Çocukluk yıllarımda Nemrut’la ilgili çok şey duydum, efsaneleriyle büyüdüm.
Nemrut kimi zaman Hz. İbrahim’i Urfa’da ateşe atıyor, kimi zaman dağın başında ölümsüzleşen bir tanrı kral olarak karşımıza çıkıyor; yer, mekan ve zamana göre farklı bir kişilik olarak, odalarımıza konuk oluyordu.
Bir de bir dağ vardı, Fırat’ın öte yakasında.
Aslında çok da uzak bir yer değildi Nemrut.
Havanın açık ve berrak olduğu dönemde, çıplak gözle bile görülebilen, Torosların en yüksek tepesinde yer alan bir yerdi.
Çok şey anlatılıyordu dağ hakkında.
Devasa heykellerden, kendini tanrı gören krallardan, mitolojilerden bahsediliyordu.
Sonra uzunca süren bir kopuş ve birden bire içimde depreşen Nemrut merakı.
1992 yılının yaz aylarında zorlu bir yolculuktan sonra, antik yoldan tırmanarak nefes nefese kutsal alana vardığımda, gözlerime inanamamıştım.
Çetin ve yorucu bir yolculuktan sonra kendimi dünyanın tepesinde hissetmiş, Fırat Vadisini kuş bakışı izleme sarhoşluğuna kapılmıştım.
Nemrut Dağı'nın zirvesinde bulunan devasa heykellere şaşkınlık ve hayretler içinde bakakalmış, insan eliyle yapılan tümülüssün doğu, batı, kuzey teraslarında inşa edilen anıtsal kültler karşısında bayağı etkilenmiş, kalıntıları olağanüstü bulmuştum.
Oldukça engebeli bir dağın başında, dik yamaçların en yüksek noktasında inşa edilen devasa anıtsal heykellerin nasıl inşa edildiğini düşüne düşüne ortalıkta dolaşmış, gün batımını büyük bir merakla izlemiş, gün doğumu için de kutsal alanda sabahlamıştım.
Soğuk ve rüzgardan uyumak mümkün olmasa da, anıtsal tümülüssün görkemini ve gökyüzündeki yıldızların parlaklığı karşısında mest olmuştum.
İki bin yıl önce inşa edilen bu olağanüstü tapınakta sabahlamak, üşümek ve rüzgardan deng olmak pahasına da olsa, benim için bambaşka bir duyguydu.
Yorgun, argın güneşin doğuşunu beklerken, dünyanın dört bir tarafından ziyaretçilerin olduğunu tanıklık etmiş, buranın sandığımdan da çok ama çok özel bir yer olduğunu anlamıştım.
Doğu terasında, bir sıra halinde dizilen ve zamanla yıkılan devasa tanrı kral heykellerin önünde, büyük bit ihtimalle ayin alanı olarak kullanılan sunağı sırtımıza alarak, güneşin doğuşunu beklerken nefesimi tutmuş, içimden ya güneş doğmazsa demiştim.
Güneş doğmaya başladığında, irice bir portakalı çağrıştıran, döne döne yükselen bir ateş topu gibiydi.
Ortalığı kızıllığa boğan Güneş, kesinlikle başka hiçbir yerde bu kadar müthiş güzel doğmaz diye düşünmüştüm.
Bir iki dakika süren ufuk çizgisinde ki güneşin doğuş anı, izleyen herkeste olağanüstü duygular yaratmış, burayı 2 bin yıl öncesine götürmüştü.
Güneşin ilk tapınan bir varlık olduğunu duymuş, okumuştum ama doğuşunun bu kadar güzel ve etkileyici olacağını hiç düşünmemiştim.
Duygu yüklü, şiirsel bir doğuştu.
O gün Nemrut Tümülüssün tarihinden çok, devasa taşların nasıl yerleştirildiğini ve güneşin doğusunun en güzel yerinin nasıl tespit edildiğini merak ediyordum.
Heykellerin olağanüstü işçiliği, devasa büyüklüğü ve tapınaktaki estetiksel düzen ise içime işlemişti.
Olağanüstü atmosferiyle insanı kendine çeken, antik çağların havasını yaşatan bu müthiş yer, çağlar öncesinden günümüze seslenerek, varlığını bir gizem içinde korudu.
Şiirsel şölenin yanında, kalıntıları da olağanüstü idi.
Bugün hala öyle.
Nemrut Tümülüssü ve Komagene Hanedanlığı ile ilgili çok sayıda arkeolojik çalışma ve kazı yapılsa da, özellikle anıtsal kültlerin, devasa heykellerin nasıl dağın başına taşındığını konusu bir muamma olarak karşımızda duruyor.
Bu gizemli alanı inşa eden Kral I.Antiochus’un izini sürmek, kim olduğunu bilmek için belki de daha gerilere uzanmak gerekiyor.
Yani hikaye burada hem başlıyor, hem de son buluyor.
İşte iki bin yıldır yaşayan bir ölümlünün, ölümsüz hikayesi
Persli bir soydan gelen I. Antiokhos’un babası Kral Mithridates (M.Ö. 109) tahta çıkış anı, Mezopotamya ve Anadolu’da siyasi dengelerin değişmeye başladığı bir döneme denk gelir.
İç karışıklıkların artığı, bu dönemde Roma İmparatorluğu artık Anadolu’ya yerleşmek için ilerlemeye, genişleme başlamıştır.
Kommagene Krallığı bu büyük güç mücadelesinin içinde varlığını devam ettirmek için kimi zaman savaş, kimi zaman ise barış ve ittifak yolunu tercih ederek varlığını sürdürmüştür.
Suriye ile Kommagene arasında yapılan barış ittifakının sonucu olarak da, I. Mithridates Kallinicus, Suriye’nin Grek kökenli Büyük İskender’in soyundan gelen prenses VII. Laodice Thea ile evlenmiştir.
İşte bu evlilikten Kommagene Hanedenlığı'nın en ünlü kralı I. Antiokhos Theos doğar; ismini annesinin soyundan, gücünü kral babasından alır.
Çocukluk ve gençlik yılları, kral babasının, prenses annesinin yanında geçer, devlet yönetiminde deneyimler kazanır, babasının izini sürme yetisi edinir.
Kral babası Kallinikos Mithradetes ülkesinde süren iç karışıklıkları sonlandırmış, değişik kültür ve dilleri barındıran Yukarı Mezopotamya’nın zenginliğinden yararlanmayı bilmiştir.
Başkentleri Samsato, Fırat sayesinde ticari bir merkez haline gelmiş, zenginleşerek varlığını sürdürmüştür.
Kral babası dirliği ve düzeni korumak için ülke genelinde çok sayıda tapınak, kale ve yol yaptırmış, halkıyla iyi geçinmiştir.
Dillerine, inançlarına saygılı davranmış, çok dilli bir yaşam sürdürmüştür.
Kralı I.Antiochus da babasının izinde yürümüş, ülkesinin çok kültürlü yapısına denk bir yönetim modeli ve kutsal bir anıtsal devlet kültü inşa ettirmiştir.
Hem de etkisi çağlar boyu sürecek bir anıtsal kült.
Teraslarının bir yönü batıya, bir yönü doğuya bakan, siyasal bir sentez.
Kralı I.Antiochus Adıyaman’a bağlı Kahta sınırları içerisinde yer alan, bu anıtsal kültü inşa ettiğinde tümülüs ve kültün asırlara, bütün zamanlara meydan okuyacağını, varlığını sürdüreceğini tahmin ediyor muydu, bilinmez.
Ama bilinen kesin olan bir şey var ki, o da I.Antiochus’un inşa ettiği, anıtsal kült merkeziyle sonsuza kadar var olmak istediğidir.
Bu kült anıtla hem kendisini Yunan Tanrılarıyla eşitlemiş, hem de gözden uzak, ıssız bir dağın başında doğu batı kültürlerini sentezleyen, çok kültürlü bir kutsal devlet kültü ortaya çıkarmıştır.
Etkisi ve gücü bu nedenle çağları aşarak, günümüze ulaşmış, kültün yazıtlarında bu günkü yerel kültürlerin izini görmek, Komialıların yönetim şeklini okumak mümkündür.
Komia Kralı I. Antiochos kutsal dağı: Nemrut
Fırat vadisinin önemli kesişme noktalarından birinin üzerinde yer alan Nemrut Dağı’ndaki kült merkezi, Kommagene Krallığı’nın (MÖ 109-MS 72) en parlak döneminde hükümdar olan Kral I. Antiochos (MÖ 69–32) döneminde inşa edilmiştir.
Stratejik önemi nedeniyle tarih boyunca egemen güçlerce ele geçirilmeye çalışılan Kommagene Krallığı’na ait Nemrut Dağı Kült alanı 1881 yılında Karl Sester tarafından kayıtlara geçirildikten sonra araştırmacıların ilgisini çekmiştir.
Batıda Kahramanmaraş; kuzeyde Malatya ve Toros Dağları ile çevrelenen; antik dönemde, bereketli topraklarıyla tanınan bu krallık, bazı araştırmacılara göre MÖ 163 yılında ilk hükümdar Ptolemaios; bazılarına göre ise MÖ 80 yılında I. Mithradates Kallinikos tarafından kurulmuştur.
MS 72 yılında Roma hakimiyetine girene kadar varlığını sürdüren bu küçük krallığın sınırları, Yukarı Mezopotamya’dan Yukarı Fırat’ın batı yakasını takip ederek doğuda Fırat Nehri’ne, güneyde ise Nizip ve Antakya’ya kadar uzanmaktadır.
Merkezde 30–35 derece eğimli konik bir tümülüs ile onu doğu, batı ve kuzey yönlerde çevreleyen üç terastan oluşan Nemrut Dağı Kült alanı yaklaşık 2.6 hektar alana yayılır.
Tümülüsün tepe yüksekliği bugün 2206 metre olup, çapı yaklaşık 145 metredir.
Doğu ve batı teraslarında kireçtaşından yapılmış, Tümülüs’e sırtını dönmüş şekilde konumlanmış beş tanrı heykeli ile bunların iki yanında aslan ve kartaldan oluşan birer çift koruyucu hayvan heykeli bulunur.
Heykel dizisinin arkasında, her iki terasta da birbirine eş olan, Antiochos’un vasiyetini bildirdiği eski Grekçe ile yazılmış yazıt (nomos) yer alır ki; bu yazıtta tanrıların isimleri Helen ve Pers isimleriyle birlikte tanımlanmış, çok kültürlü bir devlet kültü yaratılmıştır. *
Kral I. Antiochos tebasının arasında farklı inanç ve dillerin gerçeğini gözden uzak tutmayarak, doğu batı sentezi olan bir düşünce ve yönetim biçimi yaratmıştır.
Farklı etnik yapılar, diller kendini yaşatabilmiş, bu yazıtlara da yansımıştır.
Tümülüs ve kutsal alanın keşfi ve başlayan araştırma serüveni
Antik dönem kaynaklarında adı geçmeyen ama varlığıyla ortada olan, Nemrut Dağı’ndaki kült merkezi 1881 yılındaki keşfine kadar, Kommagene Krallığı araştırmacıların pek de ilgisini çekmemiştir.
Nemrut Dağı Tümülüsü’nün 1881 yılında, bölgede yol çalışması için araştırma yapan, Alman Mühendis Karl Sester tarafından kayıtlara geçirilir.
Köylülerin Bâko yani sürekli rüzgar alan dağda bazı devasa heykeller olduğunu söylemesi üzerine, Karl Sester Tümülüs alanına gider, yıkılan ve ayakta duran devasa heykelleri bizzat gözleriyle görür, buranın Asurlardan kaldığını düşünür ve hükümetine rapor eder.
Böylelikle Alman devletinin ilgisini çeken Nemrut Tümülüsü ile ilgili ilk araştırma, 1882 yılında arkeolog Otto Puchstein ile Karl Sester’den kurulu bir ekip tarafından gerçekleştirilir.
Daha sonra Müze-i Hümayun’a 1881’de Müdür olarak atanan Osman Hamdi Bey, Sanayi-i Nefise Mektebi öğretim üyesi heykeltraş Osgan Efendi ile birlikte Osmanlı misyonu olarak 1883 yılında, Nemrut Dağı anıtlarını incelemek, bu konudaki çeşitli soruları aydınlatmak üzere görevlendirilirler.
Osman Hamdi Bey ve Osgan Efendi ile aynı yıl, Haziran 1882’de, Karl Humann ve Otto Puchstein incelemeler yapmak üzere Nemrut’a giderler. **
Böylelikle Komialıların en kutsal dağı tespit edilmiş olunur.
Tarihin en karanlık dönemine denk gelen bu keşif Birinci ve İkinci Dünya Savaşı nedeniyle araştırmalarını sekteye uğratır.
İki büyük savaş bittiğinde araştırmalar yeniden başlar.
Burasının adı yazıtlarda Nemrut olmasa da, artık Komialıların kutsal alanı, Nemrut Dağı olarak anılacak, bütün görkemiyle varlığını ve sırlarını korumaya devam edecektir.
Yani Komia Kralı I. Antiochos hayali bir nebze de olsa gerçekleşecek, ölümsüzlük mertebesine ulaşacaktır.
Bu nedenle adı Nemırd I.Anto’dur.
* http://www.aktuelarkeoloji.com.tr/nemrut-dagi-tumulusu
** http://nemrut.org.tr/nemrut/
* Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish