Siyasal İslamcılığın geleceği

Vahap Uluç Independent Türkçe için yazdı

Görsel: Freepik

Sosyal, ekonomik ve siyasal yönden toplumu sevk ve idare etme iddiasında bulunan bir ideoloji ya da paradigmanın topluma mâl olması, toplumun dokularına nüfuz edebilmesi iki şartı yerine getirmesine bağlı:

Birincisi, sahip olduğu argümanlarla ve vaatleri ile toplumu nasıl yöneteceği konusunda kendini inandırıcı kılması,

İkincisi de, en az birincisi kadar önemli, topluma önerdiği yaşamı anlatan, edebiyat (roman, öykü, şiir), müzik, güzel sanatlar ve sinemayı içeren kendisine ait bir sanat anlayışını üretmesi. 

Bu bağlamda toplumu bütün yönleri ile yönetme iddiası ile ortaya çıkmış ve topluma mâl olmuş iki büyük paradigma var:

Biri liberalizm, diğeri de sosyalizmdir.

Hem liberalizm hem de sosyalizm, sadece ekonomik ve siyasi açıdan toplumu yönetme iddiasında değiller; aynı zamanda kendi yaşam felsefeleri ile uyumlu bir bilime, romana, şiire, müziğe ve sinemaya sahipler.

Her iki düşünce de bu çerçevede kendilerine ait bir yaşam tarzı oluşturdular.

Sosyalizm bugün ekonomik ve siyasal bir sistem olarak gözden düşmüşse de bilim anlayışı, edebiyatı, şiiri, sineması ile kendisini -en azından okumuş kesim içinde- gündemde tutmayı başarabiliyor.

Hakeza bir çok ülkede ekonomik ve siyasi iktidarı elinde tutan liberalizm, sadece devletin bastırıcı aygıtları ile kitlelere hükmetmiyor; aynı zamanda bilimi ve sanat anlayışı ile kendi yaşam tarzını, değer yargılarını da topluma kabul ettirebildi ve bu şekilde hegemonik bir güce dönüştü.

Liberalizm ve sosyalizm gibi ekonomiyi, toplumu ve siyasi yaşamı düzenleme iddiasındaki paradigmalardan biri de siyasal İslamcılıktır.

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

İslamcılık, 19'uncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren Hindistan ve Mısır merkez olmak üzere şekillenmeye başlamış ve bugün hala tartışıla geldi.

İslamcılığın çıkış noktası Fransız İhtilali'nin yarattığı sonuçlardır.

Fransız İhtilali ile birlikte önem kazanmaya başlayan ve batı toplumlarını doğu toplumları karşısında üstün bir pozisyona çıkaran eşitlik, özgürlük, demokrasi ve milliyetçilik kavramları İslamcı aydın ve alimler arasında da ilgi görmeye başladı. 

Cemalettin Afgani, Muhammed Abduh, Seyyid Ahmet Han, Reşid Rıza gibi şahsiyetlerin görüşleriyle gündeme gelen İslamcılık, zamanla Osmanlı coğrafyasında da etkisini göstermeye başladı.

Yakın zamanların önemli düşünürlerinden biri Fazlurahman'dır.

Dolayısıyla siyasal İslamcılık Batı'nın ekonomik, siyasi ve entelektüel üstünlüğüne verilmeye çalışılan bir cevaptır.

Batının eşitlik kavramı "müsavat", özgürlük "hürriyet", anayasa "kanun-i esasi", toplum sözleşmesi "biat", demokrasi "meşveret", parlamento "şura", milliyetçilik "milliyetperverlik" kavramları ile karşılanmaya çalışıldı.

İslamcılığın yaklaşık 150 yıllık geçmişine bakıldığında iki büyük sorun ile karşı karşıya olduğu görülüyor:

Birincisi, sahip olduğu kaynaklardan hareketle kendine özgü ekonomik ve siyasal bir paradigma oluşturamamış olması.

Siyasal İslamcılık, her ne kadar dini metinlere ve Asr-ı Saadet dönemine referanslarda bulunarak ekonomik ve siyasal/yönetsel sorulara cevap vermeye kalksa da bu konudaki bilgiler örneğin liberal sistem misali günlük yaşamın sorunlarına uygulanabilecek ayrıntıları içeren bir çerçeve düzeyinde değil.

Siyasal İslamcılık, bu anlamda kedine özgü bir sistem oluşturmaktan ziyade içinde yer alınan süreçte, küresel düzeyde popüler olan paradigma hangisi ise ona eklemlenmeye çalışıyor.

Bu, yerine göre sosyalizm yerine göre de liberalizm oldu.

İlk ortaya çıktığı dönemde Fransız İhtilali'ne ait kavramlarla kendisini ifade etmeye çalışan İslamcılık, yıllar sonra sosyalizm popüler hale gelince bu sefer sosyalizmin kavramları ile ifade edilir oldu.

Örneğin Şeyh Muhammed Şeltut,  Seyyid Kutub ve Ali Şeriati gibi alim ve aydınlar şahsında sosyalizmin kavramları ile açıklanır hale geldi, özellikle İslam dünyasının modern zamanlarda yetiştirdiği en önemli aydınlardan biri olan ve "Allahperest Sosyalist" olarak da tanıtılan Ali Şeriati'nin şahsında. 

1980 öncesi yıllarda popüler hale gelen sosyalizmin eşitlik düşüncesi "sosyal adalet", sömürü düzeni "tağuti düzen", ezenler "müstekbirler", ezilenler "mustazaflar", başkaldırı "kıyam", devrim "inkılap" kavramlarına dönüştürülüp İslamileştirilmeye çalışıldı. 

1980'li yıllarla beraber Sovyetlerin çökmesi, sosyalizmin gözden düşmesi ve neo liberal politikaların "alternatifsiz" bir sosyal, ekonomik ve siyasi paradigma haline gelmesi üzerine bu sefer İslamcılık, örneğin Türkiye özelinde, liberalizmin ekonomi politiği (piyasa ekonomisi gibi) ve demokrasi düşüncesine eklemlenir hale geldi.

Üzerinden uzun yıllar geçmiş olmakla beraber siyasal İslamcılık, "adil düzen" misali içinde neyin yer aldığı tam belli olmayan, sadece bir kavramdan ibaret söylemlerden öte çağın koşullarına uygulanabilecek bir ekonomik ve siyasal sistem öneremedi.

İslamcılar, bu konuya kafa yormaları gerekirken -elbette ki hiç yok değil- bunun yerine yıllardır yaptıkları şey, kurulu düzenin boşluklarından yararlanarak onun eksiklikleri üzerinden kendilerini var etmek oldu.

Yine Türkiye özelinde, özellikle kendilerine yakın gördükleri bir partinin iktidara gelmesinden sonra 1990'lı yıllarda ilgi duydukları entelektüel tartışmaların bütünüyle dışında kaldılar.

Sorulması gereken soru şu:

Kurulu düzenin eksiklikleri hangi ekonomik ve siyasal paradigma ile düzeltilecek?

Genel geçer ifadeler dışında henüz bu sorunun cevabı verilebilmiş değil.
 


İslamcılığın karşı karşıya olduğu sorunlardan ikincisi de kendisine ait bir bilim ve sanat anlayışını üretememiş olması. 

Bir düşünce ya da ideoloji tek başına iktidarı ele geçirmekle o topluma mâl olamaz.

Bir siyasal sistem tasavvuru ve buna eşlik eden bir sanat anlayışı olmalıdır.

İslamcı aydın, yazar ve çizerlerin hemen tümü batılı düşünür ve aydınlara referanslarla ve onların kavramları ile kendilerini ifade ediyorlar.

Bilim, felsefe, edebiyat, müzik, sinema, tiyatro gibi insanın akıl ve duygu dünyasına hitap eden etkinlikler bir düşüncenin kendini var etmesi ve  topluma mâl olması için kaçınılmazdır.

Bir düşünce, toplumun zihni gözeneklerine bilgiden ziyade en alt tabakadakine de hitap edebilen sanat ile yerleşir.

Siyasal İslamcılığın son yıllarda Selefi-Vahabi örgütler üzerinden şiddet ile kendisini ifade etmesinin izlerini belki biraz da buralarda aramak gerekir.

İslamcılık hem bir sistem öneremediği hem de entelektüel bir alan ve sanat anlayışı geliştiremediği için ne kendisine ait bir yaşam tarzı oluşturabildi ne de topluma mâl olabildi.

Sanki bunu başaramadığı için de radikal bir kimliğe büründü ve radikal bazı gruplar şahsında saldırganlaştı. 

Eğer İslamcı çevre ekonomi politiği ve siyaset alanında bir değer üretmeden, kendilerine özgü bir sanat anlayışı oluşturmadan sadece sermayeyi ve siyaseti kontrol etmek üzerinden kendilerini var etmeyi düşünüyorlarsa ki bütün ülkelerdeki İslamcı hareketler böyle düşünüyor sanki, bu şekilde toplumun sosyolojisine hakim olmaları mümkün gözükmüyor.    

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU