Şu anda Paris'te olduğunuz için şanslısınız. Bizler burada bir kutuya sıkışıp kalmış fareler gibiyiz. Aynı mekanda volta atıp duruyoruz.
Bunlar, New York'taki bir dostumun, benimle telefonda konuşurken kullandığı cümleler.
Benzer cümleleri geçtiğimiz haftalarda da işittim. Londra ve Berlin'deki dostlarımın sözleri bir ağıt ifadesi gibiydi. Beyrut ve Tahran'daki dostlarımdan bahsetmiyorum bile.
Yalnızca Paris ismi bile muhataplarımızı, bu 'ışıklar şehri'nin, koronavirüs (Kovid-19) salgını nedeniyle karanlık ve kasvetli geçen günlerde yaşamam gereken tozpembe zamanları hayal etmeye sevk ediyor.
Zihinlerindeki Paris imajı, kontes filmler, romanlar, mutluluk ve neşe kentine dair seyahat hikayelerindeki gibiydi.
Roman yazarı Ernest Hemingway, Paris'e 'hareketli bir şölen' adını verirken, Henry Miller 'cennetin güzelleşmesi' adını verdi.
İranlı roman yazarı Sadık Hidayet, Paris'in yaşamak için de ölmek için de en iyi yer olduğuna inanıyor. Belki de intihar etmeden önce seneler boyunca burada sürgünde kalmasının sebebi buydu.
Paris'ten uzakta yaşayan Paris hayranları, zihinlerinde entelektüellerin devrimi planlamak için 'Deux Magots' ve 'Gymnase' gibi kafelerde eski püskü giysilerle oturdukları Latin Mahallesi'nin imgelerini canlandırabilirler.
Bu kafelerde Kızıl Kmerler, Kamboçya soykırımı planladı. Zengin İran sınıfının şımarık çocukları, babalarını sürgüne göndermek veya onları öldürmek için bir devrim tasarladı.
Paris elbette ki ışıklar şehri. Ama aynı zamanda başka ruhsal ve fiziksel zevklerin de şehridir.
Kişi, insanlığın akıbetinin tartışıldığı ve aslında var olmayan varoluşsal sorulara cevaplar verildiği tembel öğle sonralarını, sıcak akşamları, heykel ve tablo sergilerine gerçekleştirilen ziyaretleri ve son olarak da gün doğumunda Les Halles bölgesindeki meyve-sebze pazarında yudumlanan büyük bir kase soğan çorbasını hatırlıyor.
O günler, Fransız şarkıcı ve aktris Juliette Greco'nun gizli filmi 'Taboo Club'taki günlerdi. Miles Davis' ve J.A Clancier'in şiir resitallerinin kırmızı notlarının günleriydi.
Pratikte Paris, gerçekte güzel bir 'deniz kabuğu' olmasına rağmen, "büyük ve güçlü görünmesi planlanan" tek büyük başkenttir.
Ancak onu unutulmaz Paris yapan, sadece büyük sokaklar, imparatorluk yapıları, gotik kiliseler ve bakımlı bahçelerle sınırlı olmamasıdır.
Gerçek eğlenceleri kafeler, restoranlar, tiyatrolar, sinemalar, müzeler, galeriler, kabareler, gece kulüpleri, lüks mağazalar ve sokak pazarlarında gizli.
Ancak bu günlerde salgın nedeniyle hepsi kapalı. Parisliler, bayramı yaşamak için ellerine geçen her fırsatı değerlendiriyor olsalar da yine de kasvetli.
Her yıl bu zamanlarda herkes Fransa'nın kuzeyindeki Burgundy bölgesinden Beaujolais nouveaux' kırmızı şarabının gelişini bekler.
Bu şarabın gelişi kasım ayındaki sokak şölenlerine denk gelecek şekilde ayarlanır. Ancak bu yıl büyük olaydan bahsedilmedi bile.
Sokaklar ıssız. Sokağa çıkma yasağı saat 20.00 itibarıyla başlıyor. O andan itibaren yalnızca evlerine giden çok az sayıda insanı görüyorsunuz.
Paris'teki apartmanlar daima küçük ve yetersiz bir donanıma sahip olduğu için Parisliler hayatlarının mümkün olduğunda büyük bir kısmını evlerinin dışında geçirirler.
Ancak artık 'dışarda' kelimesine bile yer yok. Bir izin belgeniz olduğu sürece yalnızca yürüyüşe çıkmanız ve markete gitmenize izin veriliyor.
Burada özel polisler, bazen de ağır silah taşıyan askerler eşliğinde olmaması halinde yüklü miktarda bir para cezası ödeyeceğiniz 'evraklarınızı' kontrol etmek için devriye atıyorlar.
Gidecek hiçbir yeriniz ve yapacak eğlenceli bir şeyiniz yok. Dolayısıyla bugünlerde Paris'te olmak, tek heyecanın yeni bir patates tedarikinin gelişi veya kafede günlük sıcak çikolata bulunması olduğu söylenilen 1960'lar Moskova'sında olmaktan farklı değil.
Sovyet Moskova ile karşılaştırmak tam olarak uygun olmayabilir. Benim doğum yerim olan Kuzistan vilayetindeki çekirge sürüleri gibi sokakları baştanbaşa dolaşan sonu gelmeyen bisikletli ordularının bulunduğu 1970'ler Pekin'i ile karşılaştırmak daha uygun olabilir.
Bugün Paris'te, her yönden herhangi bir yere giden ve sayıları gittikçe artış gösteren bisikletliler var. Fransızların bisiklet kültürü olmadığı için de benim gibi talihsiz yayalar daima çarpılma tehdidine maruz kalıyor.
Bu günlerde Paris'te olmanın neşesi, sanki Venedik karnavalındaymışsınız gibi naif söylem ustası olan Fransızların 'le masque' olarak ifade ettiği yasal olarak zorunlu kılınan maskeleri takmayı da içeriyor.
Bu nedenle Fransızların 40 milyondan fazlasına sahip olduğu köpekler dışında herkes maske takıyor. İronik bir şekilde, koronavirüs (Kovid-19) salgınının başlangıcında, hükümet 'maske' takmama tavsiyesinde bulunmuş ve ülke çapında depolanan milyonlarca maskenin imha edilmesini emretmişti.
Benim gibi şanslı olan Parisliler, eğlenmek için farklı yöntemlere sahip. Televizyon, koronavirüs haberleriyle ve genellikle uzmanlık alanlarına uygun şekilde Yunanca veya Latince ifadeler kullanan sonsuz sayıda 'bilim insanı' ile doludur. Bize neler olup bittiğini bilmediklerini söylemelerine rağmen de, bizden şunu ya da bunu yapmamızı istiyorlar.
Bilim insanları kalabalıkları genellikle cumhurbaşkanı, başbakan ve diğer çeşitli bakanlar gibi uyararak, hakkında hiçbir şey bilmedikleri ve tedavisi olmayan bir virüs hakkında 'bilimsel tavsiye' temelinde ülkeyi kapatmaya karar verdiklerini bize bildiriyorlar. Salgının bir aşıyla engellenebileceğinden emin değilim.
Olan bitene biraz çeşni ekleyecek olursak, bizzat cumhurbaşkanının enfekte olduğunu ve başbakanın enfeksiyonu cumhurbaşkanından kapıp kapmadığını görmek için kendini izole ettiğini biliyoruz.
İlacın acı tadını yatıştırmak için Fransızlara sürekli Büyük Britanya'da işlerin daha kötü olduğu söyleniyor. ABD'den bahsetmiyorum bile.
Bu arada, GSYİH'nın yüzde 12 düşmesi ve işsizliğin iki katına çıkması beklendiğinden, ufukta bir ekonomik çöküş beliriyor.
Nüfusu kontrol etme konusundaki bu şaşırtıcı yeteneğin kökleri, Lenin'in kendisinin hayal etmediği bir şey olan, hükümetlerin bilmediklerini kabul etseler bile diğerlerinden daha iyi bildiklerini varsayan evrensel kontrol ve yönlendirme anlamına gelen 'dirgisme (rejimsizlik)' kültüründe bulunabilir.
Bu kültür, İkinci Dünya Savaşı'nın ardından gelişti. Bir ilke ve sosyal kontrol aracı olarak kesinliğini artırmak için bilimin kutsamakla karıştırıldı.
Bu nedenle, hükümet ve akademisyenler bir emir verirse, bu sadece en iyi seçenek değil, aynı zamanda en doğru seçenek olduğunu varsayıyoruz.
'Ne yapacağımı bilmiyorum' diyen hükümet, tüm inandırıcılığını kaybeder. Şüphe uyandıran bilim insanı, filozoflar kulübüne katılır.
Hayır, dostlarım! Geçici Parisliler olarak sizden daha şanslı değiliz.
Buradaki gökyüzü her yerdeki gökyüzü ile aynı renkte. Ama iyi haber şu ki, yüksek krallıkta mutlaklarımız ve şüphelerimizin ötesini görenler var.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish