İran-İsrail geriliminde yeni olan ne?

Doç. Dr. Serhan Afacan Independent Türkçe için yazdı

İllüstrasyon: Thomas Levinson/The Daily Beast

İsrail, 1 Nisan 2024'te İran'ın Şam'daki konsolosluk binasını vurunca hemen herkes Tahran'ın bu saldırgan tavrı yanıtsız bırakmayacağı konusunda hemfikirdi.

Saldırının bizatihi kendisi yeterince provokatif bir eylemken üstüne bir de içlerinde Kudüs Gücü komutanlarından Tuğgeneral Muhammed Rıza Zahidi'nin de bulunduğu 7 İranlının ölümüyle sonuçlanması İran'da sinirleri daha da gerdi.

Sonrasında yaşananlar malum. Saldırının ardından İran'ın askeri ve sivil bürokrasisi, atılacak adımı etraflıca ölçüp biçtikten ve doğrudan ya da dolaylı konuyla ilgili tüm taraflarla muhabere ettikten ve hatta misillemenin dikkatli mimarisinden anlaşıldığı kadarıyla onların nabızlarını ölçtükten sonra, etkisinden çok mesajı üzerinde çalışıldığı görülen bir karşı hamlede karar kıldı.

Mesajdan çok etkiye yoğunlaşanlar, 13 Nisan gecesi çok sayıda drone ve füze kullanılarak yapılan bu misillemenin -büyük oranda bu araçların tamamına yakınının hedeflerine ulaşmadan düşürülmesinin etkisiyle- yükte ağır pahada hafif olduğu görüşünde birleşti.
 

Bashar Taleb apaimages.jpg
Fotoğraf: Global Look Press/IMAGO/Bashar Taleb apaimage

 

Düşürülen ve hedefine ulaşan drone ve füzelerin çıkardığı toz bulutu dağılıp olayın üzerinden biraz zaman geçtiğinde ise İran'ın mesajının ne olduğu tartışmaları öne çıktı.

Söz konusu mesaj olunca Tahran'dan çok geçmeden sesler yükselmeye başladı.

İran Devrim Rehberi Ali Hameney "habis rejim" olarak tanımladığı İsrail'in cezalandırıldığı görüşündeydi.

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ise olayın sıcağı sıcağına yaptığı açıklamada kendi kamuoyuna "Tanrı'nın yardımıyla tüm düşmanlarımızı yeneceğiz" diyordu.

Karşılıklı mesajlaşmalar sürdü ve Hameney olayın üzerinden saatler geçtikten sonra sosyal medya hesabından "Kudüs Müslümanların eline geçecek ve İslam dünyası Filistin'in kurtuluşunu kutlayacak" şeklinde bir açıklama yaptı.

Bu açıklamaları her iki cenahtan gelen başka açıklamalar ve her yönüyle kritik olduğu anlaşılan üst düzey güvenlik toplantılarından paylaşılan görüntüler izledi.

Bunların her birinin kronolojisini tutmak ve izini sürmek ilginç ve heyecan verici olsa da sadede gelmek daha doğru olur.

Nitekim bu yazının yazıldığı 17 Nisan akşamında her iki taraf da sadede gelmişti.

Akşam 16.55'te, Ordu Günü dolayısıyla o zamanlar 40'larının sonunda olan Hameney'in 1980-1988 İran-Irak Savaşı'nın sonlarında küçük bir odada komutanlarla sedir üstünde oturduğu bir poz Devrim Rehberi'nin resmi hesabından paylaşıldı.
 


Bundan yaklaşık bir saat sonra 17.45'te ise İsrail devletinin resmi hesabı bir paylaşım yaptı.

Netanyahu'nun ve başka birçok İsrailli yetkilinin da yeniden gönderdiği ve Hameney'in bir konuşmasından alıntılanan "İslam Cumhuriyeti, Tel Aviv ve Hayfa'yı yerle bir edecektir" ifadeleriyle başlayan bu paylaşım yarım dakikalık bir video.

Videoda Hameney'in bu konuşmasının bulunduğu kesitte ekranda 13 Nisan 18.00 görülüyor ve ifadelerin hemen ardından ekranda 14 Nisan 02.00'de İran'ın drone ve füzeleri havada uçuştuğu İsrail'de ise sirenlerin çaldığı kesitle karşı karşıya buluyorsunuz kendinizi.

Birkaç saniye sonra ise birden Berlin'deki Brandenburg Kapısı'ndan asude bir akşamüstü görüntüsü ve ekrandaki "Çok geçmeden sizin yakınızdaki bir şehre de gelecek!" ifadesiyle karşılaşıyorsunuz.

Videonun devamında ise ilgili taraflar İran'ın balistik füze programına yaptırım uygulamaya ve İran Devrim Muhafızları'nı terör örgütü ilan etmeye davet ediliyor ve ekleniyor:

Çok geç olmadan İran'ı durdurun!


Bir başka videoda aynı dramatik geçiş bu defa Londra'daki Big Ben'den asude bir manzara eşliğinde verilmiş.
 


Mesajların toplamından çıkan sonuç, her iki tarafın da gerilimi iki devlet arasında bir sorun olmaktan çıkararak bölgesel ve hatta küresel bir mesele haline getirmeye çalışmasıydı.

Biraz araştırınca Hameney'in söz konusu ifadeleri sarf ettiği konuşmasını, yıllar önce 21 Mart 2013'te yaptığını gördüm. İsrail tarafı tarihlerle biraz oynamanın ya da bu izlenimi vermenin kimseye zararının olmayacağını düşünmüş olmalı.

Öyle ya propaganda kavgasında yalan sayılmaz. Dahası aslında Hameney'in söz konusu konuşmada tam olarak o kesilen kesitten anlaşılan şeyi söylemediği de görülüyor.
 

Hamaney Reuters.jpg
İran dini lideri Ali Hamaney / Fotoğraf: Reuters

 

Biraz sıkıcı olmak pahasına Hamaney'in Meşhed'de bulunan İmam Rıza Türbesi'nde yaptığı o konuşmanın görece uzun ilgili bölümünü aktarıyorum:

Düşmanların var olduğunu söyledik. Kim bu düşmanlar? İran milletine karşı komplonun ana yuvası nerede? Bu sorunun cevabı zor değil. Bugün tam 34 yıldır, ne zaman 'düşman' denilse İran halkının aklına Amerika devleti geliyor.

Amerikalı devlet adamlarının bu noktaya dikkat etmelerinde ve İran milletinin bu otuz yılda bazı şeyleri gördüğünü, aşamalardan geçtiğini, düşman deyince İran milletinin aklına Amerika'nın geldiğini anlamalarında fayda var. […] 

Elbette ilk etapta ve ilk sıralarda saymadığımız başka düşmanlar da var. Mesela Siyonist düşman da var ama Siyonist rejim İran milletinin düşmanları arasında görülecek kadar büyük değil.

Bazen Siyonist rejimin liderleri bizi tehdit ediyor; askeri saldırı tehdidinde bulunuyorlar. Ama bence onlar da biliyorlar ve eğer bilmiyorlarsa bilmeliler ki şayet bir hata yaparlarsa İslam Cumhuriyeti Tel Aviv ve Hayfa'yı yerle bir edecektir. 

Habis İngiliz devleti de İran milletine düşmandır; o İran milletinin geleneksel ve eski düşmanlarından biridir. Ancak İngiliz hükümeti bu alanda Amerika'yı tamamlayıcı bir rol oynuyor.

Britanya hükümetinin kendisi müstakil bir düşman olarak görülebilecek bağımsızlığa sahip değil ve Amerika'nın peşinden gidiyor. 

Diğer bazı hükümetlerin de düşmanlıkları var. Fransız devletinin yetkililerinin son birkaç yıldır İran milletine karşı açık bir düşmanlık sergilediğini söylemeyi uygun görüyorum.

Bu, Fransız devlet adamlarının akılsızlığından kaynaklanıyor. Aklı başında bir insan, özellikle de aklı başında bir politikacı, asla düşmanı olmayan bir devleti düşmana çevirme motivasyonuyla hareket etmemelidir.


Hameney'in siyasal jargonuna biraz hakim olanlar ve konuşmalarında "düşman" kelimesini kullanmakta ne derece cömert davrandığını bilenler için bu konuşmanın sorunlu boyutları olsa da istisnai bir tarafı yok.

Ama takdir sizin. Şahsen benim takdirim, şayet İran 13 Nisan'daki hamlesiyle bir mesaj vermek istemişse -ki tekrar edeyim bana göre tam da bunu amaçladı- bu mesajı yakalamak için Tahran'a ya da Tel Aviv'den gelen konjonktürel uğultulara kulak kesilmenin beyhude bir çaba olduğu ve bu iki başkentten gelen açıklamaları esas almanın bizi bir yere götürmeyeceği yönünde.

Bir şekilde duyduklarımızı da ilk anlamıyla kabul etmemekte fayda var. Ancak verilmek istenen mesajı bir şekilde deşifre etmenin de eşit derecede faydalı olduğunu düşünüyorum.

Peki nedir bu mesaj?

Bu soruya cevap ararken, birkaç satır önce konjonktüre çok fazla takılmamak gerektiğini söylediğimize göre İran-İsrail ilişkilerine dair kısa bir tarih turuna çıkmak iyi olabilir.
 

a.jpg
İranlılar, ülkenin Şam'daki konsolosluk binasına düzenlenen saldırıda öldürülen Devrim Muhafızları üyeleri için düzenlenen anma törenine katılıyor / Fotoğraf: Hossein Beris/Middle East Images/AFP

 

Şah, İsrail ve "gayrimeşru" ilişki

Muhammed Rıza Şah Pehlevi'nin 1941-1979 yılları arasındaki saltanat dönemi modern İran tarihinde birçok açıdan olduğu gibi İran-İsrail ilişkileri bağlamında da belirleyici bir dönem olmuştur.

Şah'ın Soğuk Savaş döneminde ABD ile kurduğu ilişki ve ABD'nin Ortadoğu'daki hegemonyasının bir aparatı haline gelmesi, İsrail ile olan ilişkilerini de doğrudan etkilemiştir.

İran, bölgedeki duruma ilişkin yol haritası belirlemek üzere BM bünyesinde kurulan Filistin Özel Komisyonu'nun parçası olmasına rağmen, komisyonun çoğunluğunun onayladığı rapora dayalı olarak İsrail devletinin 14 Mayıs 1948'de resmen kurulmasının zeminini hazırlayan ve Filistin topraklarını Filistinliler ve Yahudiler arasında paylaştıran BM Genel Kurulu'nun Kasım 1947'de aldığı 181 numaralı kararla ortaya koyduğu Taksim Planı'na bölgenin Arap devletleri ve Türkiye'nin yanı sıra aleyhte oy kullanan ülkelerden biriydi.

İran, böyle bir taksimin sonu gelmez çatışmalara yol açacağı görüşündeydi ve federal bir devlet kurulmasını savunuyordu.

Savaşın ardından Mayıs 1949'da İsrail'in BM üyeliği oylamasında aleyhte oy kullanan İran, Mart 1950'de İsrail devletini de facto tanımıştır.

Takip eden yıllarda İran, bir yandan ABD'nin ve Yahudi lobisinin desteğini kaybetmemek ve İsrail ile ilişkilerinden sağlayacağı ekonomik kazançlardan mahrum kalmamak için İsrail ile Arap devletleri arasındaki çatışmalarda taraf olmaktan sakınmıştır ki bunda Nasırizm ve Baasçılık'ın her iki ülkece ortak tehdit olarak görülmesi önemli bir rol oynamıştır.

Diğer yandan ise İran, genel olarak bölgedeki özelde ise Basra Körfezi'ndeki Arap komşularını rahatsız etmemek için İsrail ile ilişkileri herkesin bildiği bir sır olarak saklamaya çalışmıştır.

Pehlevi dönemi İran'ının son dışişleri bakanı olan ve aktardığı olay esnasında dışişleri bakanı yardımcısı olarak görev yapan Ahmed Mirfendereski'nin hatıralarında aktardığı şu diyalog, İran-İsrail ilişkilerinin bu safhasının garipliğini açık şekilde göstermektedir: 

Yahudi Ajansı'nın Başkanı Doriell adında bir adam vardı ve Bakan Yardımcısı olduğum dönemde bakanlığa gelir giderdi. Merhum Abbas Aram [dönemin Dışişleri Bakanı] bu geliş gidişlerden hoşlanmaz ve Arap ülkelerinin temsilcilerinin bakanlığa girip çıkarken bu adamı görüp tanıyarak ileri geri konuşabileceklerini düşünürdü.

Bu nedenle, bu kişinin bakanlıkta işi olduğunda mesai saatleri dışında gelmesini söyledik. Genelde saat beş-altıda gelirdi. Bir gün Doriell bana şöyle dedi: 'Artık bizimle ne zaman açık ilişki kurmak istediğinizi bilmek isterim.'

Güldüm ve şöyle dedim: 'Sayın Doriell! Bence İran ile İsrail arasındaki en iyi ilişki türü şu anki ilişki şeklidir.' 'Nasıl yani?' dedi.

Ben de şöyle dedim: 'Gayrimeşru ilişki en zevkli ilişki türüdür.' Güldü ve şöyle karşılık verdi 'Ama yine de herkes bir gün bu ilişkinin aşikar hale gelmesini arzuluyor.' Cevaben şöyle dedim: 'Arzu güzel şeydir, bir ömür boyu da arzuyla yaşanabilir.


İlişkilerin olağandışı yapısına rağmen 1960'larda ikili ilişkiler siyasi, istihbari, askeri ve ekonomik manada derinleşmiş ve İsrail'in sağladığı imkanlara karşılık İran da İsrail'e ham petrol sağlamayı sürdürmüştür.

Hatta Şah 1960 yılında verdiği bir röportajda İran'ın İsrail ile olan ilişkilerini bizzat açıklayınca İran ile Mısır'ın ilişkileri Cemal Abdunnasır'ın halefi Enver Sadat'ın iktidara gelişinin ardından Ağustos 1970'te tekrar kurulmak üzere kesilmişti.

İran-İsrail yakınlaşmasında, 1958'de kısa ömürlü Birleşik Arap Cumhuriyeti'nin kurulması, Irak Kralı II. Faysal'ın Temmuz 1958'de askeri darbeyle devrilmesi ve bunun sonucu olarak Şubat 1955'te Türkiye, Irak, İran, Pakistan ve Birleşik Krallık arasında Bağdat merkezli olarak kurulan Bağdat Paktı'nın çözülmesi gibi gelişmeler etkili olmuştur.

Nitekim Cemal Abdunnasır Irak'ın bu pakta katılmasını sert şekilde eleştirmiş ve bunu ihanet olarak nitelemişti.

1970'lere gelindiğinde Şah ile Enver Sadat arasındaki ikili ilişkilerin de etkisiyle Mısır ile İsrail arasındaki 1973 Ekim Savaş'ının ardından İran-İsrail ilişkileri belirli ölçüde olumsuz yönde seyretmeye başladı.

Şah'ın Irak'ın fiili lideri durumundaki Saddam Hüseyin ile Mart 1975'te Cezayir Anlaşması'nı imzalaması ise Irak Kürtleri konusunda İran ile ortak hareket eden İsrail'de büyük hayal kırıklığına neden oldu.

1970'lerde Arap milliyetçiliğinin de önemini yitirmeye başlaması, Aralık 1971'de İngiltere'nin Basra Körfezi'nden çekilmesi ve özellikle 1973'te Petrol İhraç Eden Ülkeler Teşkilatı'na (OPEC) üye Arap devletlerinin İsrail'e verdikleri destek nedeniyle Batı'ya karşı petrol ambargosu uyguladığı bir ortamda İran'ın buna iştirak etmeyerek petrolden büyük gelirler elde etmesi, iki ülke arasındaki ekonomik ilişkiler güçlenmeyi sürdürse de -ki İran öncesinde olduğu gibi bu süreçte de İsrail'e petrol ve hatta silah satmayı sürdürmüştür- İsrail'i İran açısından jeopolitik anlamda daha az önemli bir hale getirmiştir.

Şah'ın Cezayir Anlaşması'ndan bir ay sonra Nisan 1975'te Mısırlı gazeteci Muhammed Hüseyin Heykel'e verdiği röportajda İran-İsrail ilişkileri bağlamında yaptığı çıkışı bu bağlamda değerlendirmek gerekir: 

Geçmişte 'Düşmanımın düşmanı dostumdur' ilkesiyle hareket ettik ve İsrail ile olan ilişkilerimiz gelişmeye başladı. Ne var ki artık durum değişmiş bulunuyor… Zaman zaman bölgede yeni bir denge kurulması gerektiğini düşünürüm… Belki de bölge İslami çerçevede yeni bir entegrasyona gidebilir.


İran'ın Arap devletlerinin girişimiyle BM Genel Kurul gündemine gelerek 10 Kasım 1975'te kabul edilen ve bir ırkçılık türü olarak tanımladığı Siyonizm dahil her türlü ayrımcılığın sonlandırılması çağrısında bulunan 3379 sayılı karara evet oyu vermesi de bu bağlamda değerlendirilmelidir.

Nitekim bu tarihten sonra, her ne kadar füze programı gibi alanlarda ilişkiler sürse de iki ülke münasebetlerinde sorunlar baş göstermeye başlamış ve Şah yönetimindeki İran, Ortadoğu'daki hegemonik hedeflerine ulaşmak için Arap devletleri ile ilişkilerini güven zeminine oturtmak isterken İsrail ve hatta ABD nezdindeki güvenilirliğini önemli ölçüde yitirmiştir.

Dolayısıyla 1979 İran Devrimi meydana geldiğinde İran'ın ABD ve İsrail ile olan ilişkileri en iyi dönemlerinin çok uzağındaydı. 
 

Gabriel Duval AFP.jpg
Ayetullah Humeyni'nin yeni hükümetini desteklemek için Tahran'da toplanan göstericilerin Şubat 1979'daki gösterisi / Fotoğraf: Gabriel Duval-AFP

 

İran İslam Cumhuriyeti ile ne değişti?

İranlı yetkililer yer yer kadim bir devlet geleneğine sahip olduklarına işaret ederler ki bu geleneğin Pehlevi dönemini de içerdiği aşikardır.

Dolayısıyla, söylem bazındaki radikal değişimleri bir kenara bırakır ve konunun özüne odaklanırsak İran İslam Cumhuriyeti'nin İsrail ve ABD politikasında önemli devamlılıklar görürüz.

Arada önemli farklar olsa da Şah gibi İran İslam Cumhuriyeti yöneticileri de Filistin'deki iki devletli çözümü kabul etmiyorlar. İran'ın çözüm önerisi, bölgenin siyasi yönetiminin topraklarından edilmiş tüm Filistinlilerin atalarının topraklarına dönerek iştirak edecekleri bir referandumla belirlenmesini kapsıyor. 

Devrimden hemen sonra Ayetullah Humeyni'nin talimatıyla Ramazan ayının son Cuma gününü Kudüs Gücü ilan eden İran İslam Cumhuriyeti, her ne kadar devrimden hemen sonra İsrail ile olan bütün diplomatik ilişkilerini kesmiş ve hatta İsrail'in elçilik binasını Filistin Kurtuluş Örgütü'ne (FKÖ) vererek binanın bulunduğu caddeye Filistin Caddesi adını vermişse de 1980-1988 yılları arasındaki İran-Irak Savaşı boyunca, dolaylı yollardan da olsa ABD'den olduğu gibi İsrail'den de silah temin etmeyi sürdürmüştür.

İran jeoekonomik ve jeostratejik açılardan en öncelikli bölge olarak gördüğü Basra Körfezi'nde zaafa düşmemek için resmi ordusuyla varlık gösterdiği bu bölge dışında Ortadoğu'nun genelinde vekil güçler marifetiyle etkili olmaya çalışmıştır.

Dolayısıyla İsrail sorunu İran için devrimden sonra da öncelikli ulusal güvenlik konusu olmamıştır. 
 

Hamaney AP.jpg
İran dini lideri Ali Hamaney / Fotoğraf: AP

 

İran'ın Devrim Rehberi Ali Hamaney 7 Ekim'den birkaç gün sonra Hamas'ın operasyonun arkasında İran'ın olup olmadığı yüksek sesle tartışılmaya başlayınca yaptığı açıklamada bu operasyonu tasarlayanları desteklediğini ifade ettikten sonra şunları söyledi:

Ama 'Bu iş Filistinlilerin dışında birilerinin işidir' diyenler Filistinlileri tanımamıştır. Filistinlileri küçük gördüler, yanlışları buydu.


Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi ve Dışişleri Bakanı Hüseyin Emir-Abdullahian dahil İran'ın üst düzey yetkilileri, müteakip günlerde yaptıkları açıklamalarla aynı noktayı öne çıkardılar ve ülkelerini çatışmanın dışında tutacaklarını vurguladılar.

Nitekim İsrail Savunma Güçleri Sözcüsü Nir Dinar 9 Ekim'de yaptığı açıklamada "Yaşananların İranlılar için sürpriz olmadığına yüzde 100 eminiz" dedikten sonra, ellerinde operasyonda İran'ın eli olduğuna ilişkin bir "kanıt" olmadığını belirtti.

Peki İran, İsrail ile olan çatışmasını neden dolaylı ve örtük bir çatışma olarak sürdürme yoluna gidiyor? 

Yukarıda da işaret edildiği üzere İran ile İsrail sınırdaş ülkeler değil ve elinde nükleer silah gibi bir caydırıcılığa sahip olmasının yanı sıra İsrail, İran'a nispetle çok daha etkili bir hava gücüne sahip.

Diğer yandan İran, İsrail ile çatışmaya girmenin ABD ile ve hatta oldukça iyi ilişkiler içinde bulunduğu Avrupa devletleriyle çatışmaya girmek anlamına geleceğini biliyor.

Askeri kapasitesi, jeopolitik zaafları ve elbette ekonomik pozisyonu bu tarz bir riski almayı imkansız hale getirdiği için İran böyle bir felaket senaryosundan mümkün olan her yolla kaçınmaya çalışıyor.

Nitekim, rejim karşıtı muhalif yapılar tarafından 2000 yılında İran'ın gizlice uranyum zenginleştirerek nükleer silaha erişme peşinde olduğuna ilişkin bilgi ve iddiaların dünya kamuoyu ile paylaşılması ve ABD'nin karşı karşıya kaldığı 11 Eylül 2001 saldırılarının ardından İran, ABD ile çatışma riskinin gerçekleşme olasılığından endişe etmiş ve görünürde çatışma içinde bulunduğu ABD karşısında çok daha ihtiyatlı hareket etme yoluna gitmiştir.

Zaten ABD'nin önce Afganistan sonra da Irak'ta gerçekleştirdiği işgaller İran'ın jeopolitik çıkarlarına uygun düşmüş ve her iki işgal sürecinde de İran ABD ile istihbarat alanında iş birliği yapmıştır.

Bu nedenle, aslında geniş bir çerçevede ele alındığında İran ile ABD'nin Ortadoğu'ya bakışında zıtlık olduğunu söylemek yanlış olur.

Bu hassas dengenin İsrail sorunu nedeniyle bozulması İran'ın istediği bir şey değil.

Hatta İranlı yetkililer İsrail'in özellikle Irak işgalinden ve dönemin ABD Başkanı G. Bush İran'ı Irak ve Kuzey Kore ile beraber "Şer Ekseni" ülkelerinden biri olarak konumlandırdıktan sonra ABD'yi İran'a saldırtmaya çalıştığını düşünüyorlar.

Bütün bunlardan İran'ın behemehâl ABD ile çatışmaktan kaçınmaya çalıştığı ve diğer nedenlerin yanı sıra bu kararlılıktan hareketle İsrail ile doğrudan çatışmaya girmeyeceği sonucu çıkıyor.

Öyleyse İran'ın Filistin politikasının ana hedefi nedir?
 

Thomas Levinson The Daily Beast.jpg
İllüstrasyon: Thomas Levinson-The Daily Beast

 

İran'ın temel Ortadoğu politikası özellikle Basra Körfezi'nde karşısında Sünni bir blok oluşmasını engellemek.

İran'ın İran-Irak Savaşı'ndan çıkardığı bu stratejik yaklaşımı sürdürmesi de bölgenin Arap devletlerinin başka gündemlerle meşgul olmasını gerektiriyor.

1978 Camp David Anlaşmaları ile Mısır'ın açtığı yoldan ilerleyerek takip eden yıllarda İsrail ile normalleşmeye çalışan Arap devletlerinin tutumu da İran'ın Filistin meselesini araçsallaştırmasının önünü açıyor.

İran'ın kabulü, kendi ve "Direniş Ekseni" dışında İsrail'e karşı hiçbir devletin net bir tutum sergilemediği yönünde.

İran Filistin meselesini bölge devletleri üzerinde bir baskı unsuru olarak kullanma ve hatta Hizbullah ile İsrail arasında Temmuz 2006'da yaşanan savaş sürecinde olduğu gibi Arap sokaklarını bu konu üzerinden etki altına alma peşinde.

Fakat İran bunu İsrail ile çatışmaya girmeden yapmaya büyük özen gösteriyor.

Katar dışında bölgenin Arap devletlerinin Hamas karşıtı bir pozisyonda bulunması son yıllarda İran'ın Hamas üzerindeki etkinliğini artırdı.

Fakat, İran'ın kategorik olarak Müslümanların topraklarının işgalden kurtulması gerektiği yönünde bir tutum sergilemediği İkinci Karabağ Savaşı'nda aldığı pozisyonda da görüldü.

Güney Kafkasya'da olduğu gibi İran'ın Filistin meselesine yaklaşımı da bölgedeki ulusal çıkarları ile doğrudan bağlantılı ve İran bu menfaatleri riske atacak adımlardan kaçınacaktır.

Dolayısıyla Şah, İsrail ile olan ilişkilerini olabildiğince örtük şekilde yürüttüğü gibi günümüzde de İran çatışmayı -sloganları bir tarafa bırakırsak- örtük ve dolaylı biçimde sürdürmeye devam etmekten yanaydı.

İran'ın ulusal çıkarları, askeri kapasitesinin sınırları ve ekonomik durumu aksi yönde hareket etmesini imkansız hale getirmektedir.

Son hamlelerle bu biraz değişime uğradıysa ve iki ülke arasındaki gerilimde bir eşik geçildiyse de bunun esaslı bir kırılma olduğunu söylemek için henüz çok erken.

Peki ufukta İran-İsrail gelimine ve bunun bölgeye etkisine dair ne var?


Yeni eşik ne?

Devletlerarası ilişkilerin özellikle de İran ile İsrail arasında olduğu gibi diplomatik ilişkileri bulunmamasına rağmen farklı boyutlarda bir angajmana girmiş devletlerin ilişkilerinin grift bir yapısı olduğu ortada.

Hameney'in alıntılanan konuşmasında görüldüğü üzere İran, İsrail'i belirli bir mesafede tutmak ve onu "akıllı" davranmaya sevk etmek istiyor. İntikam ateşiyle tutuştuğu yönde haberler çıkan Tel Aviv'in şimdiye dek karşı hamlede bulunmaması, ABD başta gelmek üzere etkin devletlerin benzer bir tutuma kani olduğu anlamına geliyor.

İran'ın mesajı tam da buydu. Tahran yönetimi ABD'ye Netanyahu yönetimindeki İsrail'in bölgeyi bir savaşa itecek hareketler yapabileceğini göstermeyi amaçladı.

Elbette İran'ın İsrail üzerinden bu mesajı verirken kendisinin farklı kriz alanlarında bölgede neden olduğu istikrarsızlığı hafızalardan silmesi mümkün değil.

Nitekim Türkiye dahil bölgedeki diğer devletler açısından baktığımızda görünen şey bu iki hasmın kaçınılmaz olarak üçüncü ülkeleri içine alacak bir gerilimi kabul edilemez şekilde tırmandırmaktan geri durmadığı.

Bu mesajın gerilimden yana olmayan devletler arasındaki ilişkilerde önemli etkileri olacaktır.

Not edilmesi gereken bir diğer husus da İran'ın yaptığı ve en az iki ülke hava sahasından geçerek İsrail topraklarına ulaşan füze ve drone misillemesiyle bölgedeki diğer "düşmanlarına" mesaj vermeyi amaçladığı.

Bu mesajın İran'ın çok önem verdiği caydırıcılık zırhına ne derece hizmet edeceği bir yana bölgedeki İran'ın füze programına dair hassasiyeti artıracağı ve silahlanma çabalarını güçlendireceği aşikar.

Son olarak İran'ın bölgede vekil güçler olarak tanımlanan kendisine müzahir unsurlara moral motivasyon sağlamayı amaçladığı da söylenebilir ancak bu, İran'ın bu unsurlarla arasında kurduğu himaye yahut vekalet ilişkisinin gittikçe sürdürülmesi zor bir noktaya evirildiği gerçeğini değiştirmeye yetmeyecektir.

Tüm bunları ve birkaç gündür tanıklık ettiğimiz gelişmeleri dikkate alarak İran-İsrail geriliminden bölge hesabına çıkarılacak mesaj bölgenin barış ve huzurunun İsrail'in sorumsuzluğuna da İran'ın güvenlik kaygılarını gidermek için daha büyük güvensizliğe neden olan adımları atma ısrarına da bağlı kurban edilmemesi gerektiği.

Hamleleriyle Tel Aviv de Tahran da sözlerini söylemişse de bölgenin geleceği için son sözü onlara bırakmamak gerekiyor. 

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU