Kitaba aşık bir öğretmen ve yayıncı; Mustafa Kirenci

M. Xalid Sadînî Independent Türkçe için yazdı

Mustafa Kireci / Fotoğraf: edebifikir.com

Bugün size bir kitap aşığından, bir kitap kurdundan belki daha da ileri gidip bibliyomani hastalığına (!) yakalanmış, olağanüstü bir çaba ile güzel kitaplar yayınlayan bir felsefe öğretmeninden bahsetmek istiyorum.

Biliyorsunuz kitaplar okunmak için yayınlanır. Bizim kahramanımızı daha iyi anlayabilmek için öncelikle kendileri için kitap üretilen okurlara kısaca değineyim. 

Okur kimdir, ne okur?

Okurlarla ilgili çok klasik sınıflandırmalar yapılır. Mesela James Joyce'ın Uysess'iyle ilgili olarak, okuyanlar ve okumayanlar ya da Binbir Gece Masalları'nı okuyanlar ve okumayanlar gibi. 

Oysa bu tür bir sınıflandırma hemen hemen her kült kitap için yapılabilir ve bana göre çok anlamlı bir sınıflandırma da değildir. 

Yaklaşık kırk yıldır kitapla haşır neşir olan bir insan olarak ben kitap okurlarını dörde ayırabilirim.

Meslek icabı okuyanlar; gazeteciler, avukat- hakim -savcı gibi dosya okurları, tercüme amaçlı okuma, yayınlama amaçlı okuma vb. gibi. 

Bütün bu insanlar sabahtan akşama kadar bir şeyler okurlar, işin sonunda ne okuduklarını kendileri bile bilmezler. 

Elbette istisnaları var ama, “ol mahiler ki derya içreler deryayı bilmezler” misali bir okuma türüdür bu.

Bilgiçlik taslama veya light psikoloji okurları; bunlar sürekli reçete peşindedirler. 

70 Soruda Başarılı Olmanın Sırrı, İnsan Nasıl Mutlu Olur, Tarihte 100 Sanatçı, Güzel Konuşmanın 101 Yolu, Sır Dolu Hayatlar, Aşka Ulaşmanın Kırk Bir Yöntemi, Karı Koca Sorunları vb. kitaplar okurlar. 

Bu okuma, onları lafazan, her meselede bilgili(!) dünyayı çözmüş insan tipleri haline getirir.

Hızlı okuma tekniklerine bayılırlar. Ne kadar çok okurlarsa, o kadar mutlu, aşık, başarılı, zengin ve sağlıklı olduklarını sanırlar. 

Ama “bal bal demekle ağzın tatlanmadığını” unuturlar. 

Bunun için de asla mutlu değiller; karı koca sorunlarını çözememişler, komşularının çocuğuna karşı nasıl davranacaklarını bilmezler, bilgili değiller ve karşılarına çıkan herhangi bir sorunda tökezleyip daha gelişmiş kitapların peşine düşerler.

Akademisyen okuması; bu okuma türü, mesleki okuma türüne göre azıcık daha yararlı, ancak daha tehlikelidir. 

Kendi branşının meşgul olduğu küçük konusunun dışındaki her bilgi ona beyhude gelir. 

Akademinin ilk basamağı olan lisansüstü eğitimine başladığında ve eğer araştırma görevlisi olarak da üniversiteye kabul edilmişse artık o geleceğin profesörüdür. En azından kendini öyle görür. 

Bütün amacı mümkün olan en kısa yoldan buraya kadar ulaşmaktır. 

Bunun içinde daha lisansüstü eğitiminin ilk devresinde ona bazı kalıplar öğretilir. 

Makale nasıl yazılır, seminer nasıl hazırlanır, sempozyum tebliği nedir, tez nasıl yapılır, kaynaklar nasıl kullanılır, alıntı nasıl yapılır vs. 

Bunlar içinde başlıklar verilir ve o ondan sonraki bütün hayatında önce başlıkları çıkarır, sonra altını doldurur. 

Başlıkların altını doldurabilmek için de kitapların içindekiler ve indeks bölümü onun favori okuma bölümleridir. 

Çünkü o başlığının altını doldurmak için malzeme arayışına çıkmış cümle avcısıdır. 

Bütün akademisyenler böyledir kestirmeciliği yapmak büyük bir haksızlıktır.

Hepsi böyle değildir elbette. Çok yönlü akademisyenlerimiz de çoktur. 

Ayrıca bugün gerek ülkemizde olsun gerek dünyada olsun bilinen entellektüel ve aydınların büyük bir kısmı bu çevrenin kalıplarının dışına çıkabilmiş insanlardan oluşuyor.

Son okur grubu da “nitelikli okur” diye tabir edebileceğimiz okur türüdür.

Bunlar okumak için okurlar. Ama okumalarının temelinde kainatın sırrına vakıf olmak, ölümlü dünyanın keşmekeşliği içinde mutlu ve huzurlu bir şekilde yaşamak, insan olarak tekamüle ermek, birer insanı kamil olmak gibi yüksek insani idealler vardır. 

Okuduklarından keyif alırlar. Çok okurlar, ama illa sayısal olarak çok kitap okumazlar. Belki bir kitabı on kere, bir şiiri yüz kere okurlar. 

Masalarının üstünde, yastıklarının kenarında, oturdukları veranda da, çantalarında kitapları vardır ve sürekli okurlar. 

Bir amaçla okumazlar. Tıpkı su içmek, yemek yemek, yürümek gibi doğal bir ihtiyaçlarını karşılar gibi okurlar. 

Hızlı okuma tekniklerine karşıdırlar. Bilirler ki kitabın her bir kelimesi, tıpkı bir baklava dilimi veya lokum gibi ağızlarında dolandıkça keyif verir. 

Okudukları arasında onlara lezzet veren kitaplar çıkarsa, keşiflerinden büyük bir mutluluk duyar ve sürekli o kitabı veya bölümü okurlar. 

Üzerine çokça konuşulan kitapları okuyamazlar. Popüler kitaplardan hoşlanmazlar. 

Bazı şiirleri, paragrafları okudukça hafızalarına kaydeder ve yalnız kaldıklarında, seyahatlerinde o bölümleri hatırlar ve kendi kendilerine okurlar.

İşte Büyüyen Ay Yayınları'nın sahibi, editörü, tashihçisi, kargocusu, hamalı ve de yayın yönetmeni olan Mustafa Kirenci bu okurun gözüne, gönlüne ve beynine hitap edecek kitaplar yayınlıyor.

Büyüyen Ay Yayınları'nın ilk kitabı Necip Asım'ın Kitap adlı kitabıdır. 
 


Bu kitabın ilk cümlesinde Necip Asım der ki; 

‘Kari’ senin de benim gibi, kitap muhibbi olduğuna şüphem yoktur. 

Mahbûbda iştirakimiz, bizi birbirimize rakib etmez takrib eder. 


Biliyorum tercüme etmem lazım;

‘Ey okur’ seninde benim gibi bir kitap sevdalısı olduğuna hiç şüphem yoktur. 

Aynı sevgilide ortaklaşmamız, bizi birbirimize rakip değil yakın kılar.


Doğrusunu isterseniz Mustafa Kirenci'nin hayatının gayesi yukarıdaki cümlelerde gizli. 

Zira o bir kitap aşığıdır; yeryüzünde aynı şeye duyulan (çocukların anne baba sevgisi, eşlerin çocuk sevgisi hariç) bütün sevgiler insanı ister istemez rakip kılar, ama kitap sevgisi insanları birbirine dost yapar. 

O kendisi ve kendisi gibi olan dostları için kitap üretir. 
 

mustafa kireci edebifikir 2.jpg
Mustafa Kireci / Fotoğraf: edebifikir.com


Ayrıca Necip Asım ve onun gibi olan binlercesinin yeniden ortaya çıkmasını ve onların dilinin anlaşılmasını ister.

Mustafa Kirenci, adı geçen bu kitabı tahkik eden ve notlandıran Ali Yıldız beyin çalışmasına 150 sayfa kadar açıklama ve not ekler ki bu notlar başlı başına küçük bir ansiklopedi kadardır. 

Lakin Cemil Meriç'in dediği gibi;

Kimse etüde beş para vermez.


Onun etüdü de bir kitaba ek olmuş.

Mustafa Kirenci bir felsefe öğretmeni. 

1963 yılında Sinop'un Boyabat ilçesinde dünyaya gelmiş. 

Karadenizlilerin asabi kişiliğinden uzak daha çok Anadolu bozkır munisliğine sahip, halim selim bir insan intibaı uyandırıyor insanda. 

Bir süre önce burada bahsettiğim dostlarım gibi, yıllara sari öyle çok fazla bir tanışıklığımız, dostluğumuz yok onunla. 

Altı yıl öncesine kadar adını bile bilmiyordum. 

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Bir gün, o zamanlar Hakkari'mizde vali olarak görev yapan, kendisi de bir kitap aşığı olan Orhan Alimoğlu, Büyüyen Ay Yayınları'ndan Necip Asım'ın Kitap'ını ve Hüseyin Vassaf'ın Vakıat'ını bana hediye edene kadar yayınevinin ismini dahi bilmiyordum. 

Oysa bendeniz kitap piyasasını takip ettiğimi sanıyordum. Meğer bu bir yanılgı imiş.

O gün orada hayatını kitaba vakfetmiş, Hakkari'de bulunduğu sırada sadece çocuklarla konuşup onlara binlerce kitap hediye eden saygıdeğer Valimizin o hediyesi bana yepyeni dünyaların kapısını açtı: Büyüyen Ay Yayınlarını. 

Büyüyen Ay'ı tanımayan, o kitapları okumayan biri; “Yahu ne abartıyorsun kardeşim, kitap, onlar da kitap” diyebilir. Kendince haklı da olabilir. 

Ama eğer “kitap”ın ne olduğunu, bin yıldır yazma halde bulunan kitapların gün yüzüne çıkmasının değerini, Osmanlı döneminde yayınlanmış kitapların yeniden ortaya çıkmasının öneminin idrakindeyse öyle demez.

Eğer bir insan Recaizade Ahmet Cevdet'in tamı tamına 190 yıl önce Arapça, Farsça ve Osmanlıca bin bir divanı tarayarak oluşturduğu Zinetü'l-Mecalis adlı eserini Berceste Mısralar adıyla, kapağı, cildi, tasarımı ve kağıdıyla kutsal bir kitap özeniyle yayınladığını görmemişse ve buradaki güzelliği göremiyorsa, ona tıpkı hayatı boyunca görmemiş bir amaya Niagara Şelalesi'ni anlatmak gibi boş ve beyhude bir çabadır...


Mustafa Kirenci, 1983’te daha fakültede öğrenci iken Sezai Karakoç'un Diriliş Yayınlarına gelip gitmekte ve orada çalışmaktadır. 

Bilindiği gibi Sezai Karakoç, Türkçe yazan şu'era içinde ulus devlet şehvetine kapılmamış, bir medeniyet ve imparatorluk mefkûresi olan önemli şair ve düşünürlerimizden biridir.

Mustafa Kirenci onun rahle-i tedrisinde tam 30 yıl gibi uzun bir zaman kalır. 

Orada dergiciliği, yayıncılığı, kitapları öğrenir. 

Zaten kendisi bir edebiyat fakültesi öğrencisidir ve şiire, şaire, eski edebiyata düşkündür. 

Onun Sezai Karakoç'la ilişkisi bana Bağdatlı demircinin hikayesini hatırlatır.

Bağdatlı bir adam filozof olmak ister ve bunun içinde öncelikle sabrı öğrenmelidir. 

Sabrı kimden ve nasıl öğrenirim diye soruştururken, bir demirci ustası tavsiye edilir. 

O da demirci ustasına gider ve sabrı öğrenmek istediğini söyler. 

Usta ona bir önlük verir ve bir körüğün başına götürüp "İşte burada çalışacaksın" der ve "daha sonra görüşürüz" diye ekleyerek oradan ayrılır. 

Bizim filozof tam yedi sene çalışır. 

Sekizinci sene girdiğinde de ustasına gider ve “Efendim, ben daha önce size bir şey söylemiştim. Siz sonra görüşürüz, demiştiniz, ama görüşemedik" der. 

Usta yüzüne tebessümle bakar "Evladım" der; 

Sen sabrı öğrendin, artık istediğini yapabilirsin.


Mustafa Hoca'da Sezai Karakoç'la 30 yıl geçirdikten sonra, onun körüğünün başından ayrılır ve kendine yeni bir körük yapar. 

Yeni körüğü Büyüyen Ay'dır. 

Büyüyen Ay’ın isminde bile bir büyü var. 

Sanki sihirli bir dua gibi. 

Hep büyümesini ister. 

Aslında ayın hallerini insanın hallerine benzetir. 

Nasıl ki ay incecik bir hurma dalı gibi doğar, hilal olur, yarımay ve sonra dolunay oluyorsa, o da Büyüyen Ay'ının öyle olmasını ister. 

Bunun için de gerek edebiyat fakültesinde tanıdığı, sadece isimleri ve belki de üç beş beyti öğretilen insanların kitaplarının peşine düşer. 

Bunun için İstanbul'daki Topkapı Sarayı Kütüphanesi, Süleymaniye Kütüphanesi, Beyazıt Kütüphanesi yeni mekanları olur.

Piyasada bulunan ve sürekli yayınlanan kitapların kelimelerindeki fakirliği, dillerindeki ahenksizliği, şiirlerindeki musiki eksikliğini gördükçe eski kitapların, eski harflerle yayınlanmış veya yayınlanamamış kitaplara sarılır. 

O kadar fazla eski kitap sayfalarını karıştırır ki sonunda elinde “kağıt alerjisi” çıkar. 

Eldiven takması tavsiye edilir, ama o yarin yanağına dokunurken eldiven mi takılır diye düşünür.

Mustafa Hoca yaptığı yayıncılığı daha çok kendisi için yapar. 

Belki bir üniversitenin veya Kültür Bakanlığının yapabileceği bir yayıncılıktır onun ki. 

Ama gel gör ki devlet ona müteşekkir kalacağına, onun kitaplarını alıp ülkedeki bütün kütüphanelerine dağıtacağına bir tane bile almıyor.

Kütüphaneler ile ilgili muhteşem bir kitap yayınlamış. Acaba Kültür ve Turizm Bakanlığı kaç adet almış diye merak ettim. Sordum; 100 adet aldırmış. 

Düşünebiliyor musunuz bu ülke de Kültür Bakanlığı'na bağlı kayıtlı 1427 adet kütüphane var. 

Her birinde en az bir adet kütüphaneler kitabının bulunması gerekirken hiç yok. 

Peki, Kültür Bakanlığı ne işe yarıyor?

Önceki yazımda siyasetnamelerinden bahsetmiştim. 

Düşünün bu ülkede 5 bine yakın vali, kaymakam, vali yardımcısı ve mülki amir var. 

Mevcutta 600 olsa da, gerçekte binlerce eski ve yeni milletvekili var. 

Binlerce parti il ve ilçe başkanı var. 

Ama gel gör ki Gelibolu'lu Mustafa Ali'nin "Nushus- Selatin'i yani Siyaset Sanatı" veya İbn Zafer'in "Devletin Ölümsüzlük İksiri"  6-7 yıldır ikinci baskısını bile yapmamış.
 


Bu nasıl bir çoraklık, nedir bu ne cehalet? 

Peki, bu insanlar bu toplumu nasıl yönetecekler? 

Nasıl yönetiyorlar? 

Diyebilirsiniz ki “Bu yönetim bu kitaba mı bağlı?”

Evet. Buna bağlı. 

Bugün çektiğimiz sıkıntıların tamamı, hatta bugün içine girdiğimiz girdabın sebebi yöneticilerimizin cehaletidir. 

Bu kitapları da okumuyorlar, diğerlerini de okumuyorlar.

Umarım ve dilerim ki Mustafa Hoca işine devam eder ve bize yüzlerce daha güzel kitap yayınlar. 

Belki çoğu kimse ürettiği güzelliklerin farkında değil, ama en azından bazı dostları farkındadır.

 

 

* Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU