Bazı acıları, sanki yaşananları tekrarlar gibi yeniden okumak, görmek, rengini ve sesini hiç dinmeyen kanamalar ya da çığlıklar olarak yüreğinde hissetmek; yeniden aynı tarihlere gitmek, birlikte ölmek ya da acı çekmek...
Uzaklarda kalmış, hiç gerçekleşemeyen ama tortuları tarihe sızan, sarsıntıları kalbimize umutlar eken bir düşü takip etmek; değiştirilemese de artık oradaki bir çizgiyi canlandırmaya çalışmak…
Umut, evet, sadece umut; düşlerde de olsa canlı tutulan, yazılan, konuşulan… Tanrı'yı var, insanı mümkün kılan; zamanın sahiciliğini belirginleştiren ve insanın yönünü hakikate çeviren ki orada düşünmek doğrudan eylemek olur ya da tersi.
Bir şiir ya da bir resim. Hatta daha da ötesi, doğrudan resmin, tınıların ve sözcüklerin dolaşımı damarlarımızda.
Çığlıklarda veya renklerde dirilmek, diri olmak, adeta yalnızca Mesih için açılmış olan o "dar kapı"dan, ebediyetin kapısından bir ışık huzmesi gibi içeri sızmak.
Bir yolcu gibi süzülerek o aralıktan, yüzünde tüm hüzünleri ve ürküntüleri taşıyarak.
İnsan nedir ki?
Bu koşuşturma, çoğalma, susama ve susma. Giderilemeyen bir acı, acının rengi o bakışlarımızın derinliklerinde biriken.
Geride bıraktığımız bir akıştan kalbimizde kalan o acının tortusu. Yolun ve sancıların kıvrımlarından biriktirebildiklerimiz.
İnsan başka nedir ki?
Çığlıklara ya da renklere karışan bir hiçlik mi? Nedir insanı bir adım öne, umudun kıyılarına, Tanrı ile söyleşilere çağıran?
Tanrı'ya özenin sıra dışı bakışı mı? Yoksa damarlarımızda ağır ağır dolaşan o ayartı mı? Ki oradan sorumluluğunu müdrik bir Habil kadar, muhteris bir Kabil de çıkabilir.
Ama gelip geçicidir o gündelik hevesler. Bâki kalan ise hiç umulmayandır; renklerin sakladığı veya çığlıkların çağırdığı?
Ama biri, yalnızca birine ait bir sabır fark edebilir bu gizemi, küllerin altındaki alevi, yüreğe eklenecek olanı…
Kimi de bir ışıma ya da sesleniş alıp götürür bakışlarımızı uzaklara doğru. Bazı trajedilere ki onlar hiç unutulamaz.
Tarihin, -tarih diye bir şey varsa şayet- kıvrım ya da büklüm noktalarıdır onlar; kırılmalar ya da sıçramalar.
Beklenmediktir, sarsıcıdır ve acı bir tortu bırakır gerisinde her biri, tarihi de bükerek. Uzayımsı bir eğrilik gibidir tüm tarihin büküldüğü o çaresizlikler veya tutkular.
Göze çarpmasa da sarsar her şeyi, yeniden canlandırarak ve umutlandırarak. Sözgelimi Ali'nin ölümü gibi. Neden o kılıç Muaviye'ye değil de Ali'ye isabet etmiştir.
Ya da Vincent Van Gogh'a isabet eden o kurşun. Neden bir serseriye değil de ona?.. Kuşkusuz ki türlü izahları vardır.
Bir yığın yorumlar, aklayan ya da karalayan. Ama hiçbir yorum bu acı gerçeklikleri ortadan kaldıramaz. Her tarihsel anlatıda ya da sinematografik gösterimde bir kez daha anımsar ve yeniden kahroluruz.
Tıpkı W. Benjamin'in, Ali Şeriati'nin, Ahmet Kaya'nın… da, hiçbir kazanın yol açmadığı ölümlerine doğru sürüklenişlerindeki o kaçınılmazlık gibi.
Ağır ağır oraya doğru eğrilen o zamanı, hayır, daha doğrusu zamanı oraya doğru büken arzuyu fark etmemek imkânsızdır.
Ölüm arzusunu. Buna yol açan tahammülsüzlük, bu kıymet bilmeyiş, tam aksine "kıymet"e yol açan o farklılığın, yüceliğin reddi, kıskançlığın, muhannetliğin zehri ve ihtirasları gizleyen bir sinsilik; ağır ağır bizi o meşum sona doğru yaklaştırır.
Ölümün kaçınılmazlığını hissetsek de yine de bir umut ışır o karanlıkta. Bilsek de tamamlayacak olanı bir trajediyi; aslında neyedir itirazımız, beklediğimiz nedir?
Kızılın yanında sarının olmaması mı ya da "zer"in yanında "zor"un, sözün yanında kılıcın, oyunların arasında dolaşan kurşunların?..
Biliriz işte artık hiçbir çabanın düzeltemeyeceği o akışın gerçekte sonsuzluğa doğru atılan bir imdat çığlığı olduğunu.
Bizim işitemediğimiz bir seste yankılanan o "ben kazandım"ı ya da "kurtuldum"u. Ah! Bu çığlığı duyamayan yürekler ne kadar sığdır ve bu yücelikleri göremeyenler hiç bilemezler nasıl bir çölde yaşadıklarını.
Kötülük ya da kötüler mi kalmıştır geriye? Ezilenlerin bakışlarının yankılandığı o tuvalde ya da ağıtta dillendirilen nedir diye sorduğumuzda.
Ama o kapıdan geçilince bir kez, her şeyi değiştiren bir iklimden habersiz, çığlıkların ve çizgilerin dilsizliğinde kayboluruz.
Muhammed (as)'den sonra bastırılamayan o yoksun kalışın çığlıkları, Ali'nin ve Hüseyin'in ölümlerinde yankılanarak bir tarihsel girdap yaratır geride kalanlar için.
Tarihin başka bir okuması da vardır elbette. Zeyneb'e veya Theo'ya kalmış olan bir verasetin yükümlülüğü ki mahrumların öfkesini canlandıran çığlıkların göklerde yankılanışı ya da tabiatın coşkusu kadar vahşetinin renklerinin gün ışığında savruluşu gibi.
Tarihi kim yazmaktadır gerçekte?
Ya da tüm bunları, haklıyı güçsüz kılan veya doğru olanı eğrilten bu trajedilerin arkalarında bıraktıkları yankıları hesaba katan nesnel bir tarihsel akış veya bütünlük var mıdır?
Renklerin büyüsü, gizemi veya Van Gogh'u çıldırtarak aramızdan alan o coşkusu, sanat simsarlarını heyecanlandıran rakamların sonsuzluğuna nasıl dönüşür?
Ahmet Kaya'nın çığlıkları nereye doğru akar; bir ağıda dönüşmeksizin ve yeşertmeye çalıştığı umutlar kurutularak?
Hüseyin'in veya Şeriati'nin savaşımlarından geriye kalan acılar, ihanetler ve düş kırıklıkları ki sadece iktidar mıdır yoksunların yüreklerini ferahlatacak olan?
Bir trajedi mi yaşanmalıdır bu dönüşümlerin simyası için, farklı dünyalara açılan ama benzeri sahnelerin yeniden kurgulandığı?
Basıklaşan gökyüzünün altında boğulan yürekleri kurtaran o tanrısal kayra neden geride bu sarımtırak renkleri bırakır ya da bir ağıdın ritmik çığlıklarını?
Gökyüzünü yükselten ve biraz olsun soluklanmamızı sağlayan bu izler kimler tarafından karartılmıştır?
Benjamin'i ertesi gün ardına kadar açtığı kapıdan döndüren görevlinin aldırışsızlığı, tarihi nereye doğru bükmekte olduğunun farkında mıdır?
Yoksa Kafka'nın hikâyesinde kendisi için açılmış olan kapının önünde ölümüne dek bekleyen köylünün bu imtihanını boşa çıkarmak için mi görevlendirilmiştir o bekçi?
Ki barok iktidarlar, ayaklarını sağlam basmak için dünyanın sınırlarını zorlayan düşleri ezerken, barbarlığın tarihini yenilerler bir daha.
Tanrı'ya adanan kan ve gözyaşlarının izleri silinir ve sarayların ya da müzelerin gölgesindeki secdeler, adanmayla adaletin arasını aralarken, bir kere daha çağırır belki düşleri yeniden düşünceleşmeye; şayet unutmaya yazgılı yüreklerde bir derman kalmışsa tabi.
Ama illa ki düşünmek ve illa ki adalet gerekli değildir seslerin ve renklerin çığlıklara dönüşmemesi için. Ve sadece bir "rastlantı" değildir tarihsel büklümlerin yönünü değiştiren.
Her şeye uzaktan bakan şahitlerin kalplerindeki o kahredici ilgisizliktir biraz da ölümleri "kurtuluş" ve bir o kadar da trajik kılan.
Geride bırakılan bir sesi bu kadar hüzünlü, bir rengi bu denli imkânsız kılansa, belki de aramızdan çekip alınanın o bir türlü duyumsayamadığımız arınmışlığıdır.
"Arınmak!" Bu sözcüğün çağrışımlarını kirleten dinsel kurumların şatafatı kadar, adeta tanrısallığı yere indiren o seremoniler, gösterişli kılıklar ve iktidarlar nasıl da uzaktır İsa'ya, Muhammed'e, Ali…'ye.
Bilemezler oysa İlya'nın tanığı olduğu o sakin seslenişteki tecelliyi; İlya onu fırtınada, zelzelede veya alevlerde ararken.
Tanrısal ışımaları riyakâr bir konformizmin parıltılarında değil de yoksulların ya da ezilmişlerin yüzlerindeki o izlerde ve hatta tabiatın hor görülü vahşetinde arayanlar, hakikati de entelektüel bir sterilliğin adalet çığlıklarına mesafeli estetik incelmişliği yerine, çileli yolculukların ve yüzlerin yıpratıcılığında bulanlardır.
Söz gelimi Van Gogh'un, burjuva bakışına dair bir estetik güzellikten yoksun botlarındaki o gözlerden ırak ışımalarda bulduğu dilsizlik ve sessizliğin çığlıklarında.
Düz bir bakışla göze çarpmayanı çerçeveleyen ve öne çıkaran, ressamın onun üzerinden işleyen yaratıcılığının parıltılarıdır kuşkusuz.
Ama bu botlardaki asıl hüzün ve duyulamayan o çığlıklar, Van Gogh'un kendi çığlıkları ve hatta kendisidir aslında.
Çünkü botlar ona aittir ve onun ayaklarında, yolunda paralanmıştır. Onu kendisine yol kılan bir yaratıcılığın trajedisini onlar adımlamıştır.
Her ne kadar çamurlu ve yırtıklar içerisinde olsa da bu botlar, Heidegger'in nispet etmeye çalıştığı gibi bir köylüye ait değil, Van Gogh'a aittir.
Van Gogh, o botların tüm yıpranmışlığında kendi hikâyesini anlatmaya çalışmıştır ve derinlikli bir okuma orada doğrudan sanatçının yüzünü ve hikâyesini görebilmelidir.
Dolayısıyla bu botları tarihsel unutulmuşluğun girdabından çıkararak üzerinde konuşulur kılan, ondaki çığlıklar ve renkler, Van Gogh'un duymazlıktan gelinen çığlıkları ve bir türlü görülemeyen ve hatta ona bir deli muamelesi yapılmasına sebep olan sanatının -hor görülü kalbinin- ışımalarıdır.
Orada, patikalarda sürdürülen sahici yolculukların izi kadar, yerine bir başkası konulamayan bir bakışın dikkatini de buluruz.
Yoksulların çağrılmadığı yerde bulunma diyen Ali'nin tavsiyesi de, salt bir yemek sofrasına değil, yoksulların yüzlerinde ve hatta sözlerinde yakalanabilecek olan Tanrı'ya yakınlığa dikkat çeker; orada kaybedilecek olan bir muştuya.
Garaudy de bu yüzden, yani yoksunlarla olan bağını ve adalet savaşımını sürdürebilmek için, artık muteber bir parti olan sözde ezilmişlerin temsilcisi Komünist Parti'nin yönetiminden uzaklaşarak, "Allah'a ve insana inanmanın savaşını verenlerle birlik olup ellerini kirletme tehlikesini göze almış" değil miydi?
Açıkçası biz onları duydukça, duyabildikçe, acının rengi ve hüznün sesi yeryüzünden hiç eksilmeyecektir ve hatta bu, yaşamanın en trajik ve hakikate en yakın anlamı olacaktır.
Her ne kadar bu bizim adalet arayışımızı eksiltmese ve yüreklerimizi soğutmasa da. Duymak ve duyurmak, anlamak ve anlatmaktır belki yürekleri serinletecek olan; zalimlerin yüzüne karşı hakikati ve adaletsizlikleri ifşa ederek.
Asıl sorun ise duyarsızlaşmış, "manda gönü gibi paralanmaz" hale gelmiş yüreklerin sadece birer kan devinim otomatı haline gelmişliğidir.
Renklerdeki acıyı, seslerdeki hüznü, çığlıklarda kaybolmaya bırakılmış olan aşkı ve hayatı devindiren o dinmeyen adalet arayışını izlemekten yorulmayan bir tek insan kalsa da, işte o bile canlı tutacaktır insanı var ve yeryüzünü anlamlı kılan umudu.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish