Independent Türkçe’de bize ayrılan bu sütunda genel olarak Türkiye’de milliyetçilik, İslamcılık ve muhafazakarlık düşüncesi bağlamında güncel ve akademik tartışmalara yer vereceğiz.
Bu doğrultuda ilk yazımızda AK Parti’nin İslamcılık ile milliyetçilik arasında gidip gelen muhafazakar siyaset anlayışına odaklandık.
Siyaset bilimi açısından muhafazakarlık daha geniş bir çerçeveye otursa da Türkiye özelinde düşünüldüğünde milliyetçilik ve İslamcılık ile iç içe geçen bir düşünce hattı ortaya çıkar.
Muhafazakar düşüncede asıl olan toplumsal değerleri, manevi kuralları, din ve aile gibi kurumları değişimler karşısında muhafaza etmek, dolayısıyla geleneksel kimlikten yana tavır almaktır.
Tarihsel kopuştan ziyade süreklilik ele alınır ve gelecek tasavvuru geçmişle kurulan ilişkinin sağlamlığına bağlıdır.
Kontrol edilebilen tedrici bir değişim makbul olduğundan her türlü toplum mühendisliğine ve hızlı değişimlere karşıt bir tutum geliştirilir.
En bariz örneğini erken Cumhuriyet döneminin radikal dönüştürme ve toplum mühendisliği karşısında Peyami Safa, Ahmet Hamdi Tanpınar, İsmail Hakkı Baltacıoğlu, Mustafa Şekip Tunç, Hamdullah Suphi Tanrıöver, Remzi Oğuz Arık… gibi muhafazakar aydınların reddiyesi oluşturur.
Atatürk sonrası dönemde ise, özellikle Hasan Ali Yücel’in büyük etkisiyle, Kemalizm’den farklı bir Batılılaşma anlayışına kaynaklık eden hümanist kültür politikaları da muhafazakar tepkiyi derinleştirmiştir.
Soğuk Savaş ile birlikte 1960’li yıllardan itibaren özellikle Avrupa’da sol eğilimlerinin artması ve bunun Türkiye’ye komünist/sosyalist hareketler olarak yansıması da var olan tepkinin çok daha sistematik hale gelmesiyle sonuçlanmıştır.
Milli kültürü restore etme anlayışı çerçevesinde oluşturulan Türk İslam Sentezi bu tepkinin temel formülasyonu olmuş ve devlet tarafından da benimsenerek muhafazakar düşüncenin yönünü tayin etmiştir.
Kuşkusuz bunda 12 Eylül 1980 darbesi sonrası resmî ideolojiyi milli kültür temelinde planlayacak ve sonraki Türk siyasal hayatını dönüştürecek, birçok siyasetçi-devlet adamını yetiştirecek Milli Türk Talebe Birlikleri, Komünizmle Mücadele Dernekleri ve Aydınlar Ocağı gibi kurumların etkisi hayli fazladır.
Böylece Türk sağında, İslam dini ile kurulan birliktelikte milliyetçilik ön plana çıkmaya başlamıştır.
Bu durum belli bir zaman sonra doku uyuşmazlığını getirmiş İslami söylemi önceleyenler ve dolayısıyla milliyetçiliğe soğuk bakanlar “Milli Görüş” hareketine doğru evirilerek ve Milli Nizam Partisi (1969), Milli Selamet Partisi (1972), Refah Partisi (1983) çizgisini oluşturmuşlardır.
Özellikle 1979 İran İslam Devrimi ve İhvan-ı Müslimin’in düşünce dünyasının tercümeler yoluyla mevcut İslami gelenekle birleştirilmiş olması bu çizgiyi devlet ile kavga eden bir niteliğe büründürmüştür.
Refah Partisi’nin mevcut partilere alternatif olarak görülmesini sağlayan en önemli gelişme kuşkusuz Ankara ve İstanbul’un da dahil olduğu 1994 yerel seçimlerinde kazandıkları belediyeler olmuştur.
Ardından 1995 genel seçimlerinde yüzde 21,4 ile birinci parti olmaları ve Erbakan’ın DYP ile koalisyon kurarak başbakan olması devlet tarafından “irtica” vurgularını artırmıştır.
Bu dönemdeki bir başka gelişme ise Erbakan Hoca ve çekirdek kadronun -gelenekçiler- partiyi götürdüğü istikametten memnun olmayan bir kesimin İstanbul Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan liderliğinde yenilikçi kanadı oluşturmalarıdır.
Zira 28 Şubat süreciyle birlikte Refah Partisi'nin ve devamı niteliğindeki Fazilet Partisi’nin kapatılmasıyla gelenekçi-yenilikçi ayrışması yeni bir partiyle sonuçlanmıştır: Adalet ve Kalkınma Partisi.
Böylece yenilikçi kanat İslami bir devlet ve toplum düzenini referans alan anti-batıcı Milli Görüş çizgisinden ayrılarak dindarlığı sadece bireysel bir hak olduğu üzerinden meşrulaştırabileceği muhafazakar demokrat düşünceye geçtiklerini deklare etmişler ve muhafazakar-sağ eksende siyasete soyunmuşlardır.
Gelenekçiler ise yenilikçi kanadı ihanet ile suçlayarak Saadet Partisi'ni kurmuşlar ve Millî Görüş anlayışını sürdürmeyi seçmişlerdir.
AK Parti, 28 Şubat sürecinde yaşanan siyasal krizleri takiben 2001 ekonomik krizi sonrası ortaya çıkmış ve söylemini yolsuzluk, yoksulluk ve yasaklar (3Y) üzerinden bir tür “ıslah” hareketi geliştirmek istemiştir.
Toplumun taleplerini dikkate alma ve özellikle özgürlüklere yapılan vurgular AK Parti'nin kuruluş felsefesini oluşturmuştur.
Özellikle mevcut siyasi partilerin klişe söylemleri, siyasi ve ekonomik krizler üzerinden oluşan toplumsal tepki 17 yıllık AK Parti iktidarın başlangıç noktası olmuştur.
Bu saatten sonra AK Parti kendisini muhafazakar demokrat olarak tanımlayarak merkez sağın en baskın partisi haline gelmiştir.
Erdoğan’ın ifadesiyle artık “gömlek değiştirilmiş” ve muhafazakar demokrat bir söylem kurgusuyla henüz muktedir olamayan AK Parti, müesses nizam karşısında tutunmaya çalışmıştır.
Böylece Demokrat Parti (DP), Adalet Partisi (AP), Doğru Yol Partisi (DYP) ve Anavatan Partisi (ANAP) gibi merkezin sağında yer almış ancak daha yenilikçi ve özgürlükçü bir siyaset izleyerek git gide güçlenmiştir.
Reel politik dengeler gözetilmiş ve “dik durup diklenmeyerek” kontrollü bir muhalefet tercih edilerek mütedeyyin kesimlerin yegane adresi olunmuştur.
Uzun bir iktidar süreci içerisinde Gezi Parkı olayları, 17-25 Aralık operasyonları, 7 Haziran seçimleri, Kürt açılımının bitmesi, PKK’nın hendek siyaseti, 15 Temmuz darbe teşebbüsü gibi birçok olay ile Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin gerektirdiği yüzde 51 ihtiyacı, MHP ile yapılan ittifak vb. birçok etken AK Parti'nin kendisini milliyetçiliği daha ön plana çıkaran bir yaklaşıma sevk etmiştir.
Bu durumun Kürt seçmen üzerindeki olumsuz etkilerinin olduğu/olacağı hususunda yapılan uyarıların yanında son dönemlerdeki ekonomik durgunluk, işsizlik rakamları, Suriye meselesi ve mahkeme kararlarındaki standart yoksunluklarına dair tartışmaların da parti içinde ve tabanında rahatsızlığa yol açtığı söylenegelmektedir.
Kuşkusuz söz konusu tartışmalar ve rahatsızlıklar AK Parti'den bazı kopuşların da önünü açmıştır.
İlk olarak AK Parti'nin kuruluşundan beri özellikle dış politikanın en önemli belirleyicisi konumundaki Ahmet Davutoğlu partiden ayrılmış ve Gelecek Partisi'ni kurarak yeni programı ile siyaset sahnesine bu kez bir rakip olarak çıkmıştır.
Temel saikleri fabrika ayarlarına yani muhafazakar demokratlığa geri dönüştür.
İkinci olarak; Ali Babacan önderliğinde kurulma aşamasına gelmiş başka bir parti söz konusudur.
Bu partinin daha çok Avrupa Birliği uyum yasalarını önceleyen liberal demokrat bir programa sahip olacağı artık kesin gözükmektedir.
Henüz parti programı kesinleşmemiş olmasını da göz önüne alarak Babacan’ın kendisini merkezde konumlandıracağı ve özellikle ekonomik toplumsal tepkiyi adeta bir rüzgâr olarak kullanmak isteyeceği söylenebilir.
Toplumsal uzlaşıyı bulma adına ne sağ ne de sol kulvarda yer almayacağını Babacan’ın bazı söylemlerinden çıkarmak mümkündür.
AK Parti içinden çıkacak iki yeni parti, FP kapatılma sürecine her ne kadar benzer bir durumu yansıtsa da 28 Şubat sürecindeki “mağdur” FP ile günümüzdeki iktidar aygıtını tamamen elinde bulundurarak devlet ile bütünleşen AK Parti'nin tarihsel koşullarının aynı olmadığını göz önünde bulundurmak gerekir.
Zira FP döneminde periferide kalan dindar kesim şu an merkezde konumlanmış ve iktidarın tüm nimetlerinden faydalanır durumdadır.
Bu da değişimin hızını yavaşlatacak ya da sonlandıracak enstrümanların halen AK Parti iktidarında olduğunu gösterir.
Bakalım tarih tekerrür edecek mi?
* Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish