Tüm dünyaya yayılan yeni tip koronavirüsün (Kovid-19) özellikle Batı ülkelerindeki yaşanan başarısızlığın Aydınlanma ile ilişkisine dair eleştirileri Prof. Ahmet Muhtar Çakmak ile konuştuk.
Celalettin Can: Hocam, şöyle başlayalım isterseniz. Yaşamın artık eskisi gibi devam edemeyeceğimizi düşünenler günümüzde neredeyse her şeyi yeniden tartışmaya açıyorlar. Bunlardan biri de Aydınlanma. Birçok yönüyle tartışılmaya çalışılıyor. Hatta bir yazar saygın sosyal bilimler dergisi New Left Review'un Mayıs 2020 sayısında koronavirüsle (virüsün adı SARS-COV-2 ama koronavirüs diye bilinir oldu) ve neden olduğu Kovid-19 hastalığıyla mücadelede Batı ülkelerinin başarısızlığının Aydınlanmanın iflası anlamına geldiğini iddia etti.
Bu iddia üzerinden Aydınlanma konusunun ele almaya çalışalım.
Ama önce bu yazıyı yazan R.T. Murphy bu iddiasını neye dayandırıyor, kısaca onu görelim…
Prof. Ahmet Muhtar Çakmak: Murphy'ye göre virüs salgını ile mücadelede altı Asya ülkesi (Çin, Japonya, Tayvan, G. Kore, Singapur ve Hong Kong) Batı ülkelerine kıyasla çok daha başarılı oldu. Bu doğru. Murphy'nin yazısı mayısta yayımlandı, mesela ağustosta gelen veriler de onun bu iddiasını doğruladı.
Hatta mayısta neredeyse kimsenin adını bile anmadığı Vietnam şu anda virüs salgını ile mücadelede dünyanın en başarılı ülkesi olarak gösteriliyor. Bu da Murphy'nin iddiasına kesinlik kazandırıyor bile diyebiliriz.
Gerçi eylül başı itibarıyla mesela Güney Kore'de sert bir artış kaydedildi ama şu an için bu Asya ülkeleri virüsle mücadelede Batıya kıyasla daha başarılı.
Şimdi bu iddianın ikinci kısmına geçelim:
Murphy'ye göre bu ülkeler şu iki nedenle virüs salgını ile mücadelede Batıya kıyasla başarılı oldular. Birincisi uzmanların (bilim insanlarının) söylediklerini yaptılar, çünkü bu ülkelerde uzman görüşüne saygı duyuluyor.
İkincisi ise toplumsal veya doğal düzene yönelik bir tehdit algısına karşı çok hassaslar ve böyle bir tehdit algıladıklarında hemen harekete geçiyorlar. Bunlara bir üçüncüsü de eklenebilir. O da bu ülkelerde halkın yöneticilerin kararlarına uymaları.
Murphy bütün bunların arkasında da bu ülkelerde Konfüçyüs düşüncesinin etkili olmasını görüyor.
Bunların hepsinin payı olabilir ama asıl neden Asya ülkelerinin koronavirüsle (SARS-COV-2) ve bunun neden olduğu Kovid-19 hastalığı ile mücadeledeki nispi başarısı bu ülkelerin yakın geçmişte benzer virüs salgınlarına maruz kalmalarının sonucudur.
Yapılan araştırmalar göstermiştir ki yakın geçmişteki virüs salgınlarının hemen ardından bu ülkeler toplum sağlığını önemli bir gündem maddesi haline getirmiş, birçok merkez ve hastane kurmuştur. Bu kurumlar koronavirüsle ve Kovid-19'la mücadelenin nispi başarısını sağlamıştır.
- Buna devam edeceğiz ama önce Batıya dönelim…
Murphy Batı ülkelerinde (Batı diyor ama sadece ABD ve İngiltere üzerinde duruyor) virüs salgını ile mücadelenin başarısız olmasını önde gelen ahlak Felsefecilerinden Alasdair MacIntyre'ın tezlerine dayanarak açıklamaya çalışıyor.
MacIntyre Aydınlanmanın insanları toplumsal amaçtan ve geleneklerden yoksun bıraktığını, bunların yerine bir şey koyamadığı için de Batıda ciddi bir ahlak bunalımının ortaya çıktığını ileri sürüyor. Böyle olunca da bunu politik bunalımın izlediğini düşünüyor.
Bir örnekle açıklamaya gayret edeyim. Murphy, Trump gökten zembille inmedi diyor. Ona göre Trump gibi birinin seçilebilmesini sağlayan siyasal kültürdür. O kültürü yaratan da işte bahsettiği ahlak sorunudur ki bunu da MacIntyre'ın görüşlerine dayanarak Aydınlanmaya bağlıyor.
Dolayısıyla virüs salgını konusundaki başarısızlık aslında Aydınlanmanın başarısızlığıdır diye düşünüyor.
Bu bağlamda, ABD'nin virüs salgını ile mücadeledeki başarısızlığını da Trump'a bağladığını görüyoruz.
Batı yakın geçmişte bu tür salgınlara maruz kalmadığından hazırlıksız yakalanmıştır. Bununla birlikte bu durum adı geçen Asya ülkelerinin nispi başarısını açıklar ama Batının nispi başarısızlığını açıklamaz.
Çünkü Batıda başka şeyler de oldu. Epidemiyologlar raporlar vererek hükümetleri uyardılar. AB üç yıl önce bir aşı geliştirilmesi gerektiğini belirtti ama ilaç şirketleri bunu reddettiler. Belli ki bunu karlı görmediler. Şimdi aşı konusunun ilaç şirketlerinin kararına kalmış olması kendi başına önemli bir konu zaten.
Bu neoliberalizmin bir sonucu.
Burada bir parantez açmak istiyorum. Bazı yazarlar neoliberalizm kapitalizmin ta kendisi zaten, o nedenle neoliberalizm terimi aldatıcı oluyor diyorlar.
Peki ama İkinci Dünya Savaşı sonrasında başlayıp 1970'lerde sona eren dönem de kapitalizm ise o zaman ikisine de aynı adı vermek de yanıltıcı değil mi diye sorduğumuzda o dönem demokrasinin ve işçi sınıfının mücadelesinin sonucu diyorlar. Bu yaklaşımı yanlış ve tehlikeli buluyorum.
Çünkü o dönem demokrasi ve işçi mücadeleleri sayesinde yaşandı ama anladık ki kapitalizm altında bu mümkünmüş. O nedenle neoliberalizm terimini kullanmaya devam etmek lazım.
Şimdi kaldığımız yerden devam ediyorum. Aşı konusunun ilaç şirketlerinin kararına bırakılmış olması neoliberalizmin sonucu demiştim. Öyleyse benzer bir durumun Asya'nın adı geçen ülkelerinde de olması lazım, çünkü orada da neoliberalizm var denebilir.
Birçok yazar bunun yanlış olduğu kanısında. Onlara göre Asya ülkeleri neoliberalizmin işlerine gelen yanlarını aldılar, dolayısıyla Asya bir istisnadır demekteler. İstisna olduklarını sanmıyorum.
Çünkü bu ülkeler Dünya Ticaret Örgütünün üyeleri ve bu örgütün kurallarına uymak zorundalar. Belki Çin ve Vietnam biraz daha farklı olabilir, çünkü bu ülkeler halen komünist parti diktatörlüğü altında olan ülkeler.
Batıda neoliberalizm altında halk veya toplum sağlığı, koruyucu tıp gibi alanlar terk edildi. Çünkü özel şirketler bu alanları karlı bulmuyordu ve sağlık özel şirketlere bırakılmıştı. Bu olmasaydı korona virüs olayı oldukça farklı yaşanabilirdi.
Zaten bu virüsün ortaya çıkışı da nüfus artışı ve kentleşme sonucu ormanlık alanların yok edilmesinin ama asıl önemlisi şirketlerin ormanlara, özellikle de tropik ormanlara dalmasının sonucudur.
Hangi açıdan bakarsak bakalım korona virüs salgını ve onunla mücadeledeki başarısızlıklar kapitalizmin sonucudur. Bunun teşhir edilmesi gerekiyor, çünkü bu yapılmıyor. Büyük ölçüde medyanın sermayenin eline geçmiş olması nedeniyle yapılamıyor tabii.
- Batının virüs salgını ile mücadeledeki başarısızlığını aydınlanmaya bağlayan görüşleri bir ölçüde derinleştirsek…
Daha önce de söylediğimiz gibi Murphy, Batının virüs salgını ile mücadelesindeki başarısızlığı Aydınlanmanın iflasıdır derken Alasdair MacIntyre'ın tezlerine dayanıyor. O nedenle MacIntyre'ın bu konudaki görüşlerine değinmek gerekiyor.
Alasdair MacIntyre şu anda 91 yaşında ve çağımızın önde gelen ahlak felsefecilerinden birisi. MacIntyre'a göre Aydınlanma Projesi (bu ifadeyi kullanıyor) emotivist olduğu, teleolojik olmadığı ve gelenekleri de göz ardı ettiği ve de bunların yerine de bir şey koyamadığı için Batı toplumlarında ahlak dili dejenere oldu. Bu da siyasetin de dejenere olmasına neden oldu.
- Bununla ne demek istiyor?..
Emotivizm ahlak kurallarının duygulardan kaynaklandığını savunur. MacIntyre'ın bu değerlendirmeyi yaparken tehlikeli noktalara gittiğini düşünmekteyim ve dolayısıyla MacIntyre'ı esas alan Murphy de öyle.
Fazla uzatmadan doğrudan sonuca uzanmaya çalışayım:
MacIntyre için amaç insanın gelişmesidir (flourishing kelimesini kullanıyor. Bu serpilme, büyüme, gelişme demek). Bu ise fiziksel, entelektüel, estetik ve ahlaki güçlerimizin gelişmesi anlamına geliyor.
Eğer arzularımız disipline edilir, dönüştürülür ve iyi şeylere (amaçlara) yönlendirilirse bu gerçekleşebilir. İnsanın gelişmesi kimin amacı, ne için, hangi şartlar altında vb. durumlardan bahsedilmeden soyut bir insanın gelişmesinden bahsedilirse, bunun kimlere yarayacağı belli olmaz.
MacIntyre gençliğinde Marksist imiş. Daha sonra Marksizmi terkediyor ve şimdilerde Marksizm ile barışıyor. Bu bilgiyi şunun için verdim. Marksizm'in temel özelliklerinden biri baktığı şeye tarihsel açıdan bakmasıdır.
MacIntyre bilebildiğim kadarıyla bunu yapmıyor ve bunu yapmadan Marksizm ile nasıl barışılır, onu ben bilemiyorum. Belki daha da tehlikeli olan arzularımızın disipline edilmesi, dönüştürülmesi ve yeniden yönlendirilmesi kısmı. Bunu tehlikeli buluyorum.
Zaten böyle bir şey imkânsız. Nitekim MacIntyre'ın genel tutumundan psikoloji biliminden pek hoşlanmadığını, hatta mutluluk kavramına biraz eleştirel baktığını da anlıyoruz.
Teleoloji konusunda MacIntyre şöyle düşünüyor:
Toplumun bir amacı olmalıdır. MacIntyre buna çok önem verir. İnsanların gelişebilmeleri ve kendilerini iyi hissetmeleri amacı olan bir toplumda mümkün olur. Aydınlanma yüzünden toplum amaçsız kalmıştır.
İnsanın erdemli olması da MacIntyre için çok önem taşır. Öyle ki en ünlü kitabının adı "Erdem Peşinde"dir. İşte belli bir ahlakın yerleşmesi için ve erdemlerin tanımlanabilmesi ve insanların bunu benimseyebilmeleri için toplumun amacı olmalıdır.
Aksi takdirde ahlaki değerlerin içi boşalır, ahlak çatışması olur. Liberalizmde olduğu gibi.
Nihayet MacIntyre için geleneklerin varlığı ve bunlara değer verilmesi de çok önemlidir. Aydınlanma düşünürleri yüzünden Batı'da amaçsız, geleneklerden kopuk ve arzuların hâkim olduğu toplumlar ortaya çıkmıştır.
Böyle toplumlarda siyaset kültürü ve siyaset anlayışı da sakat olur.
Murphy de MacIntyre'ın bu düşüncelerini benimsiyor. O yüzden Trump, Bolsanaro, Berlusconi, Orban vb. kişiler devlet başkanı olabilmişler ve koronavirüs salgınında da bu tür insanlar yüzünden önlenebilir binlerce ölüm meydana gelmiştir.
Şimdi, birincisi, toplumsal olayları insanların düşünceleri etkiler mi ya da ne kadar etkiler? Bu hep tartışılan bazen gündemde yukarı çıkan bazen aşağı düşen çok önemli bir konudur.
Anaakım iktisadın önemli isimlerinden iktisat tarihçisi Joel Mokyr, bazı dönemlerde insan düşüncesi olayları epey etkileyebiliyor, Aydınlanma çağı da böyle bir dönemdi diyor.
Diğer taraftan, Aydınlanmanın etkisinin 1800'lerin başlarından itibaren ortadan kalktığını söyleyenler de var. Ben bu konuda laf edecek kadar bilgi birikimine sahip biri değilim.
Bununla birlikte günümüzün Batı toplumlarında olduğu iddia edilen ahlak sorununun sebebinin Aydınlanma düşünürlerinin toplumu amaçsız bırakması ve gelenekleri yok sayması olduğuna aklım yatmıyor.
Arada çok sular aktı. Kaldı ki Aydınlanmacılar kendi dönemlerinde bile toplumsal olayları pek etkileyemediler, etkileyemezlerdi de.
İkincisi yukarıda bazılarının adını saydığım devlet yöneticilerinin iş başına gelmesinde cehaletin, yalana dayalı propagandanın ve şu anda henüz saptayamadığımız başka önemli nedenlerin de rol oynadığını biliyoruz.
Bu duruma hakikat-sonrası deniyor ve ben bu terimi yanlış bulanlardanım. Bunu adına hakikat-sonrası veya bir başka isim takarak yeni bir şeymiş gibi sunmak da doğru değil. Bu öteden beri devlet yöneticilerinin özellikle de başı sıkıştığında başvurdukları bir yöntemdir.
Bunu yapmayan devlet yöneticileri de oldu ancak Kapitalizmin egemen olduğu toplumlarda hiçbir zaman gerçekler halka tam olarak açıklanmadı ama dediğim gibi bu ikisi arasında fark var. Böyle bakınca Aydınlanmanın bunlarla bir ilgisi olmadığını da görebiliyoruz.
Şöyle bir varsayım yapmayı uygun buluyorum. Bir toplumda eleştirel bakabilen, düşünmesini bilen insanlar yetiştirmeye yönelik yaygın bir eğitim uygulanırsa o toplumda devlet yöneticilerinin halkı yalanlarla yönetmesi oldukça zorlaşır.
Nitekim buna teşebbüs eden bir devlet hiç olmamıştır. Bunu ancak hakikatlerin açıklanmasından korkmayan yöneticiler yapabilir ve tabii bunu halkın devlet aygıtının işleyişini gerçek anlamda denetleyebildiği mekanizmalarla desteklemek gerekir.
Eğitim konusunda Aydınlanma düşünürlerinden bazıları reformlar önerdiler. Bazıları ise halkın büyük kısmının cahil olmasıyla ilgilenmedi bile.
Dediğim gibi devlet yönetimine aklın ve bilimin hâkim olması (kısaca dine dayalı olmaması) dışında Aydınlanma düşünürlerinde ortak noktalar bulmak zordur.
Bugün dinci hareketlerin yükselişi ve postmodernizm karşısında (ben postmodernizmi külliyen reddeden biri değilim. Genelde reddediyorum ama onların çalışmalarının da dünyayı anlamamıza katkıları olduğunu görmek gerektiği kanısındayım)
Aydınlanmayı savunmak gerektiğini düşünüyorum. Bununla birlikte bugün Aydınlanmayı savunmak sadece aklı ve bilimi savunmaktan ibaret kalamaz.
Hangi akıl? Aydınlama düşünürleri özel mülkiyeti ve özel girişimi savundular, anaakım Aydınlanma olarak. Radikal Aydınlanma daha farklı idi. Bize düşen (burada biz derken, genel olarak ilericiler olarak anlaşılabilir) Radikal Aydınlanmayı savunmaktır ama bundan da ibaret kalamaz.
Kalamaz ama işte onun ötesinde neyi savunacağız?
Bu ilericilerin tartışmaları ile belki ortaya çıkabilir ama bu konuda pek ümitli değilim.
Çok önemli bulduğum bir örnekle yetineyim. Bugün tarihsel önemi olan bir durum karşısındayız: Tarihte ilk defa olarak dünyanın zenginlerinden ve orta hallilerinden açlara ve yoksullara belli bir miktar kaynak aktarılsa açlık sorunu ortadan kalkacak ve yoksullukta büyük bir erime yaşanacak.
Bu artık neyin konusudur bilmem ama bunun öznesi yok, bunu dünyaya dayatacak güç yok. Ne var ki bunun lafını eden bile yok.
Şöyle tamamlayayım: Yeniden Aydınlanma değil, Daha Fazla Aydınlanma. Bunun unsurlarının belli olmadığı kanısındayım. Şu an itibarıyla bunu bilmediğimizi kabul etmek lazım.
- Asya tarzı otoriter rejimlere övgünün siyasal bir sonucu yok mu?
Var elbette… T.R.Murphy adı geçen Asya ülkelerini överken bence otoritarizme ve disiplinli toplumlara prim veriyor. Bu hiç doğru değil. Zeminimiz tarihsel an itibarıyla Batının demokrasisidir, üzerine ekleyeceğimiz şey (eğer becerebilirsek) budur.
Özgürlük esastır. Belki Batı biraz toparlanacak ve Asya da biraz daha demokratik olacak ve belki bir noktada birleşecekler.
Ne var ki bu hikâyenin fena halde bir eksiği var. O da sermaye ve onun devleti konusu. Murphy'nin Aydınlanmaya atfetmeye kalktığı sorunların kaynağı aslında sermaye ve onun devleti.
Tabii, kabul etmek lazım, bunu Aydınlanma düşünürleri de görememişti, bazı istisnalar hariç. Göremezlerdi de. O sırada bu mümkün değildi.
Hatta Radikal Aydınlanmanın bir düşünürü aristokrasi toptan kaldırılsın demişti. O dönem için daha ileri bir talep belki de olamazdı.
Şimdi bize düşen kapitalist aklın yerine neyi savunacağımızı bulmaktır.
(Yarın devam edecek...)
*Alasdair MacIntyre: günümüzün önemli ahlak felsefecilerindendir. İskoç asıllı olup ABD'de yaşamaktadır. 91 yaşındadır. Yaşamı boyunca erdemin ve iyi ahlakın koşullarını aradı. Son olarak kendisini Aristoteryen Tomist olarak görüyor. Katolik kilisesinin üyesidir. Gençlik döneminde troçkist Marksist idi. Sonra Marksizm'den uzaklaştı. Daha sonra Marksizm'le yeniden barıştı.
*R. Taggart Murphy: 2016'da öğretim üyesi iken emekli oldu."Japonya ve Geçmişin Prangaları" ile Amerikan Yayıncılar Birliğinin 2002 iktisat kategorisi ödülünü alan "Japonya'nın Politika (policy) Tuzağı" kitaplarının yazarıdır. Değişik dergilerde makaleleri yayınlanmaktadır. Asya ve özellikle de Japonya ekonomisi üzerinde çalışmaktadır.
*Joel Mokyr: ABD Northwestern üniversitesinde ekonomi ve tarih profesörüdür. 1994 yılında Robert H. Strotz sanat ve bilim profesörü seçilmiştir. İktisat tarihi konusunda Anaakım iktisadının önde gelen bilimcilerinden biridir. Yayınlamış birçok kitabı ve makalesi vardır.
*Diderot: 18'nci yüzyılda yaşamış olan bir Fransız filozofudur. Radikal Aydınlanmanın önde gelen düşünürlerindendir. Materyalist ve ateist idi. Demokrasiyi, ırk ve cinsiyet eşitliğini, bireysel yaşam tarzı özgürlüğünü, düşünce ifade ve basın özgürlüğünü dinsel otoritenin yasama sürecinden ve eğitimden silinmesini savunmuştur (Wikipedia Diderot maddesi ve Jonathan Israel, Radikal Aydınlanma ve Modern Demokrasinin kökleri, s. 7).
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish