Kropotkin’den Berberilere yeni bir dünya tasavvuruna doğru

Bülent Şahin Erdeğer Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: Pixabay

Pyotr Alekseyeviç Kropotkin, 1902’de yayınlanan “Karşılıklı Yardımlaşma" adlı eserinde güçlünün ayakta kaldığı 'Sosyal Darwinizm' söylemine karşı evrimin yardımlaşma mekanizmasını öne çıkartmıştı.

Kropotkin, böylece doğal seçilim sadece güçlülerin hayatta kalması demek değil, zayıfların da birbiriyle yardımlaşarak değişen şartlara ayak uydurduğu/adapte olduğu gerçeğini hatırlatmıştı.

Doğanın bir parçası olduğundan insanlar da kendi aralarındaki ilişkilerde sadece güçlülerin ayakta kaldığı toplumlar, organizasyonlar değil karşılıklı yardımlaşmayı örgütlemelilerdi.

Kropotkin, bu doğal fenomenden hareketle insanlık tarihindeki yönetim tarzlarını incelemiş ve doğayla uyumlu eşitlikçi ve adil bir toplum ve yönetişimi aramıştır. 1
 


Kropotkin, tarihe baktığında avcı toplayıcı toplulukları ve pek çok ulus öncesi yönetimi bu bağlamda değerlendiriyordu.

Kitabında, İslam dünyasından da bir örnek veriyor: Çoğumuzun Berberiler olarak bildiği Kuzey Afrika’da yaşayan İbadi mezhebine mensup Amaziglere mercek tutmuştu.

Kropotkin ve sonrasında anarşist antropologlar dünyanın farklı bölgelerindeki eşitlikçi toplumları inceleseler de Amaziglerle sınırlı ve yüzeysel kalmıştı.
 


Galatı meşhur biçimde anarşi kavramının düzensizlik ve terör şeklinde yanlış anlaşılması bir yana aslında dikey yönetim/hiyer-arşi’ye karşı yatay yönetişim/an-arşi arayışıdır, talebidir.

İnsan iradesinin özgürlüğünü savunan bu sebeple de hayatın her alanına karışan hiyerarşik “devlet”e karşıdır. Ki böyle bir ilişki tarzı İslami dilde de “kula kul olmak” demektir. 

Kropotkin’in işaret ettiği eşitlikçilik yatay ilişki tarzına örnek verdiği Amazigler, aslında İslam toplumu ve devlet yapısının küçük bir parçasını oluşturuyor.

Dikey baskı aygıtı modernlik öncesi saltanat/hanedanlık ya da modern ulus devlet totaliterliğinin karşısında konumlanır.

Amazigler, liderin değişken olduğu, istişarenin eksende olduğu bir kabile yapısını ifade ederler.

Daha da geriye gidersek Hz. Muhammed ve 4 Halife dönemindeki Ehlu’l Hal ve Akd ilişkisiyle karşılaşırız.

Yani lider hukuk karşısında herkesle müşterek olmakla birlikte belirli sorumluluklar için karşılıklı sözleşmekte ve bu ikili ilişki karşılıklı sorumluluk ve denetlemeyi beraberinde getirmekteydi.

Bu sebeple yönetici bir “koordinatör” konumundadır. Ontolojik ya da sınıfsal bir farklılık/üstünlük ve hiyerarşiye de kökten karşıdır.

Kişisel hayatın özgürlüğü koruma altında olmakla beraber kişi biatını sözleşmenin karşı tarafında gördüğü eksiklikler sebebiyle bozabilir.

Bu durumda başka bir coğrafyaya gitme özgürlüğüne de sahiptir. Bu tarz özgürleştirici ilişkilerde sınır, tel örgüleri, zorunlu askerlik, zorunlu tek tip eğitim, ve devletin hayatın her noktasına müdahalesi gibi kavramlar yabancıdır. 

3. Halife döneminde başlayan bozulmaların 4. Halife döneminde iç savaşa dönüşmesi ve Emevi saltanatına dönüşmesi yukarıda belirtitği ilişki tarzının da İslam dünyasının merkezinden çevresine doğru itilmesini, Kuzey Afrika, Umman, Taberistan gibi merkezden uzak bölgelerde yaşamaya devam etmesine olanak sağlamıştır.

O yüzden Amaziglerin yönetim tarzları da Hz. Muhammed ve ilk yönetişim deneyimine daha sadık kalmış bir tarzdır.

Elbette İbadiyye mezhebine mensup anarşist yönetişim sadece avcı toplayıcı kabile tipiyle sınırlı kalmamış Rüstemiler Medeniyeti ile de 777 ila 909 yılları arasında daha geniş bir örgütlenme ortaya koyabilmiştir. 
 


Rüstemiler gerçekten eşitlikçi sınıfsız bir medeniyet tecrübesi olrataya koymuşlardır.

Barckley’in de beirttiği üzere eşitlikçilik, sınıfsızlık elbette tek tornadan çıkmış ve karmaşa içinde dağınıklığı ifade etmez.

Kuzey Afrika’da İbni Haldun’un "asabiyye" kavramı etrafında incelediği toplum yapısının antropolojik okuması halen yeni değerlendirmeleri beklemekte. 

Sadece Rüstemiler Medeniyeti değil. Yine aynı bölgede 1130 ile 1269 yılları arasında İbni Tumert’in önderliğinde kurulan Muvahhidler medeniyeti ile karşılaşırız.
 


İbni Tumert ve halefleri tüm toplumu iç içe geçmiş halk meclisleri ile organize etmişlerdi. Usre ve Eşyâh denilen önde gelen liderler beğenmedikleri halifeyi azletme yetkisine sahiptiler.

Saltanatın olmadığı bir medeniyet örneği olarak Muvahhidler, mahalle meclisleri, şehir konseyleri ve nihayetinde kabile liderlerinin oluşturduğu üst meclis gibi bir yönetim örgütlenmesini başarmışlardı.

Kadınların da bilim ve sanatta önde olduğu bir toplumdu. Muvahhidler dünyasında kadın doktorlar ve şairler meşhurdu.

Muvahhid toplumu, Berberice ve Arapça eğitim seferberliği başlatmıştı.  

Son dönem İslam düşüncesinin en önemli isimlerinden biri olan Cezayirli düşünür Malik bin Nebi, Muvahhidler toplumunu kendi tarih okumasında hayati bir yere oturtur.

Malik bin Nebi’ye göre, Muvahhidler sonrası bireyi, bin Nebi'nin tasvir ettiği gibi birçok psikolojik özürden kaynaklanan toplumunun hastalık ve acılarının mikrobunu taşır.

Birey ahlaki, sosyal, felsefi ve siyasi iflasla dolu bir atmosferde şekillenmiş "hasta bir ruh"a sahiptir.

Bu birey, Malik bin Nebi'nin "sömürülebilirlik" (sömürülmeye müsait hale gelme) (al qabiliyah li al isti'mar) dediği şeye tutulmuştur. 

Malik bin Nebi’nin üç aşamalı şemasında; ‘ruhi evre, akli evre ve içgüdüsel evre’ tanımları ile karşılaşırız.

Bu tanımlara göre; cahiliye döneminde ‘şey’in hâkim olması ile medenileşme sonrası dönemde ‘şey’in hâkim olması aynı şeydir.

Daha açık bir ifade ile; Muaviye’ye kadar olan süreçte ‘ruhi evre’ hâkimdi ve Malik bin Nebi’nin ‘gerilim’ (aslında aşk ve heyecan da denebilir) dediği öğe, ön plana çıkarak Müslümanların her türlü fedakarlıkta bulunmalarına olanak sağlıyordu ve zihinlerini de duru tutuyordu.

Muaviye döneminden, 12'nci yüzyılda var olmuş olan ‘Muvahhidler Devleti’ne kadar ise ‘akli evre’ hâkimdi ve bir önceki devrenin verdiği ilham ile akli anlamda gelişmeler mevcuttu; fakat ruhi bir heyecan pek söz konusu değildi.

Bu dönemden sonra ise, Malik bin Nebi’ye göre, tekrar medenileşme öncesi döneme geçilmiş ve ‘içgüdü’lerin hâkim olduğu dünyada fikri gelişim çok fazla sağlanamamıştır.

Böylece ‘fikirler’in hâkimiyeti öngörülememiştir. Dolayısıyla, bu çağda ‘fikirler’ ciddi bir değişim geçirmedikçe/ıslah olmadıkça, insan ‘sömürülme’ye mahkum olacaktır.

Ve esas sorun, ‘sömürme’ değil de, ‘sömürülmeye açık olma/izin verme’ sorunudur.

Dolayısıyla Kropotkin’in Batı dünyasına tanıtmaya çalıştığı Berberi toplum yapısının aslında çok derinlikli bir sosyal antropolojisi vardır ve Malik Bin Nebi’nin yapmaya çalıştığı gibi geleceğe dair bu örgütlenme tecrübesinden nasıl dersler çıkartabiliriz?

Günümüze geldiğimizde ise en azından Vestfalya Anlaşması'yla başlayan son 150 yıldır şekillenen “ulus devlet”ler dünya sisteminin yapıtaşlarını oluşturdular.

BM çatısı altında buluşan ulus devletler örgütlenme olarak yukarıdan aşağıya silahlı otoritenin insanları “vatandaşlık” kalıplarında şekillendirdiği bir tasavvurdur.

Sınır, bayrak, vatan gibi kutsanan sembollerin yanı sıra toprak ya da ırk için ölmek/şehitlik gibi kurgusallıkları da beraberinde getiriyordu.

Ulus devlet ekonomi politiğini kapitalizme vatandaşını da laik-seküler kimliğe zorluyor. Elbette bunun bazı istisnaları var, ama genel olarak bu ana hattan sapılmadığını belirtebiliriz.

Bazı ulus devletler ise bizzat kurucu resmi ideolojiler ile sarmalanmış “kurucu ata” ,“ebedi önder” gibi kişi kültlerini de içermektedir.

Hiyerarşik itaat ettirme-otorite ilişkisi dikey olup bireyi değil devletin kendisini eksene alan bir tanrısallığa yol açmaktadır.

Devlet tanrısı için kurban vermek, hukukun, ahlakın dışına çıkma normal hatta zorunluluk olarak görülebilmekte.
 


Aynı hiyerarşik dikey tahakküm ilişkileri dini cemaatlere de yansımakta. Dolayısıyla despot cemaatlerin kurdukları siyasal sosyal alanlar da aynı ulus devletler gibi tepeden inmeci ve dayatmacı bir karakteri üretmekte.

Türkiye’de ve birçok ülkede bu devletçi otoriteryanizmin içselleştirilmesi hakların ve değerlerin değil gücün ve güçlülerin değer görmesini sağlıyor.

Dikey ve dayatmacı otoriter tahakkümcü ilişki ağlarının çözülmesinin yolu ise karşı-yatay ilişki zihniyetinin teorisinin ve pratiğinin geliştirilmesiyle mümkün.

İstişareyi, beyin fırtınalarını, dayanışmayı, kolektif ağları, kooperatifçi paylaşım ekonomilerini çoğaltmak hiyerarşilerin gevşemesini ve çökmesini sağlayacaktır.

Epistemolojiden, sosyal bilimlere, yerel yönetimlerden, dini yapılanmalara, ekonomik örgütlenmelerden kişisel ilişkilere kadar hiyerarşik olmayan yatay ilişki tarzları nasıl geliştirilebilir bunlara yoğunlaşmak gerek.

Çürüyerek çöken hiyerarşilerin altında kalmamak ise eş zamanlı olarak alternatifinin inşasıyla mümkün.

 

 

1. Anarşist Sosyal Antropoloji okumaları için şu eserler okunabilir: “Karşılıklı Yardımlaşma - Evrimin Bir Faktörü, Pyotr Alekseyeviç Kropotkin, Kaos Yayınları; “Efendisiz Halklar Bir Anarşi Antropolojisi”, Harold Barclay, Sümer Yayıncılık; “Devletlere Karşı Etnoloji Anarşist Antropoloji”, Mitchel Johns, Natalia Buler, Sub Basın Yay.; Antropoloji, Ekoloji ve Anarşizm, Brian Morris, Kolektif Kitap “Tahakküm ve Direniş Sanatları: Gizli Senaryolar”, J.C.Scott, Ayrıntı Yayınları

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.  

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU