Albert Einstein anılarında yazdığına göre, atomu parçaladıktan sonra bir gün Einstein’a keşfettiği atomun bomba olup Hiroşima ve Nagazaki tepesinde patladıktan sonra neler hissettiği sorulur.
Einstein ise şöyle cevaplar bu soruyu:
Her savaş insanlığın ilerlemesini engelleyen kötülük zincirine bir halka daha ekler.
Ben atomu insanlığın yararı için keşfettim.
Ancak insanlar atomla birbirlerini öldürüyorlar.
Böyle olacağını bilseydim ayakkabı tamircisi olurdum.
İşte o ayakkabı tamircilerinden birisiyle yıllar önce tanıştım.
Mazlum, mahzun ve bir başına olan, yıllarca ayakkabı tamirciliği yapan usta, Adıyaman Tuz Han’ın dış duvarının önünde, iki sandık ve birkaç eski ayakkabıdan oluşan tezgahında, Demirciler Çarşısı'nda yıllarca hayata tutundu.
Her Adıyaman’a gittiğimde kendisini ziyaret eder, fotoğraflarını çekerdim.
Kendisiyle dost olmuştum.
Ne o beni tanır, ismimi bilir, ne de ben.
Usta olarak zihnimde yer edinmişti.
O, gün boyu oturduğu yerde, elindeki ayakkabıları tamir eder, ben ise biraz oturduktan sonra yeniden hayatıma döner, oradan ayrılırdım.
Çok konuşkan birisi değildi, az konuşur, öz söylerdi.
Usta hep aynı yerde tezgahını sabah erkenden açar, çevresini çalıdan yapılmış süpürgesiyle süpürür, önlüğünü giyer, sigara içmek için tezgahından biraz uzaklaşıp, duvar dibine oturur, uzunca bir süre sessizce sarma sigarasını içerdi.
Hiç konuşmaz, zorunlu olmadıkça ağzını açmaz, derin bakışlarla sokağı gözlemler, bazen dalar, bazen iç çeker ve tezgahının başına geçerdi.
Başka bir iş de bilmez zaten, çocukluk yıllarından beri ayakkabı tamircisiydi. Goşkâr yani.
Deriyi, deriyle yaşatan, ömrünü müthiş dikişler atarak uzatan, bir eski çağ ustası.
Halen derinin gözden düşmediği, imitasyon felaketinin yaygınlaşmadığı, hayatımıza girmediği devirlerin insanıydı.
Yaz, kış aynı yerde, duvar dibinde, ağarmış şapkasıyla tam bir Kawi yansıması olarak yaşamını sürdürür, sessizlik içinde ömrünü tamamlamaya çalışırdı.
Kendisi bir Kawi miydi bilmiyorum, ama Adıyaman ve çevresinde özellikle dağ köylerinde yaşayan ve genellikle de tütün yetiştiren aşiretlerin bireylerine benzerlik gösterirdi.
Ne zaman gitsem yerinde görür; yaz, kış, bayram seyran demeden aynı yerde, ayakkabı tamir ettiğini görürdüm.
O gerçek bir goşkârdı.
Beni görür görmez çay söyler, oturmamı işaret ederdi.
İçi tıka basa dolu tütün dolu tabakasını bana uzatır, ben ise bir süre elimde tutar, sonra sigara içmediğimi belirterek, kendisine geri uzatırdım.
Sigara içmiyordum, ama her seferinde tütün tabakasını bir süre elimde tutar, inceler, sonra kendisine verirdim.
Neden böyle yapardım, bilmiyorum.
O bir yandan çalışır, susardı; ben ise gözlemlerdim.
Sanki içinden konuşur, yaşanmışlıkları gözleriyle bir bir anlatırdı…
Müthiş mahzun bakar, gözleri dolu dolu elindeki işi yapardı.
Ve susardı, ne olursa olsun susardı.
Kimseden para istemez, emeğinin karşılığına bir fiyat biçmezdi, ücretini vermeyenleri de yadırgamaz, bir beklentiye de girmezdi.
Mazlum ve mahzun bir kişilikti.
Varlığıyla Demirciler Çarşısı'na bir kasvetlik katar, eski çağ hikayelerini çağrıştırırdı.
Kentin tek goşkârıydı belki de.
Hikayesini anlatırken de hiç istifini bozmaz, elindeki işine yoğunlaşarak sessizce dile getirirdi:
Çocukluğumdan beri bu işi yapıyorum. Eski ustamdan bana emanet.
Çok oldu, çok, yıllar geçti bu tezgah başında.
Ben çok insan tanıdım, çok iş gördüm.
Mesele insan başkasının çizmesini öpeceğine, ayakkabı tamir etse daha iyi olur.
İnsan köle olacağına, aç kalmayı bilmeli.
Ben aç kalma pahasına da olsa, ayakkabı tamir etmeyi yeğledim.
Cenan olma, başkasının çizmesini öpme bana göre değildi.
Bir gün ustama bir köylü bir çizmeyi tamir için getirdi. Getiren kişi deri çizmelerin ağasına ait olduğunu ve dikkatlice tamir etmesini istedi.
Ustam çizmeyi getiren köylünün tedirginliğini, yüzündeki korkuyu görünce, tamirden vazgeçti.
‘Ben bu çizmeleri tamir edemem, yanlış bir iş yapar, senin başını belaya sokmuş olurum. Sen en iyisi bunları ağana geri götür, de ki; usta tamir edemiyor, çizmelerin çok değerli, bizim dikişimiz bu denli pahalı deriye gelmez, dediğimi de..’
Köylü ezile, büzüle çizmeleri alarak geri gitti.
Ben o gün anladım ki insan kendi işini yapmalı, başkasının yanında maraba olacağına, bir işin erbabı olmalı.
Bu işte bir başınasın, ağan yok, paşan yok. Ağa da sensin, paşa da.
Eskiden önemliydi bu meslek. Hem de çok önemli. Şimdi ise hiçbir önemi yok.
Her şey parmaklarının hünerine bağlı. Ben bu kadar bilir, söylerim.
Her şeyim bu tezgah, üç beş eski ayakkabı, hepsi bu.
Üç beş kuruş kazandırıyor. Aç değilim, yerde kalmamışım; yuvarlanıp gidiyorum.
Yıllar içinde zaman zaman ustayı aynı yerde, aynı işlerle meşgulken çok ziyaret ettim, çayını içtim.
Sonra koptum ustadan, uzunca bir süre Adıyaman’a gidemedim.
Fotoğraf arşivimde kaldı; zaman zaman bakıp hatırladım yüzündeki ifadeyi.
Bayağı zaman geçti aradan.
Tam unutmuşken, yeniden fotoğrafını çekmek ve kaçak çayını içmek için yönümü Adıyaman’a çevirdim.
Adıyaman’a varınca ilk işim, Demirciler Çarşısı'na gitmek oldu.
Kalabalığı yarıp, tezgahının bulunduğu yere vardığımda her şey son bulmuştu.
Usta yerinde yoktu, tezgahı da kaldırılmıştı.
O gün hüzünlenerek çarşıdan ayrıldım, içimde tarifsiz bir sancı ve ustanın mahzun bakışları yoluma devam ettim.
Kimseye bir şey sormadım, soramadım.
Tam sekiz yıl geçti aradan.
İzini sürmek, hikayesine ulaşmak için yeniden Adıyaman’a gittim.
Bu kez bir ömür sırtını duvarına dayadığı Tuz Han’da yoktu.
Restorasyon adı altında han yıktırılmış, yeniden eskisinin aynısını inşa etme çalışmaları sürdürülüyordu.
Tezgahın tam karşısında bakırcılık yapan Mehmed Usta’ya çektiğim fotoğraflardan bir kaçını gösterip, ustayı sorunca şöyle dedi;
Bu Sabri Usta, tam karşımda tezgahı vardı.
Hey yalan dünya. Sabri Usta bu.
Dokuz yıl önce vefat etti. Mazlum birisiydi.
Kimseden para istemez, kimseyi küçük görmez, ayrım yapmazdı.
Sessiz bir insandı.
Çok uzun yıllar burada bulunan duvar dibinde goşkârlık yaptı.
Kimseye zararı olmadı.
Emeğiyle geçindi, çocuklarını büyüttü.
Tek bildiği iş goşkârlıktı.
'Ailesi ile ilgili bir iz var mı' diye sorduğumda ise şu cevabı verdi:
Yakınlarda evleri vardı ama sanırım çocukları evi müteahhitte sattılar.
Ne yapıyorlar, neredeler bilmiyorum.
Zaten babalarının ölümünden sonra bir tezgahını topladılar, sonra da görmedik kimseyi.
Sabri Usta sessiz bir insandı, sessizce de hayata veda etti. Uzun ve onurlu yaşadı.
Söylenecek söz kalmamıştı, Sabri Usta yoktu artık.
Oysa hayatının bilinmez koridorlarında gezinmek, yaşadıklarını dinlemek ve belki yüreğindeki ışığı tanımak isterdim.
Ama olmadı, belli bir yerde hep durdu eski çağ ustası.
Anlatmak istemedi her nedense.
Ben de üzerine gitmek istemedim, deşmedim yarasını, dokunmadım özeline.
Öylesine bir dostluk sürdürdük uzaktan uzağa.
Nadir görüştük, derinlikli konuşamadık.
Ne ben ileriye gidebildim, ne de ustamız anlatımlarını genişletti.
En son gördüğümde yaşlı gözleri yorgun ve bitkindi.
Gözlerindeki yorgunluğu hatırladım, ağlamaklı oldum.
Bir hayal gibi geldi bana.
Omuzlarımda hüzün, içimde Sabri Usta’nın yorgun gözleri uzaklaştım oradan.
Elimde siyah beyaz fotoğrafı ve hüzün dolu bakışlarıyla.
* goşkâr: ayakkabıcı, köşker.
** Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish