Cezaevlerinde açlık grevi eylemini sürdüren 3 bin tutuklu ve hükümlüyü kim, nasıl ikna edecek?

Kamuoyu sessiz, iktidar tepkisiz

Cezaevlerindeki tutuklu ve hükümlülere yönelik tecritlerin kaldırılması talebiyle açlık grevi yapan tutuklu annelerinin Bakırköy 1 Mayıs kutlamalarındaki yürüyüşünden bir kare / Fotoğraf: Independent Türkçe

Leyla Güven’le başlayan ve cezaevlerine yayılarak süren açlık grevleri, geçtiğimiz günlerde yapılan bir açıklamayla ölüm orucuna dönüştü. Başlangıçta bir kişiye mahsus tecridin kaldırılması için başlatılan açlık grevleri, yeni katılım ve itirazlarla cezaevlerinde genel olarak bütün tutuklu ve hükümlüleri kapsayacak tecritlerin kaldırılması talebine dönüştü.

Bir kişiyle başlayan eyleme, farklı cezaevlerinde üç binden fazla tutuklu ve hükümlü katılmış durumda. 7 kişinin hayatını kaybettiği açlık grevlerinde, yüz günden fazla süredir açlık grevinde olan insanların sayısı 100 civarında ve bu kişiler de hayati tehlike sınırında.

Indepedent Türkçe açlık grevi eyleminin geldiği aşamayı tutuklu yakınları, siyasetçiler, hukukçular ve eylemcilerle konuştu.

Türkiye ve dünya kamuoyu açlık grevleri eylemlerine yabancı değil. Bir sivil itaatsizlik eylemi olarak Gandhi tarafından defalarca kullanılan açlık grevi eylemi, Cumhuriyet tarihi boyunca zaman zaman ülkenin gündemine girdi.

Açlık grevi eyleminin en bilinenleri ise, Diyarbakır Cezaevi’nde 1982’de gerçekleşen eylem ile 1996 ve 2000’de yapılan açlık grevi ve ölüm orucu eylemleri.

Çok sayıda tutuklu ve hükümlünün ölümüyle sonuçlanan bu eylemler, kamuoyunda da ciddi yankı uyandırmıştı. Özellikle 1982’de Diyarbakır Cezaevi’nde yapılan eylemin, PKK’nin büyüyüp yaygınlaşmasındaki etkisi herkesin bildiği bir gerçek.
 


Türkiye’de son açlık grevi HDP Hakkari Milletvekili Leyla Güven’in 8 Kasım 2018’de tutulduğu Diyarbakır Cezaevi’nde başlattığı ve 180 günden fazladır sürdürdüğü eylem. Güven’in PKK Lideri Abdullah Öcalan’a uygulanan görüş yasağının kaldırılması talebiyle başlattığı eyleme, farklı zamanlarda değişik gruplar halinde binlerce tutuklu katıldı. Güven’in serbest kaldıktan sonra evinde sürdürdüğü açlık grevine geçtiğimiz aylarda üç milletvekili daha dahil oldu.  
 

aclik grevindeki vekiller.jpg
Açlık grevi eylemlerine destek veren HDP Milletvekilleri


Tahmini rakamlara göre şu anda 3 bini aşkın kişi cezaevlerinde açlık grevinde. Ayrıca dünyanın farklı ülkelerinden bireysel ve grup olarak sürdürülen açlık grevleri de şu anda devam ediyor. Leyla Güven ile ilk başlayanların, ‘kritik sınır’ olarak ifade edilen sınırı aştığı eylemin önemli özelliği de kamuoyu tarafından ya duyulmaması ya da duyulduğu halde bile beklenen etkiyi uyandırmayışı. Öyle ki açlık grevleri sürerken, yedi tutuklunun cezaevlerinde yaptığı intihar eylemleri dahi pek duyulmadı.
 

pınar ceyhan foto.jpg
Tutuklu Yakınları Derneği Eşbaşkanı (TUAD) Pınar Ceyhan


Independent Türkçe’ye açlık grevlerinin geçirdiği evreleri anlatan Tutuklu Yakınları Derneği Eşbaşkanı (TUAD) Pınar Ceyhan şu bilgileri veriyor:  
 

Leyla Güven 8 Kasım 2018’de başlatmıştı açlık grevini, hemen sonrasında 16 Aralık’ta Türkiye’nin altı cezaevinde 36 kişi daha başladı. 26 Aralık’ta ise 189 tutuklu katıldı. Üçüncü grup ise 5 Ocak’ta başladı, onların sayısı ise 337 idi. 1 Mart ve 25 Mart’ta ise 74 cezaevinde binlerle ifade edilen bir katılım oldu.

 
Cezaevlerinin konumlarından dolayı yaklaşık bir rakam verebildiklerini söyleyen Ceyhan, “Türkiye’nin bütün cezaevlerinde açlık grevi var şu anda. Kürt hareketi davalarından yargılanan ve yaşı-sağlığı el veren herkes şu anda açlık grevinde” diyor. Kendisinin de bir tutuklu yakını olduğunu ve Silivri Cezaevi’ndeki babasının yaşı nedeniyle açlık grevinde yer almadığını söyleyen Ceyhan, açlık grevi eylemcilerinin taleplerine dair şu bilgileri veriyor:
 

En başından beri tamamen anayasaya uygun talepler. Türkiye’de tutuklulara yönelik anayasal güvenceye alınmış hakların tamamının Öcalan için de geçerli olmasını talep ediyorlar.


İktidarın Öcalan’a keyfi yasaklar koyduğunu öne süren Ceyhan, devletin bu taleplere yaklaşımına dair şöyle konuşuyor:
 

Şu ana kadar birçok aile, kurumlar bu sorunun aşılmasına yönelik devletle iletişim kurmaya çalışsalar bile, ne yazık ki bir diyalog kanalı açılmış değil. İnsanların çıkıp çocuklarının yaşam hakkını savunmasına bile çok sert müdahaleler yapılıyor, bu yüzden anne-babalar tutuklanıyor.


Ceyhan ve 40’lı günlerden sonra açlık grevlerinin ölüme yakınlaşıldığını anlatarak, açlık grevinde olan tutuklulara yönelik hak ihlallerinin olduğunu öne sürüyor:
 

Mesela açlık grevinin ilk gruplarında olan ve artık kendi ihtiyaçlarını karşılayamaz hale gelen insanlar tek kişilik hücrelere konuluyor. 


Pınar Ceyhan, Kürt kentlerinde açlık grevlerine yönelik sessizliğe dair sorumuzu ise Sessizlik, insanların duyarsızlığıyla ilgili değil, oralardaki yaşama da bir bakmak gerekir” diye yanıtlıyor ve ekliyor: 
 

Üç insanın bir araya gelemediği, insanların kendi kapalı binalarında bile basın açıklaması yapamadığı bir yerden bahsediyoruz. Bütün mesele Türkiye’deki basının tek noktadan yönetilmesi ve gerçekliği yansıtmaması.

 

dersim dağ-murat sarısaç-tayyip temel.jpg
Leyla Güven'den sonra açlık grevi eylemlerine başlayan HDP milletvekilleri Dersim Dağ, Mustafa Sarısaç ve Tayyip Temel


Açlık grevleri, genellikle cezaevlerinde veya toplama kamplarında tutulan insanlar tarafından başvurulan bir eylem olarak biliniyor. Peki 6 milyon insandan oy almış ve parlamentoda oy ve üye sayısı itibariyle üçüncü büyüklükte bir temsil oranına sahip olan bir parti, üye ve taraftarlarını neden açlık grevine çağırır? Bu şimdiye kadar kimsenin cevabına ikna olmadığı bir soru. 

Çünkü Leyla Güven’den sonra üç HDP milletvekili daha Diyarbakır’da açlık grevine başladı. Dersim Dağ, Mustafa Sarısaç ve Tayyip Temel. Temel milletvekili kimliğine rağmen neden açlık grevine girdiğine dair yönelttiğimiz soruya şu yanıtı veriyor: 
 

“Açlık grevi eylemleri, genellikle baskı ve zorbalığın hiçbir protesto imkânı bırakmadığı zamanlarda devreye giren bir sivil itaatsizlik türü. Leyla Güven, Öcalan’ın çözüm projelerinin topluma ulaşması için açlık grevine başlamıştı. Biz de HDP ve vekiller olarak, açlık grevlerinin ölümlerle sonuçlanmaması için çaba sarf ettik, hükümetle temaslar kurarak bu işin hukuki olduğunu söylemeye çalıştık. Fakat hükümet, talepleri dinlemek yerine, bu taleplerin etrafında bir toplumsal muhalefeti engelleme pozisyonunda kaldı. Yaptığımız her eyleme sert karşılık verildi ve biz de buna duyarsız kalmamaya karar verdik. Leyla Güven’e ve tutuklulara ses olmak istedik, bu yüzden açlık grevine girdik. Yani hükümetin nefes aldırmaması nedeniyle buna mecbur kaldık.”

 
Tayyip Temel açlık grevi sürerken hükümetle temas yolunun seçilip seçilmediğine dair ise ‘gizli güç’ uyarısı yapıyor ve “Temaslar belli bir noktaya geldikten sonra tıkanıyor, bir gizli güç devreye girerek bu işin bu haliyle sürmesinin mücadelesini yürütüyor” diyor.  

Milletvekili Temel, birçok kişinin aksine, halkın eylemlerine büyük ilgi ve duyarlılık gösterdiğini öne sürüyor:
 

“Biz HDP İl binasındayız. Günde yüzlerce insan geliyor. Halkın vicdanı yüzde 100 duyarlı ve rahatsız. Açlık grevleri zaten vicdana seslenen eylemlerdir. 2012’deki açlık grevinde İstanbul ile Diyarbakır’ın vicdanı buluşmuştu. Şimdi o zayıf. Kürtler bu sefer yalnız bırakıldı, duyarlı kesimler de rollerini yeterince oynamadılar.”


Cezaevlerinden çok kötü haberler aldıklarını anlatan Temel, “Canlar eriyor, bedenler eriyor. Vicdana çağrı yapılmalı, bu işin muhataplarının bu kadar büyük bir tehlikeyi yönetemeyeceği gösterilmeli. Hükümetin yanlış politikasını kavratacak kim varsa harekete geçmeli” diyor.
 

tayyip temel.jpg
HDP Milletvekili Tayyip Temel 


CHP’den bu konuda beklentisi olup olmadığını sorduğumuzda ise “şüphesiz” diyor: CHP ve diğer partilerin tümü bu konuda rol oynamalı ve söz sahibi olmalılar. Bugüne kadarki sessizlik şimdiye kadar seçimle ifade edildi ama bugünden sonra temel gündem, temel talep, temel hassasiyet bu olmalı.

Kendilerine yönelik “Öcalan şimdiye kadar İmralı’daydı, çoğunlukla da tecrit altındaydı, neden şimdi böyle bir eylem” eleştirisi hatırlatınca da şu yanıtı veriyor:
 

Bu eylemi başlatanlar biz değiliz, bu eylemi başlatanların ölmemesi için çaba sarf edenleriz. Ama eylemi başlatanların 2013’te olduğu gibi Türkiye’ye baharın geldiği, ölümlerin durduğu, barışın ve demokrasinin konuşulduğu günleri istediklerini biliyoruz. Dolayısıyla zamanlama açısından belki bu eylem gecikmiştir bile.


Leyla Güven’in açlık grevi sonrası İmralı’ya Mehmet Öcalan’ın götürülmesini hatırlatarak, eyleme dair Öcalan’ın nasıl bir mesaj verdiğini sorduğumuzda ise “O görüşme, hükümetin bu problemi çözmeyi düşünmediğini ve açlık grevlerini gündemden çıkarmayı amaçladığını gösterdi” cevabını vermekle yetiniyor.

Ancak kamuoyuna sızan bilgiler, Öcalan’ın kardeşiyle görüşmeyi dahi istemediği ve “Neden geldin?” diye çıkıştığı yönünde.

Avrupa devletlerinin ve kamuoyunun sessizliğini ise, “Avrupa Türkiye’yi artık umutsuz vaka olarak görüyor” şeklinde yorumluyor ve bu sessizliğin ardında politik, ekonomik hesapların olabileceğini öne sürüyor:
 

Devletlerin toplumlar üstü çıkarları nedeniyle harekete geçmiyorlar.

 
Özgürlükçü Hukukçular Platformu’ndan Av. Veysi Eski, açlık grevi sürecini yakından izleyen hukukçulardan. Sözlerine şu andaki tabloyu resmederek başlıyor:
 

Tablo toplum açısından da, hapishanedeki insanlar açısından da, çekilmez bir hal almış durumda. Hapishanedekiler de seslerinin duyulmadığını söylüyor. Ama dışarısı da, Türkiye’nin mevcut koşulları da dışarıda ses çıkartmayı imkânsız hale getirmiş durumda. 


Av. Eski, çözüm için hükümetin bir an önce adım atması gerektiğini savunuyor ve tutukluların talebinin ‘kişiye özel’ bir talep olmadığını belirtiyor: Aksine özel olarak bir kişiye uygulanan hukuksuzluğun ortadan kaldırılmasını talep ediyorlar. 

Bu konuda adım atılmamasının binlerce insanın hayatını tehlikeye attığına dikkat çeken Av. Eski, hasta ve yaşlı olanlar ile tahliyesi yakın olanlar dışında Kürt hareketinden yargılanan bütün tutukluların açlık grevinde olduğuna dikkat çekiyor ve son yıllarda yaşanan en büyük açlık grevi eylemi olda dikkat çekiyor. 

 

2013’te bir açlık grevi olmuştu, o zaman devlet 68. gününde adım atmıştı. Bu sefer görüşmeye çalışan heyetler kapı duvarla karşılaşıyorlar. Siyasal konjonktür de hükümetin adım atmasında tereddütlü davranmasına neden oluyor. Ama son kertede hükümet de, çözümün ölüm olmadığını biliyor. 7 bine yakın insanın ölüme terk edileceğini düşünmüyorum. Yasalar uygulandığı takdirde bu insanlar açlık grevini bırakacaktır.


Daha çok Marmara bölgesi cezaevlerinde müvekkilleri olduğunu dile getiren Eski, en son Kandıra ve Gebze cezaevlerini ziyaret ettiğini söyleyerek, “16 Aralık’ta açlık grevine giren tutuklular avukat görüşüne bile gelmekte zorluk çekiyorlar. Gelebilenlerle de kısa görüşüyoruz, çünkü belli bir noktadan sonra odaklanmakta ve oturmakta sıkıntı yaşıyorlar” sözleriyle gözlemlerini aktarıyor.

Türkiye’de siyasetin tıkandığı dönemlerde hapishanelerde açlık grevlerinin baş göstermeye başlamasına dair görüşüne sorduğumuzda ise şu yanıtı alıyoruz Av. Eski’den:
 

“Tutuklular açlık grevi kararını almalarında dışarının sorumluluğu olduğunu söylüyorlar ve ‘Dışarıda gerçekten bir mücadele yürütülebilseydi, dört duvar arasındaki bizler böyle bir şeye başvurmazdık’ diyorlar.”

 
Av. Ercan Kanar, hem Türkiye hukuk camiasının, hem de insan hakları çevrelerinin yakından tanıdığı bir hukukçu. Şimdiye kadar pek çok açlık grevi eylemini yakından gözleyen Kanar, yaşananları hukuk tekniği açısından yorumluyor:
 

 “Mesele kanunun uygulanmaması, kanunda tecrit diye bir şey yok. Ceza ve Güvenlik Tedbirleri Kanunu’nun ikinci maddesinde, infazda asla ayrımcılık yapılamaz denir. İnfaz hukukunda ceza kesinleşince, artık suç ile devletin bağı kalmaz, sadece ceza alacağı vardır. Mahpusun da suçla bağı kesilir. Bu nedenle herkese aynı infaz kurallarının uygulanması gerekir. Yani suç ve suç türlerine göre ayrı ayrı infaz uygulanmaz, dünyanın her tarafında da böyledir.”

 
İktidarın tecrit uygulamasıyla kanunu ayaklar altına aldığını belirten Kanar, anayasanın da çiğnendiğini söyleyerek şöyle devam ediyor: “Mahpuslara ilişkin Birleşmiş Milletler kriterlerini, Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin cezaevi koşullarına ilişkin belgesini de tanımıyor. Şu anda uygulanan tecrit, devletin illegal şiddetidir.”

2015 yılında BM Adalet ve Ceza Komisyonu’nun, Mandela Kuralları’nı kabul ettiğini hatırlatan Kanar, bu karara şu ifadelerle açıklık getiriyor:
 

“Mandela Kuralları’na göre mahpusa asla insan onuruna aykırı muamele yapılamaz, mümkün mertebe hücre cezası verilemez, verilirse de 15 günü geçemez, karanlık odada ve gözü rahatsız edecek ışıklı odada tutulamaz, yemek ve suda eksiltmeye gidilemez, hiçbir koşulda aile ve avukat ziyareti engellenemez. Ayrıca mahpus cezaevi görevlileri hakkında suç duyurusunda bulunduğunda, hakim mahpusun ifadesini cezaevi görevlilerinin yanında değil, onlar olmadan almak durumunda. İnce arama yapılırsa, cezaevi görevlileri değil sağlık görevlileri aramayı yapmalı. Başka bir cezaevine naklinde, ailesine haber verilmek ve ailesinin yakınındaki bir şehre nakledilmek zorunda. Yine mahpusla ilgili cezaevi idaresinin yaptığı tüm işlemler, kayda alınmak ve bu tutanağın da bir örneği mahpusa verilmek zorunda.”

 

destek aclik grevleri.jpg
Açlık grevine tutukluların anneleri destek veriyor


BM’nin 2015 yılında bu kuralları kabul ettiğini anımsatan Kanar, BM kararlarından da örnekler veriyor:
 

“Bu tecrit BM şartının doğrudan ihlalidir. Ayrıca 2014 yılında AİHM kararında, şartlı salıverme kapısının açık olmamasını ‘kötü muamele, işkence’ olarak değerlendirildi. Yine AİHM İngiltere’ye karşı verdiği bir başka kararında, şartlı salıverme olsa dahi ömür boyu hapis cezalarının belli bir süreden gözden geçirilmesi kararını verdi. Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi, daha da olumlu bir tavsiye kararı vererek 8-14 yıl arasında müebbet hapis cezalarının gözden geçirilmesini, üye ülkelere tavsiye etti. Hatta, insan hakları doktrininde bu AİHM kararıyla birlikte yeni bir hak çıktı ‘özgürlüğü umut etme hakkı’. Ömür boyu hapis cezasının özgürlüğü umut etme hakkını ortadan kaldırdığı için; onur kırıcı ve insanlık dışı bir işkence olduğu kararına varıldı. Şimdi birçok ülkede mesela Norveç, Sırbistan, İspanya,  Portekiz ve Bosna’da müebbet hapis cezası yok. Genelde de dünyada ömür boyu hapis cezalarının, aynı idam cezaları gibi kaldırılması yönünde bir eğilim gelişiyor.”


Kendi müvekkilleri arasında da ölüm sınırında olan, ağzından kan gelen tutuklular olduğunu söyleyen Kanar periyodik olarak görüştüklerini ve birçoğunun konuşmakta zorlandığını kaydediyor. Kanar, açlık grevlerine yönelik sessizliğin nedeninin ise Kürt coğrafyasında artan baskı ortamı olduğunu öne sürüyor:
 

“Tabii seçim sürecine denk gelmesi de kitle ve kurumların ilgisini azaltan bir faktör oldu. Bir de baroların acınacak hali de bunda etken. İçerideki kim olursa olsun; İstanbul, Ankara, İzmir barolarının ve Barolar Birliği’nin tecrit olayına karşı çıkmaları gerekir. Çünkü infaz yasasının ayrımsız uygulanması savunulmalıdır.”

 
Av. Kanar, açlık grevlerinin halen bir eylem biçimi olarak görülmesini ise “Toplumun sessizliğine yönelik bir tepki bu” diye yorumluyor. Ve HDP’nin, hukuk kurumlarının, insan hakları kurumlarını daha aktif davranması gerektiğini söylüyor.

Açlık grevlerine dair görüşlerini aldığımız bir diğer kurum ise, Demokratik Bölgeler Partisi oldu. Partinin Kandıra Cezaevi’ndeki Eş Genel Başkanı ve eski milletvekili Sebahat Tuncel, açlık grevinde 100 güne yaklaşmış durumda. Tuncel şu ana kadar 15 kilo kaybetmiş, sağlık durumu ise giderek kötüleşiyor. Diğer Eş Genel Başkanı Mehmet Aslan ise, cezaevinden bir süre önce çıktı. 
 

mehmet aslan.jpg
Demokratik Bölgeler Partisi Eş Genel Başkanı Mehmet Aslan


​​​​Independent Türkçe’ye konuşan Aslan, açlık grevlerinin tepki olarak geliştiğini savunuyor ve Leyla Güven, Selma Irmak ve Sebahat Tuncel’in de aralarında olduğu 5 bin civarında politik tutuklunun ciddi risklerle karşı karşıya olduğunu, her an kötü haberler alınabileceğini kaydediyor. 

Öcalan’a yönelik görüş yasağı anlamında kullandığı ‘tecrit’in, Türkiye’deki demokratik çözüm çabalarına yönelik bir tecrit olduğuna inandığını söyleyen Aslan şöyle konuşuyor:
 

“Bugün tecrit politikalarının bir sonucu olarak çatışma ve savunma endeksli politikalar, Türkiye’yi hem ekonomik anlamda bir krize götürdü, hem de toplumsal anlamda. Ve Türkiye toplumu olarak yönetilemiyor.”


Mehmet Aslan, Türkiye kamuoyunun açlık grevlerine ilişkin ilgisizliğini ise “Ne yazık ki Türkiye’de iktidarın bastırmış olduğu bir basın ve kamuoyu var. AKP bu süreçle yüzleşmek istemiyor ve toplumla bir inatlaşma ısrarında” diye yorumluyor. 

Kürt siyasetçileri olarak siyaset alanını kullanma çabalarının önüne duvar örüldüğünü iddia eden Aslan, girişimlerinin görülmediğinden yakınıyor ve özeleştiride de bulunuyor:
 

“Doğrusu biz de açlık grevlerini yeterince gündemleştiremedik. Sesimizi çıkartamadık, eksik kaldığımız noktalar da oldu. Ancak açıklamalarımız da basın tarafından görülmüyor, ancak sosyal medyayı kullanabiliyoruz.”

 
Türkiye’de demokrasiye inanan herkesin yan yana gelip, tecrit politikalarına karşı çıkılması gerektiğine inandığını belirten Mehmet Aslan, açlık grevinin bir eylem türü olarak eleştirilmesine de tepki gösteriyor:
 

“Geldiğimiz aşama açlık grevleri doğru mudur, değil midir gibi tartışmasının yapılmasının lüks olduğu bir aşama. Açlık grevlerini benimsemiyoruz diyorlar. Biz de benimsemiyoruz. Ama benimsemiyoruz diye de, bu insanları ölüme mi terk edeceğiz? Bu insanların göz göre göre açlıktan ölmelerini mi bekleyeceğiz? Kürtlerin yapacak başka bir şeyi yok, açlık grevinden başka. Bu kararı eleştirenler açıkça ‘Kürtler AKP’ye teslim olsun’ demeye getiriyorlar.”


Mehmet Aslan’ın sert bir şekilde eleştirdiği bu görüşün sahiplerinden biri de Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyelerinden Doç. Dr. Vahap Coşkun. Independent Türkçe’nin açlık grevleriyle ilgili görüşlerine başvurduğu Coşkun önce kişisel görüşünü ifade ediyor:
 

“Ben açlık grevlerine ilkesel olarak karşıyım. Politik ve hukuki bir sorun varsa, bu sorunların giderilmesi için diğer yolların kullanılması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü açlık grevleri insan hayatı üzerinde geri dönüşü çok zor tahribatlar yaratıyor.”

 

vahap coşkun.jpg
Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyesi Doç. Dr. Vahap Coşkun


Açlık grevlerinin toplumda bir etki uyandırmadığını ve bunu Diyarbakır’da yakından gözlediğini söyleyen Coşkun, hem içeride hem dışarıda pek çok politik bir gelişmenin yaşandığı bir dönemde bir partinin bütün mesaisini tek kişiye (Öcalan) odaklamasının yanlış olduğunu düşünüyor:
 

“Ama bir de insani dram var. Şu ana kadar yedi insan hayatını kaybetti, cezaevlerinde yüzlerce insan açlık grevinde, parlamentonun bir üyesi de dâhil. Bu sorun çözülmeli ama nasıl? Ben burada özellikle siyasal aktörlere önemli roller düştüğü kanısındayım. Açlık grevinde bulunan insanlara taleplerinin görüldüğü söylenmeli ve hayatlarını ortaya koymaktan vazgeçmeleri yönünde bir çağrı yapılmalı. Bu hepimizin insani olarak bir sorumluluğu ama özellikle siyasileri zikretmemin nedeni, parlamentonun bir üyesinin şu anda kritik aşamada olması.”

 
Vahap Coşkun, Kürtlerin eskiden bu tür eylemlere daha duyarlı olduğunu ancak şimdi beklenilen ilgiyi göstermediklerinin altını çizerek, bunun tek nedeninin devletin yarattığı baskı ortamı olmadığını dile getiriyor ve şunları söylüyor:
 

“Bir korku atmosferinin bu ilgisizlikte tek başına belirleyici olduğu kanısında değilim. Bence Kürtlerin içinde de bu eylemin doğru olmadığını düşünen bir akıl var. Problemlerin çözümü için insanların hayatlarını ortaya koymalarını, cezaevinde zaten zorluklar içinde olan insanların sırtına bir de bu kadar ağır bir yükün bindirilmesinin yanlış olduğunu düşünen bir akıl bu.”


Seçim öncesinde Kürtler arasında “Türkiye’nin çok önemli bir seçime gittiği”, “Suriye’de Kürtlerin kaderiyle ilgili çok önemli gelişmeler yaşandığı” gibi tespitlerin yapıldığını aktaran Coşkun, “Hem içte hem dışta önemli bir gelişmelerin yaşandığı bir ortamda, Öcalan’ın tecritini gündemleştirmenin politik olarak da yanlış olduğunu düşünen bir kamuoyu var” diyor.

Vahap Coşkun, birkaç yıl önce 17 Kürt yerleşiminde yaşanan ve kentlerin yıkımlarıyla sonuçlanan çatışmaların yarattığı kırılmanın da etkisini anımsatıyor:
 

“O çatışmalar PKK’nin ve HDP’nin siyasetine yönelik çok ciddi bir kırıklık yarattı. Ve bu kırıklık da giderilmiş değil, orta yerde duruyor. Bir yüzleşme yaşanmadı, bir özeleştiri verilmedi. Hatta maddi ve insani tahribata rağmen, PKK adına konuşan bazıları o kent savaşlarının doğru olduğunu dahi söylediler. Açlık grevlerine karşı oluşan havada, bunun da çok etkisinin olduğunu kabul etmek lazım.”

 
İktidar cephesinin açlık grevlerine uyguladığı ‘görmeme sansürüne’ dair ise “Bence hem seçim gündemi hem de kamuoyunun ilgisizliği nedeniyle iktidarın harekete geçmesini sağlayacak bir unsur oluşmuyor. Dünyadan da iktidara karşı bu konuda yükselen bir ses söz konusu değil. Bu sebeplerle iktidar bunun kontrol edilebilir bir iş olduğunu düşünüyor ve bir harekette bulunmuyor” yorumunu yapıyor.

İşin iktidara bırakılmasındansa, sorumluluk alması gereken siyasal aktörlerin olduğunu söyleyen Vahap Coşkun; Selahattin Demirtaş’ın bu aktörlerden biri olabileceğini ifade ediyor:
 

“Demirtaş seçimlerden önce ‘benim hatırım varsa AKP-MHP iktidarına karşı muhalefet kanadına oy verin’ dedi. Açlık grevleri konusunda da böyle bir çağrı yapmalı. ‘Hayatınız her şeyden daha değerlidir, sizin taleplerinizi biliyoruz, bu taleplerin taşıyıcılığını ben ve partim yürütecektir’ demesi belki olumlu bir etki yaratabilir.”


Kürtlerin açlık grevlerine ilgi göstermezken, HDP’ye seçimde desteğini sürdürdüğünü hatırlatarak, “Kürtler, Kürt siyasal hareketine ne mesaj veriyor” diye sorduğumuzda ise şu yorumu yapıyor Coşkun:
 

“Meşruiyet. 7 Haziran’da da bu mesajı vermişti. Ancak 7 Haziran’dan bugüne yapılan tüm seçimlerde, özellikle Kürtlerin yaşadığı bölgelerde HDP’nin oyları istikrarlı bir şekilde düşüyor. Hiç kuşkusuz Kürt meselesi devam ettiği müddetçe ve diğer siyasal partiler Kürtlere yönelik politikalarını değiştirmediği sürece HDP siyasal varlığını korur ve oy almaya devam eder. Ama şiddet meselesini tamamıyla kapatmadıkça HDP’nin 7 Haziran’daki gibi bir umut hareket olması ihtimali ortadan kalkar. Kürtler kendi kimliklerine, kimliklerinin taşıyıcısı olan siyasal hareketlere sahip çıkıyorlar ama artık bu meselenin şiddet sarmalından çıkarılması gerektiği konusunda da son derece bilinçli bir politik tavır geliştiriyorlar.”


Bu nedenle Kürtlerin ölümü çağrıştıran, siyaset dışı bir eylemlere de eskisi gibi herhangi bir duyarlılık göstermediklerini savunan Coşkun “Şehir çatışmalarından sonra oluşan siyasal travmayı atlatmanın da bence en önemli yolu bu” diyor:
 

“Kürtler artık çatışmalardan, yıkımlardan, sürekli ölümlerin kendi hesabına yazılmasından bıktı. Ciddi bir savaş yorgunluğu var. Bu insanlar artık normalleşmek istiyor.”

 
Devletin Kürtlerin meşru taleplerini yanıtsız bıraktığını kabul eden Coşkun, yine de TBMM’de, belediyelerde siyasal olarak mevzi kazanan bir hareketin başka yollar araması gerektiği görüşünde:
 

“Meclis’te HDP diye bir parti var, yerelde seçimleri kazanabiliyorsunuz, Türkiye’nin güneyinde siyasal olarak yeni ortaklıklar kurabiliyorsunuz. Bundan sonra Kürtleri militanlaştıracak ya da bunu amaçlayacak bir siyasal hareketin bir geleceğinin olduğunu düşünmüyorum. Siyaseti merkez alacak, siyaset üzerinden kitleleri mobilize edecek bir harekete ihtiyacı var Kürtlerin.” 


“Yaşamı savunuyoruz, hukuk işletilsin kimse ölmesin” 

İHD İstanbul Şubesi’nin öncülüğünde gerçekleştirilen; 110 siyasi parti ve sivil toplum örgütünün imzacı olduğu cezaevlerindeki açlık grevlerine dikkat çekilerek yapılan basın açıklamasında “Yaşamı Savunuyoruz, Hukuk İşletilsin, Kimse Ölmesin!” deklarasyonu yayınladı.
 

 
Adli tıp uzmanı Prof. Dr. Ümit Biçer’in okuduğu açlık grevlerine dair deklarasyon özetle şöyle:
 

“Açlık grevleri izleme heyetlerinin ve bağımsız hukukçuların takipleri sonucu ortaya çıkan veriler birçok mahpusun ileri derecede görme, işitme, tansiyon, dengesizlik, unutkanlık, yüksek ateş sorunu yaşadığını, sıvı almada zorlandığını ve yaşamlarının kritik bir eşikte olduğunu gösteriyor.

“Çoğu, yıllardır cezaevlerinde yeterli besine ulaşmamış olan,  kronik hastalıkları bulunan, sağlık birimlerine ve tedaviye ulaşma ile ilgili ciddi problemler yaşayan mahpuslar için açlık grevi oldukça zorlayıcı bir süreç ve her an ölümle sonuçlanma ihtimalini barındırıyor.

“Açlık grevini sürdüren mahpusların sağlığının geldiği kritik aşama, tıp etiği ilkeleri ve mahpus haklarına dair kurallar cezaevlerinin bir an önce kapılarını bağımsız sağlık heyetlerine açması gerektiğini gösteriyor.

“Çünkü cezaevlerindeki mevcut sağlık birimleri ne sağlık personeli sayısı açısından ne de cezaevi revirlerinin olanakları açısından açlık grevindeki binlerce mahpusu takip etme kapasitesine sahip değil.

 
“Yeni bir yasal düzenlemeye dahi ihtiyaç yok”
 

“Yasaların eşit uygulanmasını sağlamak ve cezaevlerinde tutulmakta olan mahpusların yaşam hakkını korumak devletin görevidir.

“Hukuki bir talep ile başlanılmış olan açlık grevlerinin çözüme kavuşturulması iktidar açısından hiç de zor değildir. Bunun için yeni bir yasal düzenlemeye dahi ihtiyaç yoktur. Anayasa ve yasaların eşit uygulanması tek başına yeterlidir.

“Hiçbir şeyin yaşamdan daha kutsal olmadığını düşünen bizler, açlık grevlerinin olası ölüm ve geri dönüşü olmayan sakatlıklar yaşanmadan önce sona erdirilmesi için gerekli insani duyarlılığın gösterilmesini ve demokratik yollarla çözüme kavuşturulmasını istiyoruz.

“Geçmişte yaşanan acı tecrübelerin tekrar yaşanmaması için devlete çağrıda bulunuyoruz: Hukuk işletilsin, kimse ölmesin!”


İmzacılar

Deklarasyonu imzalayan kuruluşlar şöyle:

Avrupa Süryaniler Birliği, Esu Türkiye, Ceza İnfaz Sisteminde Sivil Toplum Derneği (CİSST), Çağdaş Avukatlar Grubu (ÇAG), Çağdaş Hukukçular Derneği Genel Merkezi ve tüm şubeleri, Demokrasi İçin Hukukçular, Demokratik Alevi Derneği, Demokratik Bölgeler Partisi İstanbul, Devrimci Parti, Doğu Ve Güneydoğu Dernekler Platformu, Emek Partisi (EMEP), Eşit Haklar İçin İzleme Derneği, Ezilenlerin Sosyalist Partisi (ESP), Halkların Demokratik Partisi İstanbul, Halkevleri, Hak İnisiyatifi Derneği, İmc Kadın Dayanışma Derneği, İnsan Hakları Derneği İstanbul, İstanbul Lgbti+, İşçi Sözü, Kaldıraç, Katılımcı Avukatlar Grubu (KAV), Kesk İstanbul Şubeler Platformu (28 Şube - Eğitim Sen, Ses, Tüm Bel Sen, Bes, Yapı Yol Sen, Dives, Tarım Orkam Sen, Bts, Esm, Haber Sen, Kültür Sanat Sen) , Kırk Yama Kadın Derneği, Mor Dayanışma, 78liler Girişimi, Özgürlük İçin Hukukçular Derneği, Özgürlükçü Demokrat Avukatlar Grubu, Partizan, Rosa Kadın Derneği, Sosyalist Dayanışma Platformu (SODAP), Sosyalist Kadın Meclisleri, Sosyalist Yeniden Kuruluş Partisi (SYKP), Tevgere Jinen Azad (TJA), Toplum Ve Hukuk Araştırmaları Vakfı, Toplumsal Özgürlük Parti Girişimi, Türkiye İnsan Hakları Vakfı, Yeşiler Ve Sol Gelecek Partisi, Yeni Demokrat Kadın, Amed Dernekleri Federasyonu, Bitlis Dernekleri Federasyonu, Dersim Dernekleri Federasyonu, Elih Batman Dernekleri Federasyonu, Karakoçan Dernekleri Federasyonu, Mardin Dernekleri Federasyonu, Muş Dernekleri Federasyonu, Şirvan Dernekleri Federasyonu, Varto Dernekleri Federasyonu, Çatak Derneği, Adıyamanlılar Derneği, Kayyder, Van Gevaş Derneği, Kozluk Derneği, Bitlis Derneği, Karayazı Derneği, Eruh Derneği, Bekiran Gençlik Derneği, Bağcılar Bitlisliler Derneği, Beşiri Derneği, Eerzurum Karayazı Karagiviş Derneği, Gebze Siirtliler Derneği, İstanbul Batman Petrolspor Taraftarlar Derneği, İkitelli Batman Kozluklular Derneği, İstanbul Batmanlılar Derneği, Silvan Taşpınar Köyü Derneği, Şirvan Zivzik Derneği, Muş Bulanık Mele Mustafa Köy Derneği, Bismilliler Derneği, Diyarbakırlılar Derneği, Munzur Çevre Derneği, Gerger Derneği, Maltepe Bitlis Derneği, Başakşehir İş Adamları Derneği.   

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU