Servetini yitirmiş asil bir ailenin büyük oğlu Miguel de Cervantes, nedeni tam olarak tespit edilemeyen bir sebeple Antonio de Sigura'yı düelloya davet etti.
Sugura, Cervantes'in bu davetini kabul etti ve iki silahşor Madrid'de kraliyet sarayının yakınlarında çarpıştı. Sugura, Cervantes'in kılıç darbeleriyle yere serildi ve ağır bir şekilde yaralandı.
Kanlı çarpışmanın galibi Cervantes'ti; ama düello uzun yıllardır İspanya'da yasaklanmıştı. Bu suçun cezası açıktı; olaya karışanların kılıç kullandıkları kolu kesilecekti ve 10 yıl hapis cezası alacaklardı.
Bu mukadder ceza Cervantes için de geçerliydi. Oysa Cervantes için bu hayatta iki önemli şey vardı; biri kılıç diğeri de kalem kullanabilmekti. Başına gelecekleri bilen Cervantes ailesi ile vedalaştıktan hemen sonra Madrid'den kaçtı.
Nitekim kısa bir süre sonra Cervantes'in gıyabında karar verilmiş ve yakalandığı yerde sağ kolunun kesilmesi kararlaştırılmıştı. Oysa Cervantes'in muhteşem yolculuğu çoktan başlamıştı.
Tolstoy muhteşem bir hikâyeyi şöyle tanımlar;
"Tüm muhteşem hikâyeler iki şekilde başlar: ya bir insan bir yolculuğa çıkar, ya da şehre bir yabancı gelir."
Cervantes, roman anlayışımızı kökten değiştirecek maceralara atılmak üzere şehirden ayrıldı.
Cervantes'in kâbusu onu Akdeniz'de yakalar
Cervantes, Madrid'den ayrıldığında dünyanın genel durumu şöyleydi; Endülüs'ü Araplardan temizleyen İspanya tüm denizlerin hâkimiyetini ele geçirerek Avrupa'nın mutlak hâkimi olmak istiyordu.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Öte taraftan Doğudaki ve iç siyasetindeki sorunları çözen Osmanlı da dikkatini Avrupa'ya ve açık denizlere çevirmişti. Özellikle Cezayirli denizcilerin Osmanlı saflarına katılmasıyla Akdeniz'in en önde gelen donanması artık Türklerin kontrolündeydi.
Akdeniz'de başlayacak Türk ve Avrupalı denizcilerin savaşında kan ve gözyaşı hiç dinmeyecekti;
"Gerek lissü'l bahr gerekse gaziü'l bahr korsanları için jeostratejik açıdan korsanlığa en uygun deniz; Akdeniz'di. Birçok adanın ve girintili kıyılara sahip limanların bulunduğu Akdeniz havzası korsanlara önemli avantajlar sağlıyordu. Ele geçirilecek geminin tuzağa düşürülmesi veya bir deniz pususu sonrası saklanmak için Akdeniz kıyılarından daha ideal bir havza düşünülemezdi. Ayrıca stratejik güzergâhların bulunması trafiğin işlek olmasını sağlıyordu ki bu da ticaret gemilerine baskın yapmayı kolaylaştıran faktörlerden birisiydi."
Akdeniz'de meydana gelen savaşlar ve kahramanlıklar öylesine dillere destandı ki dönemin Muhteşem Sultanı Kanuni, komutanı Hayreddin Paşa'dan Andrea Doria ile arasındaki mücadeleyi kitap haline getirmesini isteyecekti;
"Sen karındaşın nasıl ortaya çıkıp, cihad meydanına atıldınız? Bunun sebebi ne idi? Kimlerdensiniz? Kul taifesinden mi, sairlerden mi? Bu zamana gelinceye kadar ufak büyük, karada ve denizde, ne şekil gazalar oldu ise, baştan sona kadar, ne eksik ne fazla, gerek nazım gerekse nesirle, yazıp bir kitap düzüp buraya gönderin ki, eskiden yazılmış tarihlerin yanında, Hazine-i Amire'mde bulunsun!"
Akdeniz'deki en önemli kırılmalardan birisi Kıbrıs'ın Türklerce fethedilmesiydi. Tüm bu gelişmeler yaşanırken Cervantes, önce Valencia ardından meşhur Katalonya'ya ulaşmıştı. Burada Kardinal Acquaviva'nın hizmetine girmiş ve Madrid'den olabildiğince uzak durmaya çalışmıştı.
Oysa Kıbrıs'ın Türk kılıcı altına girdiği haberi Cervantes'e ulaştığında Papa'nın çağrısına uyarak Napoli'ye gidip Haçlı ordusuna yazıldı.
Cervantes, Haçlı donanmasında üstün yetenekli bir asker olarak sivriliyordu. En büyük arzusu Türklerle karşılaşıp savaşmaktı ki bu arzusu kısa sürede gerçekleşecekti. Tarihe ‘İnebahtı Deniz Savaşı' olarak geçen savaşta Haçlı Donanması ve Türk Donanması karşı karşıya geldi.
Türk donanması yaptığı stratejik hataların sonucunda ağır bir mağlubiyet aldı. Bu savaşta Cervantes büyük bir savaşçı olarak öne çıkıyordu; ama bir Türk silahından çıkan kurşun modern romanının babası kabul edilen Cervantes'in koluna saplanmıştı.
Kolunu korumak için yurdundan kaçan Cervantes bir Türk kurşunuyla hayatının geri kalan kısmını çolak olarak geçirecekti. O gün Cervantes kolunu kaybetse de Türklerle savaşmış ve galip gelmiş olmanın zevkini yaşamıştı; ama Türkler ile Cervantes'in hikâyesi henüz yeni başlıyordu ve hesap Türkler için henüz kapanmış değildi. Cervantes ise o günkü zaferi meşhur ‘Don Kişot' (Don Quijote) eserinde şöyle tasvir edecekti;
"Bu uzun süre içinde başıma neler geldi size kısaca anlatacağım. Alicante'den gemiyle ayrıldım, rahat bir yolculuktan sonra Cenova'ya vardım, oradan da Milano'ya giderek kendime silâh ve asker elbiseleri satın aldım. Daha sonra Piamonte'de orduya yazılmaya karar verdim. Alejandría de la Palla'ya doğru yola çıkmak üzereyken Alba Dükünün Flandre'ye gitmekte olduğunu öğrendim.
Fikrimi değiştirerek Dük'e katıldım ve onun seferlerinde emri altında savaştım, Eguemon ve Hornos Kontlarının ölümlerine tanık oldum, Diego de Urbina adında Guadalajarlı ünlü bir kumandanın emrinde asteğmen olarak bulundum,
Flandreye gelişimden bir süre sonra, Papa, V. Pius Hazretlerinin girişimiyle ortak düşmanımız Türklere karşı Venedik Cumhuriyeti ile İspanya'nın bir ittifak oluşturduklarını öğrendim, Türkler o zamanlar Venediklilere ait olan Kıbrıs'ı ele geçirmişlerdi, bu bizim için çok acı bir kayıptı. Kralımız Majesteleri Don Felipe'nin üvey kardeşi olan Don Juan de Austria Hazretlerinin bu ortak donanmanın kumandanlığına getirilmiştii ve büyük savaş hazırlıkları yapıldığı duyuldu. Bunu duyar duymaz içimde bu sefere katılmak için büyük bir arzu uyandı ve bütün engellere ve verilen sözlere rağmen (çünkü ilk fırsatta beni yüzbaşı yapacaklarını vadetmişlerdi) her şeyden vazgeçerek İtalya'ya hareket ettim. Şans eseri Don Juan de Austria Cenova'ya yeni ayak basmıştı ve Vened'k donanmasına katılmak için Napoli'ye gidecek ve sonra da Mesina'ya doğru yol alacaklardı. Sonunda bu mutlu sefere bir talih sonucu elde ettiğim piyade yüzbaşısı rütbesiyle katıldım. O gün Hıristiyanlık için sevinçli bir gündü, çünkü bütün milletler Türklerin denizde yenilemeyeceklerine dair olan inancın ne kadar boş olduğunu görmüşlerdi."
Cervantes hiçbir zaman yüzbaşı olamayacaktı ve ama bu hırs onu Türk esaretine bir adım daha yaklaştıracaktı.
Türk esaretinde geçen yıllar ve Cervantes
"İslam tarihinde kölelik yoktur, demek tarihi gerçeklerle bağdaşmaz; fakat bu müessesenin kurulması Hz. Muhammed döneminde olmamıştı. Toplum tarafından yerleşmiş kölelik müessesini biranda kaldıramayacağını bilen Hz. Muhammed, işe bu kurumu ıslah etmeye ve insanları bu kurumdan uzak tutmaya çabalayarak başlamıştı.
Hz. Muhammed'in Peygamber olarak gönderildiği Arap toplumunda kölelik hayatın tâbi bir unsuruydu. Bir baba öldüğünde haremindeki cariyeler oğluna miras olarak geçebiliyordu. İslam, bir çırpıda yasaklayamayacağı bu müessesiyi toplumda minimize etmek ve kölelerin haklarını koruma altına almak için bir dizi tedbir almıştı. Bu tedbirlerin başında insanların kölelik alışkanlığından kendi iradeleriyle vazgeçmeye teşvik etmekti."
Köle pazarları ve kölelik Osmanlı'da da tarihi bir gerçeklik olarak karşımıza çıkmaktadır. Özellikle Akdeniz'deki deniz savaşlarında leventleri motive eden unsurların başında esir ele geçirerek bunları köle pazarlarında satmaktı.
Cervantes de kolunu kaybettikten sonra Türklerle tekrar savaşabilmek için donanmaya geri katılmıştı; ama bir çolağın donanmada yükselebilmesi söz konusu değildi. Bu sebeple donanmadaki görevinden ayrıldı.
Çolak Cervantes görevinden ayrılırken Don Juan de Austuria'nın bizzat kendisinden bir referans mektubu almış ve bu sayede yeni bir hayat kurmanın planlarını yapıyordu.
Tres Limanı yakınlarındaki bir gemide olduğu sırada Türk leventlerinin ani bir baskını ile Türklere esir düşmüş yeni bir hayat kurmasını sağlayacak mektup, artık bir kâbusun en büyük gerekçesi olacaktı.
Türkler yakaladıkları bir çolağı normalde küçük bir fidye ile serbest bırakırdı; ama cebinden Austuria'nın mektubu çıkan ve kendisinden son derece övgü ile bahsedilen bir esir oldukça büyük bir fidye ile serbest bırakılabilirdi.
Çolak Cervantes'in son derece önemli biri olduğuna karar veren ünlü Türk denizcisi Deli Mami, onu şahsi kölesi olarak esir etti.
Cervantes ‘La española inglesa' isimli eserinde Türkler tarafından esir edilişini şöyle tasvir edecekti;
"... Fakat Fransa kıyılarında Las Tres Marías adı verilen yere vardığımızda aniden koyların birinden iki Türk kadırgası karşımıza çıkıverdi, bir tanesi denizden, diğeri de karaya çıkarak kaçmamıza engel olacak şekilde karaya bakan taraftan bizleri aralarına aldıktan sonra hepimizi tutsak ettiler. Kadırgaya alınır alınmaz bizleri anadan doğma soydular ve filikada bulunan ne varsa hepsini aldılar, ama filikayı batırmayıp, kendilerine yeni ‘galima' (ganimetler) getireceğini söyleyerek sahile doğru sürüklenmesi için serbest bıraktılar; onlar Hıristiyanlardan ele geçirdikleri mallara bu adı veriyorlardı"
Cervantes, esir edildikten sonra yaklaşık 5 yıl büyük nefret taşıdığı Türklerle birlikte yaşadı. Cervantes kardeşiyle birlikte esir edilmiş; ama ailesi ancak kardeşinin fidyesini ödeyebilmişti. Esir kaldığı süre zarfında defalarca kaçmaya çalışan Cervantes tüm çabalarına rağmen kurtulmayı başaramamıştı.
Esareti sırasında Türkleri yakından tanımaya başlayan Cervantes'in Türk düşmanlığı yerini saygıya bırakmıştı. Nitekim esir olduğu sürede Türk leventleri gururlu bir Çolak olan Cervantes'i istismar edecek bir davranışta bulunmamış, ona hürmet göstermişlerdi. Bu karşılıklı ilişki Cervantes'in esaretinden sonra eserlerine yansıyacak Türk imajı da daha gerçekçi bir kimliğe bürünecekti.
Cervantes'in davranışları ünlü Türk komutanı Hasan Paşa'nın da dikkatini çekmiş ve onu Deli Mami'den 500 altın karşılığı satın alarak kendi maiyetine katmıştı. Cervantes esaret günlerinde yaşadıklarını Don Kişot'ta şu sözlerle dile getirecekti;
"Özlemini çektiğim şeye kavuşmanın yollarını Cezayir'de araştırmaktaydım, çünkü özgürlüğe kavuşmak umudunu hiçbir zaman kaybetmedim.
Başarısızlıkla sonuçlanan her kaçma teşebbüsünden sonra umutsuzluğa düşmeyip, zayıf da olsa başka ihtimaller ve çareler üzerinde duruyordum, işte bu şekilde ömrüm Türklerin hamam dedikleri bir hapishanede geçerken bir yandan da hayatı çekilir hale getirmek için kaçma hayalleri kuruyordum; buraya hem Beyin hem de başka şahısların malı olan Hıristiyan esirler ve ayrıca ‘mahzen mahpusları' denilen ve kamu işlerinde veya diğer görevlerde çalışan esirler katılmaktaydı, bu sonuncu gruba girenlere ‘meclis mahpusları' denilmekteydi.
Bunların özgürlüklerine kavuşmaları çok zordur, çünkü kamuya ait olduklarından belirli bir efendileri yoktur, paralan olsa bile kime fidye vereceklerini bilmediklerinden kurtulmaları mümkün değildir.
Daha önce söylediğim gibi bu zindanlara fidyesini ödeyerek kurtulması mümkün olan esirler, kaçmalarına engel olmak için sahipleri tarafından kapatılırdı. Buraya fidyesi gelinceye kadar Beyin esirleri de kapatılır ve bunlar diğer esirlerle birlikte çalışmaya gönderilmezlerdi; ama kurtuluş akçası gecikecek olursa, yakınlarına hatırlatma yazısı yazması için onu da ötekilerle birlikte, hiç de kolay bir iş olmayan odun kesmeye gönderirlerdi."
Cervantes'i esaretinden kurtaracak fidye nihayet Teslis Tarikatı tarafından ödenir ve Cezayir'deki kölelik hayatından kurtulur. Ülkesine döndüğünde daha sakin bir hayat yaşar ve içi boş bir şövalyelikle geçen yaşamını ‘Don Kişot' romanıyla ölümsüzleştirir.
Daha ayrıntılı bir okuma için Ertuğrul Önalp'in "Cervantes'in Türklere esir düşmesi ve esaretinin eserlerine yansıması" isimli çalışması ve Ceren Karaca'nın "Cervantes'in esaretinin eserlerine yansıması" isimli akademik tezi incelenebilir.
© The Independentturkish