Geçtiğimiz şubat ayında, Habertürk’te “Bu feryad bülbülün sesi mi?” başlıklı bir yazı yayınlandı.
Yazı, güçlü iddialarla yola çıkmış ama sonrasında İsmet Özel’in deyişiyle “iddialarından” vurulan bir çevrenin tabiri caizse ilk gençlik yıllarını anlatıyordu. Yazı sadece sosyal medyada çok konuşulmakla kalmadı, İslami camianın kıyısından-köşesinden geçip de o ilk gençlik günlerine özlem duyan herkesin birbirine gönderdiği bir pusulaya dönüştü.
Aynı mahalleden olanların toplaştığı WhatsApp grupları gibi sanal ortamlarda çokça paylaşıldı.
Yazının sonuna doğru şöyle deniliyordu:
“Avcı tarafından kovalanan filler, bazen bir noktada durup dişlerini ağaçlara çarpa çarpa kırar, dişlerini arkadan gelen avcıya bırakır, bedenlerini kurtarma üzerine sözsüz bir pazarlığa girişirler.
Öyleyiz biz de.
Yaralı hayvanlara dönüşüyoruz. Bütün öncelikler yeniden belirleniyor. Dişlerimizi kırıp, kalanıyla devam ediyoruz.
Siyaset de, para da, iktidar da anlamlı makamlara terfi ediyorlar yavaş yavaş.
Özgür olmak için iktidara sahip olmalısın, iktidar için reel siyaset yapmak ve medyayı etkin kullanmak zorundasın ve bunlar para olmadan olmaz, noktasına geliniyor. Her yeni denemede siyasetin finansmanı meselesindeki zaruret eşikleri biraz daha hızlı geçiliyor.
Bunlar bir kere meşrulaşınca, daha önce burun bükülen şeyler "gerekli kalemler" haline gelince, doz belirleyecek, dur diyecek adamlar da kamuoyunun akilleri olarak kalmak yerine "taşın altına elini koyma" zorunluluğu üzerinden danışman, bakan, bürokrat hayatına geçince, olan oluyor.
Neyin olduğunu uzun uzun anlatmayayım gayet iyi biliyorsunuz.
Hikaye sarsıla sarsıla ilerlerken, dişlerden daha fazlasının kırıldığını, feda edilebildiğini de gördük, yaşadık. Mevcut sarsıntılar yetmemiş gibi, "Çoğunluk iktidarı olmanın dezavantajı çok kalabalık olmamız. Bir fitne çıkaralım da zayıflar elensin, alan bize kalsın" maksadıyla her gün yeni bir kavga yeni bir dava ve daldan armut silkeler gibi insan silkeleme yıkıcılığına tevessül edenler muteber hale geldi. "Öteki" ile olumlu yapıcı ilişkiler kurma idealinin yerini sahte ve satın alınmış uzlaşmalar aldığında işe koşulmuş pahalı devşirmelerin olana bitene çanak ve tempo tutması da evlere şenlik bir gerizekalılık görüngüsü oldu.
Bütün bu işten bize özgü bir kültür, medeniyet tasavvurumuza uygun bir sanat teorisi filan çıkmayacaktı tabii ki.”
Yazının müellifi, gazeteci Nihal Bengisu Karaca, İslami camianın içinden biri. Kayseri İmam-Hatip Lisesi’nin ardından Marmara Üniversitesi’nde Hukuk okuyan ama avukatlık yapmak yerine gazeteciliği tercih eden Karaca uzun yıllardır gazetelerde köşe yazıyor ve televizyon programları yapıyor.
Karaca, 2013 yılında, “Çözüm Süreci”ni halkla buluşturmak için kurulan Akil İnsanlar Heyetleri’nde de görev almıştı.
Independent Türkçe’nin açtığı ve 16 yıllık AK Parti iktidarının neden kültür iktidarını da kuramadığını araştırdığımız haber dosyamız için onun da kapısını çaldık.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Karaca “AK Parti’nin neden kültürel iktidara sahip olup olmadığı” sorusuna cevap vermek için siyasetin çevresinden merkezine yürüyen muhafazakar demokratların kültür-sanat hayatıyla ilgili bir katkı yapma ya da onu dönüştürme iddiasına sahip olup olmadıklarına bakmak gerektiğini belirtti.
"1980'li yılların İslamcılarının dinamik okumaları vardı"
1980’lerin sonu ve 1990’lı yılların ilk çeyreğinde, büyük kentlerde yaşayan İslamcıların dinamik bir merak, okuma ve ilgi alanları olduğundan ve özellikle şiir, roman ve sinemanın, siyaset ya da sosyoloji kadar okunup tartışıldığından bahseden Karaca röportaja şu sözlerle başladı:
“Misal, her üniversite öğrencisinin kitaplarının arasında Sezai Karakoç’un ‘Mona Roza’ şiirinin fotokopisi vardı. Alternatif iktisat teorilerinden Batı romanındaki varoluşçu izlere kadar ‘yeni bir şey söyleme’ imkanlarının araştırıldığı bir zaman dilimiydi. Daha sonra TRT Yönetim Kurulu Üyesi olarak göreceğimiz ya da TMSF’nin el koyduğu kuruluşlarda yer aldığını fark edeceğimiz kimselerin şiirlerinin dar bir çevreye hitap eden saygın edebiyat dergilerinde yayınlandığı yıllardı… Dinamik, kuvveden fiile geçmeye hazır bir potansiyel ve damar olduğunu söyleyebiliriz.”
Peki, o damara ne oldu?
Karaca, bu damarın çabasını da iddiasını da katkısını da sönümlendiren etkenlerin en önemlisinin 28 Şubat darbesi olduğunu düşünüyor.
28 Şubat, İslamcıların "odağını" değiştirdi
Karaca’ya göre 28 Şubat post-modern darbesiyle beraber edebiyata, sanata ve entelektüel okumalara yönelik ilgi siyasete, daha doğrusu direkt olarak ‘iktidarın kendisini’ ele geçirmeye döndü:
“Milli Görüş gömleğini çıkartan, ‘Adil Düzen’ iddiasının ima ettiklerini geride bırakan ve finans kapitalizmine uyumlu çalışacağı mesajını veren AK Parti iktidarı bile sandıkta başarı yakaladıktan sonra çok ciddi bir dirençle karşılaşmıştı. Böylece iktidara odaklanma çabasının meşakkatli olacağına ve bu yolda herkesin enerjisine ihtiyaç duyulacağına İslami camiada hiç kuşku kalmamıştı…”
Camianın tüm kafalarının tüm enerjisi iktidara yoğunlaştıktan, iktidar kuşatıldıktan ve en sonunda ele geçirildikten sonra?
Karaca; bu kez karşı pozisyonda konumlananların kültür-sanat kalelerini tahkim ettiğinden bahsediyor ve ekliyor: Dindar çevrelerden çıkan tek-tük eser bu kalenin surlarını aşamadı…
“Türkiye’deki sivil ve askeri bürokratik oligarşinin bariz direnci, iktidar kavramının kapsamını da değiştirdi. Sonunda o direnç, siyasetin kalelerinde adım adım gerilerken, bütün gücünü kültür ve sanat alanının savunulması noktasında temerküz ettirdi. ‘Kültürel iktidarı olmayanın siyasal iktidarı kırılgandır’ umuduna yatırım yapıldığı muhakkak. Dindar-muhafazakar çevrelerden çıkan tek tük eserin, söz konusu ‘kültürel iktidar kalesi’nin surlarını aşamama nedeni budur.”
Karaca, “günün sonunda” kültürel üstünlüğün iktidar gücüyle olmadığının ya da parası neyse verilerek temellük edilemeyen bir alan olduğunun anlaşıldığını belirtiyor. En sonunda ise “siyasete muhafazakar demokrat olarak giren” ama “milliyetçi ve devletçi olarak çıkan” dindar muhafazakar çevrenin, kendisine, kültürüne, değerler sistemine ve referanslarına dair basmakalıp ön kabuller zaviyesinde hizalanmayı “yeterli” bulunduğu günlere gelindiğini söylüyor.
"Başörtülü kadınlar" da "dindar erkeklere" benzedi
Başörtülü kadınlara uygulanan yasakların görece olarak kalktığını ama aynı başörtülü kadınların seküler kapitalist düzleme eklemlenmekte sakınca görmediğini vurgulayan Karaca şöyle devam ediyor:
“Camia, baby shower etkinlikleri, pahalı ortamlarda düzenlenen kına gecesi partileri, lüks marka eşya kullanımı ile anılır oldu. Yanlış olmasın, erkekler bu tür girişimlerin kendilerine bakan yönünde zaten epey yol almıştı. Laik devletin yasakları ve geleneksel mahallenin bastırmaları nedeniyle geride bırakılmış kadınlar, özellikle yeni nesil kadınlar, arkadan gelip yetiştiler. Tüketim ilişkilerinin şekillendirdiği toplumsal alan, yeşil orta-üst sınıf için kapılarını araladı, değişen iktidar sayesinde bazı imkanlara kavuşanlar da kapitalizm ve seküler dünya görüşünün şekillendirdiği kültüre dair dönüştürücü bir etki yapma, bir toplumsal öneri getirme hakkından feragat etti.”
“Dindarlar düzgün çocuklar yetiştirmek için kendilerine benzeyen dindar muhafazakar ailelerle beraber yaşayacakları güvenlikli siteler inşa ettiler ama ‘medeniyet tasavvuru’ dedikleri şeye, sahip oldukları kültürel referansların niteliği üzerinde kafa yormadıkları için bu değerlerin sanatsal imkanlarla vücut bulmasını sağlama konusuna yeterince önem vermediler. Dolayısıyla, 7/24 açık wi-fi bağlantılı evlerin çocukları yabancı ülkelerde yapılacak kariyer planları arasında Ariana Grande dinleyip Nicki Minaj gibi makyaj yapmanın inceliklerini çalışıyor şimdi. Erkekler ise kısa skiny jeanslerinin üzerine giydikleri blazer ceket ve entersan saç modelleri ile etrafa ‘klark’ çekip nargile içerken gözleriyle etrafta bir Emilia Clark olup olmadığını tarıyorlar. Biran önce evlenmeleri gerekiyor ama çıta yüksek; aday Game of Thrones’un Targeryen kızı, Ejderhaların annesine benzemezse evlilik bağının yeterince bağlayıcı olamayacağını düşünüyorlar.”
Karaca, sanat üretimi için gereken özgürlüğün ‘tüketme özgürlüğü’nden fazlasına ihtiyaç duyduğunun altını çiziyor. Oysa dindarların bu “çelişkilerinden” iyi edebiyat veya iyi şiir çıkabileceğini vurgulayan Karaca, “Ama bunun için samimi bir acı, samimi bir yüzleşme niyeti gerekir” ifadelerini kullanıyor ve “Siyasi görüşü ve iktisadi durumu iktidarla bitişik nizam yaşamaya koşullandırılmış ve iyi bir hayatın ancak meta değeri yüksek eşyalar ve pahalı otomobillerle gerçekleşeceği yanılsamasına kapılmış çevrelerden ‘piyasa’nın talep ettiği işler çıkabilir” diyor.
Peki ama bundan “sanat” çıkar mı?
Cevabı yine kendisi veriyor:
“Kendi özgünlüğünün farkındalığına sahip olmayan, kendi düşüncesinin ve referanslarının içinden yeni bir söz çıkaramamış, üstüne üstlük özgür olmayan dolayısıyla birey de olmayan, kültürde ve sanatta iddialı olabilir mi? “Dünya tarihi boyunca bütün önemli romancılar, düşünürler, sanatçılar en önemli eserlerini kurulu düzene, statükoya ya da siyasi hasmına meydan okurken verdiler ve birçoğu önemli acıları çekmeyi göze aldılar” diyebilirsiniz. Hepsi öyle değildi, ama öyle olanları vardı, ancak önemli avantajlara da sahiptiler: Hemen hepsi ‘birey’ olabilmeyi başarmıştı, ona uygun eğitim almışlardı. Kapitalizm emek piyasası dışında sanat piyasasını da ele geçirip sanatı reklam endüstrisinin dişlisi, ara yüzü haline getirmemişti henüz. Kendilerinin, geldikleri ve gitmekte oldukları yerin farkındaydılar. İtiraf etmeyi bir arınma ve yücelme şekli olarak görüyorlardı.”
"Hevesleri" kıran neydi?
Karaca, “Camiada” birey olmaya ehemmiyet vermeyen, birey ve mahalle karşı karşıya geldiğinde hemen mahallenin havzasında saf tutan, kadınlarla eşit olma fikrine asla katlanamayan, içine kapalı bir kültürün okumayı ve derinleşmeyi sevmeyen çocuklarını durduran son faktörün ise “kendi kültürünü Batı’ya şikayet etme romanlarının” ödüllü yazarları olduğunu söylüyor ve “iyi sanat”, “iyi edebiyat”, için gerekli olan “samimi yüzleşme gayreti”nin, “oryantalizm simsarları” dediği çevrenin damak tadına uygun hale gelene kadar istismar edildiğini savunuyor.
Ona göre bu durum sadece heves kırmakla kalmadı aynı zamanda şartları da fazlasıyla zorlaştırdı.
Üstelik “Toplumsal kutuplaşma ve politik gerilimin tetiklediği linç kültürünün ve itibar suikasti aparatçiklerinin belirlediği iletişim zemininde, din, milliyet, kadın, erkek, yabancı, öteki, ben kavramları üzerine sesli sorular sormanın yollarının da tükenmiş olduğunu” düşünen Karaca, “Bunu yapmaya çabalayanların hem kendi mahallesinin hem de “karşı” mahallenin kalemşörleri ya da ‘no name’ sosyal medya hesapları tarafından linçe maruz kaldığı sürece, kim hangi sorunun, samimi yüzleşmenin peşine layıkıyla düşebilir? İtilme, dışlanma hatta aç kalma pahasına yeni bir şey söylemek mümkün müdür” diye soruyor.
"Gelin" neden oynayamadı?
Sohbetin sonunda “Oynayamayan gelin yerim dar dermiş” atasözünü hatırlatarak, bu “sorunlara” muzip atasözü üzerinden bakanların olacağını da tahmin ettiğini belirten Karaca bunun son derece indirgemeci bir bakış olacağını söylüyor ve ekliyor:
“Çünkü gelin, tam olarak bu nedenlerle oynayamadı.”
© The Independentturkish