Hizbullah'ın yeni Genel Sekreteri Şeyh Naim Kasım'ın yayınlanan son konuşmasında, devam eden felakete karşı direniş yanlılarının yorumlarında olduğu gibi, acıma uyandıran ama aynı zamanda da korkuları büyüten bir yalnızlık duygusu vardı.
Burada yalnızlıkla sadece izolasyonu değil, etrafımızda, üstümüzde ve altımızda olup bitenleri umursamayan sözleri de kastediyoruz.
Bu sözlerde yalnızca İsrail'e atılan füzeler, bir düşman grubunun veya bir tankın ya da buldozerin hedef alınması ve sığınaklarda kalmak zorunda bırakılan İsrailliler var.
Tabii bir de merhum genel sekreter Hasan Nasrallah ile birlikte kullanıma giren garip "bizimle onlar arasındaki” arena ifadesi var.
Bu sözler, bu askeri faaliyetlerin etkinliğini inkar etmek için değil, daha ziyade sınır bölgeleri kavrulmuş toprağa dönüştükten sonra Lübnan'a dayatılması muhtemel güvenlik düzenlemelerinin ortaya çıkaracağı büyük meydan okumalara karşı bu etkinliği ölçmek için söyleniyor.
Bu 5 veya 6 direnişçi ifade sadece kendisini umursadığından, karşılaştırma ve benzetmeler yapmadan kendini övmeye ve kutlamaya meylettiğinden, kendisini umursayanların sayısı da her geçen gün azalıyor, bazıları ise onları dinlerken esniyor.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
En iyi ihtimalle bile bu tür ifadeler savaşın genel yönünde, vahşet kelimesinin kendisini tanımlamakta yetersiz kaldığı İsrail kıyımının hakim olduğu tablosunda giderek yalnızca çok küçük bir alanı kapsıyor.
Hizbullah'ın başına gelenler de dahil olmak üzere bu kadar çok ve yoğun ölümler ve yıkımla birlikte, Lübnan anavatanının temelleri ve dayanakları da çatırdamaya ve hatta belki de sökülüp atılmaya maruz kalmaya başladı.
İsrailliler ne kadar kötü olursa olsunlar, zarar vermek istedikleri kişilere bundan daha fazla zarar vermeyi hayal edemezler.
Eğer Binyamin Netanyahu'nun Donald Trump'ın ABD başkanlığını üstlenmesine kadarki iki ay boyunca daha da vahşileşeceği teorisi doğruysa, 1 yılı aşkın süredir yaşadığımız ve yaşamakta olduğumuz aşırı çirkinliklerden daha çirkin olaylarla karşılaşabileceğimizi, keza bundan kaynaklanan bazı kasvetli siyasi sonuçların da ortaya çıkabileceğini tahmin edebiliriz.
Ancak yalnızlığın, ABD’deki son başkanlık seçimleri gibi dış unsurların katılımıyla daha da netleşen başka yönleri de var.
Bahsi geçen olay ile ilgili görüşümüzden bağımsız olarak, büyük ve kesin etkisi konusunda mevcut küresel fikir birliğine karşılık, Şeyh Kasım, bu olayın bir olay olmadığını ve dolayısıyla da onları etkilemeyeceği değerlendirmesinde bulundu.
Hem de bir sonraki aşama için önerilen olasılıklardan birinin, İran'ın kendi sınırları içerisinde hedef alınmasını önlemek amacıyla, kendi sınırları içerisine geri çekilmesini sağlamak için azami baskı uygulamak olacağı bilinmesine rağmen.
Bu nedenle İranlı liderlerin, takipçilerinin sahip olduğu yalnızlık ve kararsızlık lüksüne sahip olmadığını görüyoruz.
Bu sebeple "direnişin kesin zaferi”ne dair tanıdık söylemlerini, artık daha renkli ve olup bitenlerle etkileşim içinde açıklamalarla birleştirdiklerini görüyoruz.
Bu örneklerden sonuncusu Dini Lider Ali Hamaney'in Danışmanı Ali Laricani'nin "İsrail gerilimi İran'a taşımaya çalışıyor” bu nedenle "İsrail’in tuzağına düşmemeliyiz. Tahran'ın tepkisi akılcı olmalı” şeklindeki açıklamasıdır.
Durum şu ki, 5 veya 6'dan az, zavallı ve tekrarlanan direnişçi ifadeler, sadece bizi cesedin hayatta olduğuna ve üstelik varlığını, rolünü açıklayan tutarlı bir mantıkla donatılmış olduğuna ikna etmeyi amaçlayan delikli argümanların içinde attığı bir ceset gibidir.
Ama üzerinde durup tartışmadan hızla geçilmesinin sırrı, ideolojik bir duruş ve söylemden mahrum olması olabilir.
Çünkü monolog her ne kadar çeşitli konuşma türlerinin önünü açsa da tartışmanın önünü açmaz.
Örneğin Batrun şehrinde yaşananlardan sonra ordunun ülkenin egemenliğini koruyamadığı yönündeki argüman yaygınlaştı, öyle ki sosyal medya alay ve ironi içeren paylaşımlarla doldu.
Bu argümanı tekrarlayanlar, Hizbullah'ın karar ve davranışları nedeniyle ülke genelinde egemenliğin çökmesi üzerinde ise durmadılar.
Diğer argüman ise İsrail'in Lübnan'a saldırmak için bir bahaneye ihtiyacı olmadığıydı. Yani Hizbullah'ın varlığının, silahlarının ve İsrail'i yok etme arzusunu açıklamasının bizzat bahanenin temeli olduğu görmezden gelindi.
Bilindiği gibi geçmişte bahaneler sunulmaması Lübnan'ı 1967 ve 1973 savaşlarına katılmaktan muaf tutmuştu.
Buna karşılık Hizbullah'ın öncüllerinin politikası yalnızca bahaneler sunmak oldu.
Bu, 1949 ateşkesini fiilen ortadan kaldıran 1969 Kahire Anlaşması, ardından 17 Mayıs 1983 anlaşması "komplosuna" karşı yapılan darbe için de geçerli.
Peki ya Iraklı, Arap ve uluslararası tarafların "cihatçı gruplar" tarafından fırlatılan füzeler bahanesini boşu boşuna ortadan kaldırmaya çalıştığı bir dönemde, bu akılsızca argümanı Irak'a uygular ve İsrail'in herhangi bir bahaneyle Irak’ı vuracağını söylersek ne olur?
Gerçek şu ki, bugün gördüklerimiz, duyduklarımız ve yukarıda bahsettiğimiz bazı örnekler, yalnızlığın yol açabileceği türden halüsinasyonlardır.
Halüsinasyonlar yoluyla da bir ülke, hiçbir ülke yönetilemez ve kaderi belirlenemez.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.