(Bu yazıyı, akabinde bir “Türkiye ekonomisi nasıl kurtulur?” yazısı geleceğini dikkate alarak okumanızı rica edeceğim.)
Eğer çok ciddi miktarda dış kaynak bulunamazsa, önümüzdeki bir yıl içinde Türkiye ekonomisinde büyük bir çöküş yaşanacak.
Bu çöküntünün altında kim, ne kadar kalacak, tahmin etmek güç.
Yine de, tüm bir toplumun, özellikle emekçilerin ve yoksulların ciddi bir fatura ödeyeceği, hayat standardında niteliksel bir gerileme yaşanacağı söylenebilir.
Bir kez daha vurgulayalım, milli gelirin yüzde 60’ına doğru hızla ilerleyen dış borç yükü bir vakadır, betona dayalı büyüme stratejisinin iflas etmesi diğer bir vakadır.
Peki, buraya nasıl geldik?
Türkiye ekonomisi nasıl büyüdü ve nasıl çöküşe doğru hızla ilerledi?
“Ekonomik büyüme” sanırım kapitalizmin en içi boş ve aynı zamanda en zararlı tanımlaması.
Bir yıl içinde üretilen mal ve hizmetlerin parasal karşılığına “milli gelir” diyoruz ve bu parasal karşılık büyüdükçe hep beraber çok seviniyoruz.
Oysa, mesela Türkiye’nin AKP döneminde yaşadığı “ekonomik büyüme”de olduğu gibi, kimi büyümeler çöküşü ve iflası da beraberinde getirir.
Bunu obeziteden mustarip bir kimsenin kaçınılmaz kalp krizine ve kronik rahatsızlıklara doğru kararlı adımlarla ilerleyişine benzetebiliriz.
AKP iktidarı altındaki ekonomik büyümede başat sektörün inşaat olduğu herkesin malumu.
Bu aynı zamanda iktidarın kendi sermaye sınıfını yaratma ihtiyacını karşılayabilecek en uygun sektördü.
İnanılmaz büyüklükteki ihaleler, inanılmaz biçimlerde, o güne dek apartman müteahhitliğinden öte iş yapmamış yandaşlara dağıtıldı.
Bunlar stajlarını AKP öncüllerinin İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ni ele geçirdiği günlerde, mesela metro inşaatı sırasında, ilk taşeronluk tecrübeleriyle gerçekleştirmişti.
Şimdi yüz binlerce konutun satılamadığı İstanbul başta olmak üzere, memleketin dört yanında “konut fazlası” var.
AKP’li yıllarda mendil kadar toprak bulduğunda beton dökmeyi iktisaden iyi bir şey zanneden bir ekonomi yönetimi, bu zihniyeti fırsata çeviren bir müteahhitler ordusu ile muhatap olduk.
Tabii bir de hep birlikte “yol yaptılar”!..
“Ama yol yaptılar…”
Bizim gibi bir ülkenin taşımacılığını demiryolu stratejisi üzerinden geliştirmesi gerekir, değil mi?
Neticede petrolde ağır bir dışa bağımlılık söz konusu. Öyle olmadı.
Hızlı trenin lafı dolaşıp durdu, arada trenler devrildi ama demiryollarında hatırı sayılır tek bir adım atılmadı.
Aslında AKP’nin bir taşımacılık stratejisi olduğu da tartışmalıdır.
Yol ve köprü yapmayı bir övünç kaynağı olarak gören, yolları yaparken verimli tarım arazilerini, zeytinlikleri ezip geçen AKP, Türkiye’nin bir kamyon, otobüs, “doblo” cenneti olarak varlığını sürdürmesini garantiledi.
Haliyle otomotiv sektörü de “ekonomik büyüme” denilen hastalıklı tanımın yükselen yıldızlarından biri oldu.
Petrolde dışa bağımlı ülkemizde, otomotiv sektörüne anlaşılamaz imtiyazlar sağlandı.
Bitmedi…
İnşaat yapılacak ya, demiryolları beton konusunda pek cazip bir alan olmadığı için, en acayip şehirlere “yolcu garantili” havaalanları yapılmaya başladı.
İspanya’nın Barcelona ve Arjantin’in River Plate futbol takımlarına, yetmedi Avrupa basketbol ligine sponsor olan THY ise şişirildi şişirildi, geçtiğimiz sene 8 milyar 115 milyon lira zarar açıklayacak kadar semirtildi.
Apronda deve kesen kadrolardan daha parlak bir zarar bekliyorduk ama şimdilik bu kadarla sınırlı kalındı.
Her aileye iki anahtar!
Mali sermaye, ecnebi tabiriyle finans kapital öyle bir dizginlerinden boşandı ki, kısa dönemde tatlı kârı gören yabancı sermaye “sıcak para” olup yağdı, piyasalarda vurgun üstüne vurgun yaptı, bankacılık sektöründe ise çoğunluk hisseleri eline alıp bol keseden kredileri dağıtmaya başladı.
Falanca rezidanstan daire alıp falanca marka otomobilleri altına çeken ve kredileri biraz sıkıntıya katlanıp ödeyebileceğini düşünen hane halkı, hele o “orta sınıf” diye gaza getirilen beyaz yakalılar pembe rüyalı günleri hep beraber güle oynaya bankalara borçlandı.
Hane halkı sadece kredilerle borçlandırılmıyordu.
Geçiş garantili köprü ve otoyollar, yolcu garantili havaalanları, hasta garantili hastaneler derken, tüm bir milletin 25 senelik geleceği ipotek altına alındı.
Tabii borç karşılığı yapılan tüm o inşaatlar hep “ekonomik büyüme” hanesine yazıldı.
Peki, başka neler o “ekonomik büyüme” hanesine yazıldı?
Kamu tarafından ağır aksak da olsa sürdürülen sağlık ve eğitim gibi hizmetler AKP iktidarı altında “ekonomiye kazandırıldı”, üretilen mal ve hizmetlerin parasal karşılığı içinde yerini aldı.
Günlük hayata tercümesi: Eğitim ve sağlık alınır-satılır birer ticari faaliyet haline getirildi!..
Şimdi önümüzde, rasyonel üretim perspektifinden tamamen kopmuş, tarımı batmış bir ülke var.
Dahası, her gün milyonlarca dolarlık faizini ödemeye çalıştığımız 500 milyar dolara yakın dış borç, vatandaşın 550 milyarlık kredi ve kredi kartı borcu, gelecekteki birkaç on yıl boyunca hep beraber ödememiz gereken yolcu, geçiş ve hasta garantili “yatırım”lar var.
Betona dayalı “ekonomik büyüme” stratejisi iflas eden AKP’nin yaratmış olduğu devasa işsizlik de tüm bu borçların “bonus”u…
Bütün bu sürecin kazananı, AKP iktidarının sürdüğü 17 yıl boyunca tahminen 1 trilyon doları bulan ihalelerde yine tahminen 250 milyar doları bulduğu tahmin edilen “artık pay”ı paylaşan kesimler.
Tabii vergi borçları silinen, varlıklarını katladıkça katlayan büyük sermaye.
Ve yine tabii, her sene milyarlarca dolar kâr payını Türkiye’den uçuran uluslararası tekeller…
Bırakalım ekonomi danışmanlarını, her bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı kafasına jöle sürerek düşüncelere dalsa, bir sinerji yaratmaya çalışsa, uzaya beyin dalgaları yollasa, yine de Türkiye’nin ekonomisini mevcut çöküşten kurtarmaya yetmez.
Türkiye’nin kurtuluşu IMF reçetelerinde hiç değildir.
Türkiye mevcut çöküş ve çürümeden ancak radikal bir paradigma değişikliğiyle kurtulmaya başlayabilir.
İstesek de istemesek de pek yakında hep beraber bunu konuşmaya başlayacağız.
* Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish