Bir dönem Türkiye’de en önemli gündem maddesiydi. Türkiye Avrupa Birliği üyesi olacak, “mutlu ve güvenli bir geleceğe” kanat açacaktı. Adeta bir cennet vaadiydi AB… Hem de sadece Türkiye için değil bütün Avrupa halkları için, Nazım’ın bambaşka bağlamdaki dizesiyle “motorları maviliklere sürme” hayaliydi. Demokrasi, refah, sosyal güvence hepsi AB’yle birlikte gelecek, tek ve birleşik Avrupa’nın halkları barış ve gönenç içinde yaşayacaktı. Artık Avrupa’da bu “Şirinler köyü” masalına inanan pek kimse kalmadı. AB’nin yaldızları dökülürken Türkiye - AB ilişkileri de giderek daha kötüye gitti. Üstelik AB’nin üç önemli gücünden biri olan Britanya da Brexit yönünde irade koyunca AB’nin geleceği iyice belirsizleşti.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
İşte bu ortamda İstanbul’da düşünsel değeri yüksek bir toplantı gerçekleşti. Türkiye ve Avrupa arasındaki akademik, sosyal ve kültürel bağları güçlendirmeyi hedefleyen Sabancı Üniversitesi-İstanbul Politikalar Merkezi (İPM)–Stiftung Mercator Girişimi’nin düzenlediği panelde Türkiye - AB ilişkileri alanında Avrupa’da en önde gelen akademisyenlerden biri olan Prof. Dr. Wolfgang Wessels önemli bir sunum gerçekleştirdi. IPS Akademik İşler Koordinatörü ve Uluslararası İlişkiler Uzmanı Prof. Dr. Senem Aydın Düzgit’in koordinatörlüğünde düzenlenen panelde ODTÜ’den Prof. Dr. Atila Eralp de yer aldı. Alanında yetkin isimlerden oluşan sınırlı bir dinleyici grubuyla düzenlenen toplantıda gerek sunumlar gerekse oturum öncesi ve sonrası tartışmalarla Brexit sonrası Fransa-Almanya güç dengesi, önemli AB kurumlarının kamuoyunu ilgilendiren konulardaki açıklamalarının uzun vadeli analizi, Avrupa Konseyi’nin formüle ettiği “Stratejik Gündem 2019-2024” belgesinin vizyonu ışığında Türkiye ile Birlik arasındaki ilişkilerin doğası ve geleceği gibi konularda önemli çözümlemeler yapıldı. “AB’nin Yeni Liderliği Altında AB-Almanya ve Türkiye İlişkileri için Sorunlar ve Beklentiler” adını taşıyan panelden öne çıkan çözümlemelerle, bu bağlamdaki fikir ve yorumlarımızı harmanlamaya çalıştık.
Avrupa’nın Türkiye'ye bakışında üç temel perspektif
Prof.Dr. Wessels, Türkiye - Avrupa ilişkilerinin tarihselliğiyle başladığı konuşmasında Avrupa’nın Türkiye’yle ilgili üç temel söylem ve anlatıya sahip olduğunu belirterek bunları ayrıntılandırdı;
I - Avrupa Ülkesi Türkiye: 2004’teki AB’nin beşinci genişlemesi (AB’nin Büyük Patlaması) kapsamında Türkiye de ileride Avrupa Birliği’nin tam üyesi olabilecek bir ülke olarak görüldü. Türkiye her halükarda Avrupa’nın bir parçası olarak kabul edildi.
II - İmtiyazlı Ortak Türkiye: Wessels, Avrupa’da Türkiye’ye yönelik bir diğer perspektifin, özellikle Almanya’nın dile getirdiği “imtiyazlı ortaklık” perspektifi olduğunu belirtti. Ancak “imtiyazlı” denen ortaklık Wessels’e göre halihazırda pek çok Avrupa projesinin ve programının içinde yer alan Türkiye’ye yeni bir avantaj getirmeyecek. Mevcut durumun bir kez daha tescillenmesinden başka bir işe yaramayacak.
III - Uzak Komşu Türkiye: Avrupa - Türkiye ilişkilerinde başından beri ağırlığı olan bir diğer perspektifin de Türkiye’yi Avrupa’nın bir parçası olarak görmeyen, hiçbir zaman da AB üyesi ya da stratejik ortak olarak değerlendirmeyen uzak ve hatta düşman bir komşu olan bir bakış açısı olduğunu belirterek, Avrupa genelinde popülist hareketlerin güçlenmesi ve Türkiye’de yaşanan gelişmeler nedeniyle bu söylemin son yıllarda yaygınlık kazandığına dikkat çekti.
Tarihsel süreçte AB Konseyi kararları
Prof.Dr. Wessels, AB - Türkiye ilişkilerini haritalandıran çok önemli bir çalışmaya da imza atmış. Bu çalışmanın en önemli bölümlerinden biri de AB’nin birincil yürütme organı olan Avrupa Devlet ve Hükûmet Başkanları Konseyi’nin (AB Konseyi) Türkiye’yle ilgili kararlarını görselleştiren grafik. Wessels bu grafikte 1974’teki “Kıbrıs Barış Harekatı”ndan 2019’a her yıl AB Konseyi’nin Türkiye’yle ilgili kaç karar aldığını ve bu kararların AB üyeliğiyle mi yoksa başka meselelerle mi ilgili olduğunu ortaya koymuş. Grafikte AB - Türkiye ilişkilerindeki kilometre taşları yer alıyor.
Avrupa-Türkiye ilişkileri uzmanı Prof.Dr. Wessels halen hazırlık halinde olan çalışmasına ait bu grafiği basınla ilk kez dünkü panelde paylaştı, Independent Türkçe Türkçeleştirdi
“Türkiye artık sadece mültecilik sorunuyla gündemde”
Grafikte Türkiye’yle ilgili Konsey kararları içinde Türkiye’nin üyeliğini telaffuz eden ilk kararın 1992’de alındığını görüyoruz. Bu yıllar, Türkiye’nin Gümrük Birliği görüşmelerine başladığı yıllar aynı zamanda. Tam üyelik müzakerelerinin başlayıp başlamayacağının tartışıldığı 2004, üç adet üyelikle bir adet de diğer meselelerle ilgili kararla Türkiye’nin Konsey’in gündemini en çok meşgul ettiği yıl olurken müzakerelerin resmen başladığı 2005’teyse tek bir kararın bile çıkmaması dikkat çekiyor. Yıllar ilerledikçe Konsey’in üyelikle ilgili kararlarında azalma görülürken, Türkiye başka meselelerle AB liderlerinin gündemine geliyor. İncelenen dönem boyunca en çok kararın alındığı yıl olan 2016’daki tüm kararlar bir şekilde mülteci kriziyle ilgili. Wessels, Türkiye-AB ilişkilerinin artık neredeyse tek bir başlığa; mültecilik meselesine indirgendiğine dikkat çekiyor. 2019’ta buna eklenen tek diğer mevzuysa Doğu Akdeniz’de Kıbrıs’ın iki yakasının yanı sıra Yunanistan ve Türkiye’yi ilgilendiren doğal gaz kaynakları gerginliği.
AB’de Fransa-Almanya gerginliği
Wessels AB içindeki iç gerilimlere de değindi. Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’la, Alman Şansölyesi Angela Merkel’in AB’nin iki önemli lideri olarak sık sık karşı karşıya geldiğini vurgulayan Wessels, “Merkel’ın, Macron’u azarladığını duyuyoruz. Merkel’ın çok sakin karakterli bir siyasetçi olduğunu göz önüne alırsak bunun çok önemli bir çatlağa işaret ettiğini söyleyebiliriz” ifadelerini kullandı. Macron ve Merkel arasında NATO-AB ilişkileri üzerinden başlayan tartışmanın şiddeti ABD’nin önde gelen gazetelerinden The New York Times gazetesine yansımış, gazeteye göre Merkel, Macron’a şu eleştiriyi yöneltmişti:
"Geçmişle köprüleri atan, yenilikçi politika arzunuzu anlıyorum. Ama artık parçaları toplamaktan bıktım. Oturup sizinle bir bardak çay içebilmek için, her gün kırdığınız bardakları toparlayıp yeniden yapıştırıyorum."
Almanya kendi konforunu önceliyor
Alman siyasetini yakından takip eden ve halen Köln Üniversitesi'nde Türkiye ve Avrupa Birliği Çalışmaları Merkezi Direktörü olarak akademik çalışmalarını sürdüren Wessels bu noktada şu yorumda bulunuyor;
“Almanya’nın savunma konusundaki tutumu kendi iç siyaseti açısından çok konforlu bir pozisyon. Hem çok az savunma harcaması yapıyor, hem de istediği NATO misyonlarına sınırlı destek vererek NATO içindeki söz hakkını saklı tutuyor. Ayrıca hepsi de başarısızlıkla sonuçlanan Afganistan, Irak, Suriye ve Libya’da NATO önderliğinde kurulan uluslararası koalisyonlara çok sınırlı destek vererek kendisini başarısızlığın maliyetinden olabildiğince uzak tuttu.”
AB’nin yeni dönem stratejisi
Birliğin 2030 vizyonu çerçevesinde, yeni dönemini değerlendiren Wessels üç gün önce AB Komisyonu Başkanlığı’nı devralan Ursula von der Leyen’in üç temel meselede strateji oluşturmaya çalışacağını vurguladı. Wessels'in sıraladığı üç perspektif ve yorumlarımız ana hatlarıyla şöyle;
I - Avrupa tarzı yaşam biçiminin korunması: Wessels kendisinin bir liberal olarak bu perspektife katılmadığını belirterek, hukukun üstünlüğü ve insan haklarına saygı dışında kültürel bir Avrupa yaşam biçimi perspektifini çoğulculuğun hakim olduğu bir dünyada doğru bulmadığını belirtti. Ancak görünen o ki stratejik perspektifinde Avrupa yaşam tarzını birinci sıraya alan Leyen’in dönemi, AB’nin mülteci politikalarına da yön verecek bir “kültürel milliyetçiliği” de içerecek. Doğaldır ki Avrupa ülkelerinde yükselen popülizm dalgası da bu eğilimi besleyecek.
II- AB’nin jeopolitik çıkarlarının korunması: Wessels burada birinci sırada Çin-ABD ticaret savaşlarında AB’nin takınacağı pozisyona dair tartışmaların yer aldığını söylüyor. Toplantıda ayrıntıya girilmedi ama bu noktada da Fransa ve Almanya arasında belirli yönelim farklarını hemen ayırt etmek mümkün. Her iki ülke de Paris İklim Anlaşması, küresel serbest ticaret, İran nükleer anlaşması gibi önemli noktalarda, Çin tezlerine daha yakın olsa da Merkel Çin’e karşı görece mesafeli bir tavır takınırken daha geçen ay gittiği Çin’de 100 milyar dolar civarında ticaret anlaşması imzalayan Macron’un ABD’ye daha fazla mesafe koymak istediği sezilebiliyor. Tam da bu noktada üçüncü nokta gündeme geliyor.
III - AB’nin savunması: Bugüne dek güvenliğini NATO şemsiyesi altında sürdüren Avrupa bu noktada da bir yol ayrımına gelmiş durumda. Donald Trump yönetimiyle birlikte ABD artık Avrupa’nın güvenliğinin tüm maddi yükünü üstlenmek istenmiyor ve tabiri caizse Avrupa ülkelerine “haydi pamuk eller cebe” diyor. Almanya “konfor alanını” terk etmekten yana değil. Macron ise Avrupa’nın artık NATO dışında bir Avrupa ordusu fikri üzerinde daha büyük bir ciddiyetle durması gerektiğini öne sürüyor. Bu noktada, Birleşik Krallık’ın da birlik dışına çıkmasının ardından Avrupa’nın en kayda değer ordusuna sahip olan Fransa’nın Almanya’nın ekonomik alanda kurduğu hegemonyayı ordusuyla dengelenmeye çalıştığını söylemek mümkün.
Eralp: Türkiye kurallı bir ülke olmaktan çıktı
Bütün bu tablodan öyle ya da böyle Leyen döneminde, tehdit konseptinin işbirliği konseptinin önüne çıkacağını okuyabiliyoruz. Wessels, jeostratejik değerlendirmenin önem kazandığı bu dönemde Türkiye’nin yeri konusunda Almanya’da bir kafa karışıklığı yaşandığının altını çiziyor ve Türkiye’nin bu konseptte bir yere oturulamadığına dikkat çekiyor. Bu noktada söz alan Prof.Dr. Eralp ise, Türkiye’de AB’ye dair anlatıda Almanya’nın kritik bir role sahip olduğunu söyledikten sonra bu algıya kendisinin de katıldığını ancak Almanya’nın Türkiye’yi artık neredeyse sadece “mülteci sorunu” çerçevesinde görmesi nedeniyle Türkiye’de AB konusunda gerçek bir umudun yeşermediğini vurguladı. Eralp iki tarafın da “yazılı kurallar ve ilkeler temelinde” bir ilişki geliştirmesi gerektiğini vurgulayarak, “Türkiye kurallarla yönetilen bir ülke olmaktan çıktı. Bu Türkiye’nin uluslararası imajını da zedeledi. Türkiye yeniden kuralların temel olduğu bir ülke olmalı AB’yle ilişkiler de bu temel üzerinden kurulmalı” temennisinde bulundu.
AB ortak dış politika oluşturamıyor
Dinleyiciler arasında bulunan sitemizin yazarlarından Prof.Dr. Fuat Keyman’sa hali hazırda devam eden NATO zirvesinde Türkiye, Fransa, Birleşik Krallık ve Almanya arasında düzenlenen Suriye gündemli toplantının gösterdiği gibi AB’nin büyük aktörlerinin Birlik’in genel çıkarlarından ziyade kendi ulusal çıkarlarını öne alarak politika geliştirmeye başladığını vurguladı. Prof.Dr. Düzgit de AB’nin demokrasi ve ekonomi meselelerinde ortak karar almayı başarırken dış politikada bunu hala sağlayamadığının altını çizerek Birlik’in geleceği açısından bunun ne kadar kritik olduğuna değindi.
Çin - ABD çatışmasında AB’nin yeri nerede?
Soğuk Savaş’ın ardından iki kutuplu dünya çökerken pax-Americana (Amerikan barışı) da denen tek kutuplu dünyanın uzun süre devam etmeyeceği yaygınlıkla öngörülüyordu. Ancak dünyanın çok sayıda güç merkezinin bir arada var olduğu bir çok kutupluluğa dönüşüne değil ABD ve Çin’in iki kutbunu oluşturmakta olduğu iki süpergüçlü dünya sistemine doğru gitmekte olduğunu gözlemliyoruz. Dünkü toplantıda konuşan uzmanların da ortaya koyduğu gibi AB’nin bu gidişatta ne yöne doğru eğilim göstereceği henüz netlik kazanmış değil. Brexit kararıyla birlikte tercihini ABD yönünde yaptığına dair yorumlar ağırlıkta olsa da Çin’in “Bir Kuşak Bir Yol” projesinde kritik rol oynamaya aday Birleşik Krallık’ın bile net bir seçim yaptığını söylemek mümkün değil.
Avroseptik popülist yükseliş nelere gebe?
Özellikle son 14 yıldır sadece Almanya’nın değil tüm AB’nin tartışmasız en önemli lideri olduğunu defalarca gösteren Angela Merkel’in siyaseti bırakma kararının ardından Birlik’in geleceğine dair belirsizlikler artıyor. Kıta genelinde AB projesine mesafeli Avroseptik popülist partiler, giderek güç kazansa da anketler, kitlelerin AB projesine temel eleştirilerine karşın Avro para sisteminden çıkmak istemediğini ortaya koyuyor. Avro’dan çıkmak hem halk kitlelerinin alışkanlıkları ve tercihleri hem de bu ülkelerin ulusal ekonomileri ve finansal tabloları nedeniyle neredeyse imkansız. Avro bölgesinde ve Schengen’de yer almamasına rağmen Birleşik Krallık’ın, Birlik’ten ayrılma sürecinin ne kadar zorlu olduğu düşünülürse Avro bölgesi ve Schengen’e giren herhangi bir ulusal ekonominin yeniden “tam bağımsızlık” yönünde irade koyma ihtimali çok düşük görünüyor. Avroseptik eğilimli popülist partilerin ne kadar güç kazanırlarsa kazansınlar, ülkelerini Birlik dışına taşıma ihtimalleri pek yok. Öte yandan, bu partiler üye ülkelere daha fazla otonomi tanınması yönündeki talepleriyle Birlik’in ekonomi ve demokrasi konusundaki kriterlerini esnetebilir. Bu da zaten dış politika ve savunmada bir birlik otoritesi inşa etmekte güçlük çeken AB’nin bu alanlarda konsensüs oluşturmasını iyiden iyiye zorlaştıracaktır. Tüm bunları özetlediğimizde klişe deyimle kartların yeniden karıldığı dünyada AB onlarca yol ayrımının ortasında şaşkınca bekleyen bir görünümde. Yaşlı kıtanın ulaştığı ve refah tarzını korumanın peşindeki temkinli eğilimlerle bu refahın ancak dünya sahnesinde daha aktif bir dış politika yürüterek (ve elbette bunun için ABD’nin güvenlik şemsiyesinden çıkarak) sürdürülebileceğini düşünen eğilimler arasındaki rekabet tam gaz devam ediyor.
Türkiye’nin geleceğinde AB ne kadar var?
Tüm bu tabloda, AB’nin Türkiye için bir gelecek istikameti oluşturduğunu düşünmek epeyce güç. Türkiye’deki karar vericiler de bunun farkında olarak tıpkı AB egemenlerinin yaptığı gibi ilişkileri “mültecileri tutma karşılığında para” eksenine indirgemiş durumda. Türkiye dünyadaki yeni egemenlik oyunundaki pozisyonunu ABD, Çin, Rusya gibi büyük güçlerin arasındaki ilişkilerde yaşanan çatlaklara oynamakta bulmuş görünüyor. Avrupa Birliği bu stratejinin içinde merkezi bir rol oynamıyor, bu durumun yakın dönemde değişeceğini beklemek için de bir neden bulunmuyor.
© The Independentturkish