan etkilenen topluluklar yüzünden… Önceki dönemden farkı, yerli ezgilerin ve memleket toprağından esinlenmelerin, etkilenmelerin yok sayılabilecek kadar az oluşu...O dönemin enteresan örneklerinden biri, Whisky. TRT'de katıldıkları bir programda isimleri denetime takıldığı için Grup Yüzde Yüz olarak anons ediliyor. Bu camiada Bulutsuzluk Özlemi'ni diğerlerinden ayrı tutmak gerek: Hem Türkçe müzik yapıyorlar hem de şarkılarını memlekette yaşananlardan yola çıkarak yazıyorlar.
Her ne kadar 1980 sonrasında dönemin karakteri belirgin olarak değişse de Meriç protest müzik topluluklarının hem yaptıkları müzik hem de aldıkları isim bağlamında farklı bir çizgide değerlendirilmesi gerektiğini belirtiyor.
Aynı dönemde farklı bir örnek olarak protest topluluklardan söz etmek elzem, ki isimlerini de yaptıkları müzikle paralel belirliyorlar: Grup Yorum, Grup Munzur, Kızılırmak, Kutup Yıldızı, Yenigün Müzik Topluluğu, Mayıs ve daha nicesi… Ezginin Günlüğü, Yeni Türkü, Mozaik gibi üniversiteli toplulukları da buna dahil edersek, '60'lı yıllarda yaşanan kırılmanın bir benzerini burada görmek mümkün.
Bununla birlikte son dönemde dikkat çeken ve esasen "tuhaf isimli gruplar" ya da "üçüncü yeniler" olarak adlandırılan Büyük Ev Ablukada, Yüzyüzeyken Konuşuruz, Son Feci Bisiklet, Yok Öyle Kararlı Şeyler gibi gruplar da kendilerinden önceki akımlardan epey ayrışan bir çizgide ilerliyor gibi görünüyor. Murat Meriç de bu grupların hem müzikleriyle hem de isimleriyle diğerlerinden ayrıldığını şu şekilde anlatıyor:
Bu gruplar isimlerini belirlerken, belli bir mizah çerçevesinde ilerliyor -ki bu, Gezi döneminde ortaya çıkan, etkisini hissettiren genç bir mizah aslında. Bugün, benim çok da sevmediğim bir isimle "üçüncü yeniler" olarak anılan bu ekipler, bir evrilmeye sebep oldu, bir kırılma noktası olarak da algılanabilir elbette bu ama öncesinde ortaya çıkmış Duman, mor ve ötesi gibi toplulukların açtığı yoldan ilerledikleri aşikar. Bu anlamda, buna, belki bir yenileşme diyebiliriz. İsimler de bu doğrultuda yenileşiyor ve çağa, akıma uyuyor.
Özdemir: Lakaplar birer kimlik kartı gibiydi, sporcuları kitlelere tanıtan giriş kapısıydı
Bir isim verme/alma biçimi olarak lakaplar pek çok kişi için sporun olmazsa olmazı sayılabilir. Sporla çok fazla haşır neşir olmayanlar dahi belirli sporcuların lakapları üzerinden farklı spor dallarıyla ilişki kurabilir. Örneğin Earvin Johnson pek tanıdık gelmese de "Magic" Johnson ismine NBA'i çok yakından takip etmeyenler dahi aşinadır.
Ancak tıpkı diğer örneklerde olduğu gibi seyircilerin sporculara verdiği ya da sporcuların aldığı lakaplar da zamanla değişime uğruyor ya da kayboluyor.
Doğan Gürpınar 1990'lardan itibaren Türkiye'de futbolculara verilen lakapların kaybolduğunu belirtiyor ve benzer bir eğilimin lakap fabrikası olarak da görülebilecek NBA'de de tespit edilmesi hayli dikkate değer.
Lakapların "seyirci ve spor arasında uzun süre köprü işlevi" gördüğünü belirten İnan Özdemir, markaların sporculardan daha büyük ve önemli hale gelmesiyle bu işlevin aşındığını şu ifadelerle aktarıyor:
Lakaplar birer kimlik kartı gibiydi. Sporcuları kitlelere tanıtan giriş kapısıydı. Samimi bir ilişkinin ilk adımı bazen o lakapla atılırdı. Earvin Johnson'a 'Magic' demenin, onu sahada sihrini sergilerken seyretmenin büyüsü anlatılması güç bir duyguydu. Dolayısıyla markaların, takımlardan veya koçlardan daha büyük etkiye sahip olduğu günümüzde lakapların kayboluşuna da şaşırmamak lazım. Artık sporcular; sponsorları, menajerleri, danışmanları tarafından gitgide daha çok mikrofonlardan uzaklaştırılıyor. Geniş ekipler, basının etkisini azaltıp bütün mesajı kontrol etmeye çalışıyor.
Bugün sporcuların büyük birer marka olduğunun altını çizen Özdemir, oyuncuların verdikleri mesajın son derece önemli olduğunu ifade ediyor. Özdemir yaratıcı lakaplar yerine söz konusu marka ve logoların öne çıkmasının esasen sporun kabuk değiştirmesiyle ilişkili olduğunu söylüyor:
Günümüzde, sporcuların her yerde olduğu, sosyal medya sayesinde sürekli karşımızda olduğu zamanlarda logo çalışmalarına, pazarlama kampanyalarına harcanan paranın yanında en önemli amacın mesajı kontrol etmek olduğunu unutmamak lazım. Özetle, 20. yüzyılın sonundan itibaren lakapların spor dünyasındaki yerinin kademeli olarak inişe geçtiğini söylemek mümkün. Bugün sporcular, büyük bir marka. Ayakkabı serileriyle, giyim tarzlarıyla, saçlarıyla ve sürekli kontrol edilen medya-kamuoyu ilişkileriyle…
Söz konusu markalaşma ve mutenalaşma nedeniyle spor tarihinde kullanılan ve sevilen bazı lakapların bugün antipatik gelebileceğini ve değiştirmeye zorlanabileceğini belirten Özdemir, Belçikalı bisikletçi Eddy Merckx'in "Yamyam" lakabının buna örnek teşkil edebileceğini ifade ediyor:
Tarihin en büyük bisikletçisi Eddy Merckx’in kazanma hırsını 'Yamyam'dan daha iyi anlatabilecek bir lakap var mı? Muhteşem bir lakaptı bu ve 1970'ler bisikletine damga vurmuştu. Günümüzde yarışsa danışmanları Yamyam lakabından rahatsız olabilir ve medyaya EM kısaltmasını kullanmaları için baskı yapabilirdi. Ama Merckx'e EM demenin hiçbir mantığı yok. Belki bir tişört üzerinde, iyi bir logo çalışmasıyla, EM şık durabilir ama seyirciyle ilişkisi daha soğuk ve etkisiz olur.
Jennifer Government ve distopik isimlendirme kurguları
Max Barry'nin 2003'te yayımlanan Jennifer Government isimli romanı kişilerin özel isimlerinin önemsizleştiği ve esasen çalıştıkları kurumların kişiliklerini belirlediği distopik bir kurgu sunuyor.
Söz konusu romanda kişiler soyadı olarak şirketlerin ya da hükümet çalışanıysa hükümetin adını taşır, Julia Nike-McDonald's ya da Jennifer Government gibi… Her ne kadar bir roman da olsa Jennifer Government'ın çizdiği çerçeveye yakın isimlendirme örnekleriyle karşılaşmak mümkün.
Olexander Turin isimli Ukraynalı genç Apple'ın ürettiği son model telefonu kazanabilmek için 2016'da ismini iPhone 7 olarak değiştirmişti. AP'nin bildirdiğine göre şirket o dönem ismini bu şekilde değiştiren 5 kişiye telefonu hediye edeceğini açıklamıştı.
Öte yandan Time'ın aktardığına göre 2015'te Instagram'ın Lux uygulamasının isminin ailelerin bebeklerine verdiği isimler arasında hayli popüler olması büyük bir şaşkınlık yaratmıştı. Benzer biçimde Elon Musk'ın X Æ A-12 tercihi de bu örnekler arasında sayılabilir.
Ancak bahsi geçen örneklerin aksine Gürpınar isimlerin distopik biçimde dönüşmesinin çok da mümkün olmadığını belirtiyor. Gürpınar, Coca-Cola ya da Starbucks gibi şirketlerin ürünlerin üstüne müşterilerin isimlerini yazarak farklı pazarlama stratejileri denediği örneklerin distopik ihtimallerin çok da olanaklı olmadığına işaret ettiğini şu şekilde ifade ediyor:
Starbucks'ın kahve bardaklarını müşterilerin isimleriyle vermesi ya da Coca-Cola'nın isimleri şişelere yazması sıcaklık hissiyatı uyandırmak açısından bir pazarlama stratejisi. İsimlerin uyandırdığı sıcaklıktan faydalanmak istiyorlar. Bu sebeple sermaye mantığında da isimlerin sıcaklığının bir değer taşıması nedeniyle isimlerin yok olup da numerikleşmesi distopyasının öyle kolay kolay olacağını düşünmek çok mümkün değil.
Gürpınar ayrıca distopik isimsizleşme korkusunun da esasen isimlere sahip çıkma dürtüsünü tetiklemesi nedeniyle isimlerin ortadan kalkmasının basitçe gerçekleşemeyeceği anlamına geldiğini belirtiyor.
İsimsizleşme gibi bir kurgu bugünden bakıldığında imkansız gibi görünse de gündelik hayatın teknolojik gelişmelerle giderek daha fazla şekillenir hale gelmesi farklı örneklerin gündeme gelebileceğine ya da tuhaf gibi görünen eğilimlerin sıradanlaşabileceğine işaret ediyor.
© The Independentturkish