Tarih: 1927
Yer: Ankara'da bir bina inşaatı.
Ben taş ve mermer işleri için Marmara Adası'na gitmiştim. Müteahhit, temel işlerine başlamış ve önemli bir bölümünü kısa sürede bitirmişti. Dönüşümde hesapsız kazıların nedenini sordum. 'Havalar iyi gidiyordu, vakit kaybetmemek için yaptık'dediler. Sağlam olmayan bir zemin üzerinden moloz taş ve kireçli harçla temele başlamışlardı.
Bu hesapsız işleri kendilerine gösterdim, 'Temelleri yıkınız ve kazıyı baştan yapınız'dedim, aldırmadılar. Ertesi sabah taş ocağında çalışan işçiler getirdim, bütün duvarları dinamitle yıktırdım.
Dinamitlerin patlaması çok gürültü yapmıştı. İki saat sonra inşaata bir araba geldi. Yol olmadığı için yukarı çıkamamış, şimdiki Türk Hava Kurumu binası önünde durmuştu. İçinden Mustafa Kemal indi. Yukarıya doğru bağırdı: 'Yahu Hikmet biz Ankara'yı kurmaya çalışıyoruz, sen havaya uçuruyorsun'.
İnşaat ilerlemiş, ikinci kata kadar çıkılmış, Ankara'nın kara kışı da bastırmıştı:
İnşaatın ikinci kat balkonunu yapıyordum. Karlı, fırtınalı tipili bir gündü.
Bir işçi, 'Efendim Paşa geldi'dedi. Bir döndüm, Mustafa Kemal üstü başı kar içinde yanımda duruyor. Tek kolu olmayan, zamanın en büyük taş ustalarından Hüseyin Efendi, eline süpürgeyi alıp Mustafa Kemal'in üzerindeki karları temizlemeye başladı. Paşa, ustaya koluna ne olduğunu sordu. Afyon cephesinde kaybettiğini öğrenince çok duygulandı.
İşçilerim tencerede çay kaynatmıştı. Bardak da bulunamamıştı. Gazi Paşa, kendisine verilen tahta kaşıkla tencereden çay kaşıkladı. Balkondan ta uzakları gösterip, 'Hikmet, şu karşıdaki boşluğu orman, şu bataklığı da park yapacağım'dedi. Yıllar sonra gösterdiği yerlerden birisi Orman Çiftliği, diğeri de Gençlik Parkı oldu.
Cumhuriyet'in yetiştirdiği en önemli mimarlardan Arif Hikmet Koyunoğlu'nun anılarından bu satılar.
Bahsettiğimiz inşaat ise bugün hâlâ Ulus Namazgâh Tepesi'nden Ankara'ya bakan, Ankara'nın geçirdiği dönüşüme bu tepeden şahitlik eden Türk Ocakları Genel Merkezi, ya da 1980'den bu yana anılan ismiyle Ankara Resim Heykel Müzesi binası.
Sadece bir kentin değil, bir ülkenin hafızası
Etnografya Müzesi'nin de mimarı Arif Hikmet Koyunoğlu, Mustafa Kemal Atatürk'ün heyecanla beklediği bu binanın hemen her aşamasında inşaatı ziyarete geldiğini anlatıyor anılarında.
Bazen kara kışta bazen gece yarısı "Aşağıda yoldan geçiyordum, ışığı gördüm geldim" diyerek geliyor Paşa.
Bina bitiyor, Ressamlar Cemiyeti'nin ilk sergisini geziyor efsaneleşen ressam İbrahim Çallı'yla. Başkent yaptığı bozkırda Türkiye'nin ilk operasının sahnelenmesini istiyor. Daha sonra o operayı, İran Şahı Rıza Pehlevi ile izliyor Türk Ocağı binasında.
Binanın "Türk Ocağı" ile başlayan hikayesi politik çekişmelere de konu oluyor bilim ve sanat konferanslarına da. Yıllar yılı halkevleri, bakanlıklar, müdürlükler de kullanıyor binayı. Nihayetinde Türkiye'nin travmalar tarihi 1980'de, Resim Heykel Müzesi olarak anılmaya başlıyor.
Müze'nin kapanmayan yarası "kayıp eserler" meselesi de yine 1980'lerde başlayıp, bugüne kadar devam ediyor.
Gençliğe Hitabe'nin ilk asıldığı yer
Hep karmaşık süreçlerden geçen binanın başlangıç tarihiyle ilgili kayıtlar da bir miktar karmaşık esasında.
Mimar Arif Hikmet Koyuncuoğlu anılarında, Türk Ocakları Merkez Binası inşaatına Etnografya Müzesi'ni bitirmesinin hemen ardından, 21 Eylül 1925'te başladığını ve 18 ayda tamamladığını yazıyor.
Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Müze'nin internet sitesinde yer alan bilgiye göre ise 21 Mart 1927 tarihinde başlayan inşaat, 23 Mayıs 1930'da sona erdi.
Koyunoğlu anılarında, "Gençliğe Hitabe"nin duvar işlemesinin 1927'de, yani harf devriminden önce, ilk kez Resim Heykel Müzesi'ne konuluşunu şöyle anlatıyor:
Gençliğe Hitabe bloku, harf devriminden bir yıl önce bina açılmadan, 1927 yılında yerine konulmuştur.
Atatürk, Latin harfleri ile Gençliğe Hitabe'yi bir kağıt üzerine yazmış ve bunun mermere işlenmesini emretmişlerdi. Hiç kimse Latin harfi bilmediği için her harf, kopya edilerek yazıldı.
Bir gün Atatürk, yakın arkadaşları ile inşaata geldiler ve yazılmasına devam edilen mermerde ne yazdığını sordular. Mustafa Necati, bir şeyler söylemeye çalıştı ama okuyamadı.
Mustafa Kemal, 'bir yıl sonra anlarsınız' dedi ve kendileri de okumadı. Bir yıl sonra harf devrimi yapıldığı zaman mermerde yazılan hitabenin ne demek istediğini çok iyi anlamıştık.
Türk Ocağı için yapıldı ancak Türk Ocakları feshedildi
Türk ocaklarının merkez binası olması amacıyla yapılan binanın, bu görevi çok uzun sürmedi.
Daha sonra değişen ilk tüzüğünde "Ocak siyasetle uğraşmaz, hiçbir ocaklı cemiyeti siyasî emellerine alet edemez" ifadesi yer alan Türk ocakları için siyasetten uzak kalmak, o dönem de mümkün görünmüyordu. İkinci Meşrutiyet, Birinci Dünya Savaşı, yeni meclisin kurulması gibi pek çok tarihi sürece tanıklık eden Türk ocakları, devletin de desteğini alıyordu.
Ancak hem ocağın borçları hem de bazı ocak mensuplarının, tek partili (Cumhuriyet Halk Fırkası) sisteme duyulan tepkinin ardından Atatürk'ün emriyle kurulan Serbest Cumhuriyet Fırkası'na (SCF) yaklaşmalarıyla önce SCF kapandı.
Siyasi hayatı üç ay süren SCF sonrası Atatürk, Mart 1931'de "Türk ocaklarının yeni esasları siyasi ve tatbiki sahada tahakkuk ettiren fırkamla ve bütün manasıyla yek vücut olarak çalışmalarını münasip gördüm" açıklamasını yapmış, 10 Nisan 1931 tarihinde Türk Ocakları'nın son olağanüstü kurultayı gerçekleşmiş ve Türk Ocakları Cemiyeti'nin feshine karar verilmişti.
Bu kararla Cemiyet'e ait tüm haklar, binalar, eşyalar, koleksiyonlar Cumhuriyet Halk Fırkası'na geçti.
Türkiye-İran ilişkilerini düzelten ziyaret ve ilk opera
Bilimden müziğe kadar pek çok seminerin verildiği, sergilerin açıldığı Türk Ocakları Genel Merkez binası da Şubat 1932'den itibaren Ankara Halkevi olarak kullanılmaya başlandı. 1952'ye kadar bu şekilde hizmet verdi.
1934'te yeni Türkiye Cumhuriyeti'ni ziyaret eden İran Şah'ı Rıza Pehlevi de eski Türk Ocağı Genel Merkezi, yeni Halkevi'nde ağırlandı.
Mustafa Kemal, Pehlevi'nin onuruna, Türk-İran kardeşliğini konu alan bir opera sahnelenmesini istemiş, yalnızca birkaç hafta içerisinde bestesi Ahmet Adnan Saygun'a güftesi Münir Hayri Egeli'ye ait "Özsoy Operası" ortaya çıkmıştı. Bu, Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk operasıydı.
19 Haziran 1934'te sahnelenen, sonunda Pehlevi'nin Atatürk'e "Kardeşim" diyerek sarıldığı Özsoy Operası ve Şah'ın bir ay süren Türkiye ziyareti, çoktandır gergin olan Türkiye- İran ilişkilerinde kırılma noktası oldu.
Demokrat Parti dönemi
Ankara'da 1920'lerden 1938'e kadar süren müzecilik faaliyetleri, Atatürk'ün ölümü ve İkinci Dünya Savaşı'nın başlaması ile sekteye uğradı ve 1950'de Demokrat Parti iktidarı ile başka bir yöne evrildi.
Demokrat Parti, Halkevlerini kapatıp, binayı yeniden Türk Ocakları'nın kullanımına verdiğinde tarihler 1952'yi gösteriyordu.
1952-1975 yılları arasında ise Türk Ocakları, Devlet Tiyatroları, Ankara Belediyesi, Köy İşleri Bakanlığı, Millî Savunma Bakanlığı, Millî Eğitim Bakanlığı tarafından farklı işlevlerle çeşitli etkinlikler için kullanıldı.
Türk Ocağı binası, Resim Heykel Müzesi'ne dönüşüyor
25 Ekim 1975 tarihli Bakanlar Kurulu kararıyla Resim ve Heykel Müzesi yapılmak üzere Kültür Bakanlığı'na tahsis edildi.
Ancak bina yıllar içerisinde hayli yıpranmış ve restorasyona ihtiyaç duyuyordu.
Binanın bir müzeye dönüşmesi kararı, dönemin Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk'ün direktifi, kendisi de bir ressam olan eşi Emel Korutürk'ün desteğiyle alındı.
Yakın sanat tarihine önemli izler bırakan Cimcoz ailesinin mensubu olan Emel (Cimcoz) Korutürk, o dönem yıkılmak üzere olan Türk Ocağı binası ile yakından alâkadar oldu.
Mimar Koyunoğlu'nun İstanbul'dan Ankara'ya 16 saatlik yolculuğu
1975'in aralık ayında, o dönem İstanbul Galata'daki ofisinde çalışmalarını sürdüren Arif Hikmet Koyunoğlu'nun yardımına başvuruldu.
Kendisine gelen yardım talebi karşısında heyecanını "Sanki bir delikanlı olmuştum" diyerek anlatıyor Koyunoğlu.
O tarihlerde 92 yaşında olan mimarın Ankara'ya seyahati kolay olmamış, dönemin Güzel Sanatlar Genel Müdürü Mehmet Özel refakatinde İstanbul-Ankara arası araçla, dinlene dinlene 16 saatte alınmıştı.
Ana giriş kapısı yıkılan, Atatürk talimatıyla bizzat kendisinin süslemelerini tamamladığı Türk Evi salonu bir berbere dönüşen binanın harap haline çok üzülen Arif Hikmet Koyunoğlu, onarımlar konusunda yapılacak talimatları ve izinleri verdikten sonra gerisini Mimar Abdurrahman Hancı'ya devretti. İnşaat boyunca da Hikmet Koyunoğlu ile iletişim devam etti.
İki açılış: 1980 ve 2020
1976 sonlarında başlayan çalışmalar bütçe kısıtı nedeniyle yavaşladı. Ancak 1979'da ek bütçe çıkarılmasının ardından Müze tamamlandı ve 2 Nisan 1980'de Fahri Korutürk tarafından açıldı.
O tarihten itibaren Ankara Resim Heykel Müzesi olarak görev yapan Asya-Avrupa Sanat Bienali, uluslararası sergi organizasyonları, çeşitli sempozyum, toplantı, konferans, konser gibi etkinliklere ev sahipliği yaptı.
1980-2018 yılları arasında yapısal bozulmalar nedeniyle binada bazı onarımlar yapıldı. 2018'de ise modern müzecilik anlayışına uygun restorasyon çalışmaları başlatıldı. Müze son olarak 28 Aralık 2020'de yeniden ziyarete açıldı.
Bakanlığa göre 40 eser kayıp
Ankara Resim Heykel Müzesi binasının koridorları, sanat ve siyaset kadar "kaybolmaların" da konusu oldu bugüne kadar.
Kayıp ya da sahte eserlerin olduğu meselesi, son yıllarda daha sık konuşulsa da Müze'nin 45 yıllık tarihinde pek çok kez manşetlere taşındı.
Ankara Resim ve Heykel Müzesi'nden kayıp olduğu tespit edilen eserlerin listesi, Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın internet sitesinde yayınlanmış durumda. (Listeye buradan ulaşabilirsiniz)
Buna göre toplamda 40 eser kayıp.
Independent Türkçe'nin Müze'nin üst düzey yetkililerinden aldığı bilgiye göre listenin son hali bu şekilde ve 2012'de başlatılan soruşturmanın dosyası hâlâ açık, son eser bulunana kadar da açık kalmaya devam edecek.
Cumhurbaşkanlığı İletişim Merkezi (CİMER) de henüz bulunamayan 40 eserin olduğu, konuyla ilgili Kültür ve Turizm Bakanlığı ve adli mercilerce titiz bir çalışma yürütüldüğü, kayıp olan eserlerin büyük bölümünün yakalanarak Ankara Resim ve Heykel Müzesi'ne getirildiği bilgisini paylaştı.
"Konuya ilişkin adli süreç devam etmektedir" cevabını veren Bakanlık, Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü'ne bağlı resim heykel müzelerinde her yıl envanter sayımı yapıldığını ve yıl sonunda Sayıştay Başkanlığı'na gönderildiğini aktardı.
Bakanlık ayrıca, "Bu tür olayların bir daha yaşanmaması için müzede çağdaş müzecilik anlayışına uygun depolama, güvenlik vb. gibi uygulamalar gerçekleştirilmiştir" açıklamasını yaptı.
Eski Bakanlar "300 eserde sıkıntı var" demişti
Bakanlık bugün "40 eser kayıp" dese de yine aynı Bakanlık, hatta Bakanlığın en üst düzey yetkilisi Ertuğrul Günay, 2012 yılında yaptığı açıklamada ''202 eser kayıp" iddialarına "202 değil 300'e yakın eserde sıkıntı var" demişti.
2007-2013 yılları arasında Kültür Bakanlığı görevini yürüten Günay, eserlerin bir kısmının kayıp, bir kısmının taklit olduğunu söylemişti.
Günay ayrıca hemen her açıklamasında 1980 sonrasına referans veriyordu.
Örneğin, 2010 yılında yaptığı bir açıklamada 1980 ortalarından 2000 başlarına kadarki dönemde, Bakan onaylarından geçmiş denetim raporlarının ellerinde bulunduğunu söyleyerek "12 Eylül döneminde bazı orijinal eserler, çeşitli kurumlara, üst düzey yöneticilere, makamlarını renklendirmek, süslemek için gönderilmiş'' demişti.
2012'de yaptığı yazılı açıklamada ise Günay, "1980 yılının Nisan ayında resmi olarak açılışı yapılmış bulunan Ankara Devlet Resim Heykel Müzesi hemen ardından gelen 12 Eylül darbe dönemi ve sonrasında önemli ölçüde sahipsiz kalmış ve kötü yönetilegelmiştir" diyor ve şöyle devam ediyordu:
O dönemde birçok eserin gerçek olmadığı halde müzeye alındığı, müzedeki gerçek eserlerin darbe dönemi ve sonrası yöneticilere armağan edilerek yerlerine taklitlerinin konduğu kamuoyunda yaygın olarak bilinen bir söylentidir. Müzenin bu dönem içinde kayıtları tutulmamış, sağlıklı bir envanter çalışması yapılmamış ve gerekli asgari koruma önlemleri dahi alınmamıştır."
1980 sonrasının işaret edilmesi, Günay'dan sonra da devam etti.
2013 başında Kültür ve Turizm Bakanlığı görevine getirilen Ömer Çelik, 2014'te yaptığı açıklamada 302 adet resim ve heykelin kayıp ya da orijinalliğinin kuşkulu olduğunu belirtmişti.
Çelik, "Kontroller iyi yapılmadığı için Türkiye'de sistem çöktüğü için darbe dönemlerinde eserler alınmış, birilerinin evlerine konulmuş daha sonra da bunların izi kaybolmuş. Güya sergilenmek için teşhir için gönderilmiş ama daha sonra izi kaybettirilmiş eserlerin" ifadelerini kullanmıştı.
Kim suçlu? 1980'ler mi 2000'ler mi?
Ankara Resim Heykel Müzesi'nin eserleri için bilinen, yargıya yansımış iki "sorunlu" dönem var: Bunlardan ilki Bakanların da belirttiği gibi 1980 sonrası. İkincisi ise ihmaller silsilesi nedeniyle pek çok eserin çalındığı 2005-2008 yılları arası.
1980 ve sonrası ile başlayalım…
Binanın kapsamlı bir restorasyona girdiği 1975'ten Müze'nin açıldığı 1980'e kadarki sürece şahit olan bir isim var: Dönemin Güzel Sanatlar Genel Müdürü Mehmet Özel.
1951'de Anıtkabir inşaatı yapılırken resim bölümü öğrencisi olan, köy enstitüleri mezunu Özel, Anıtkabir'deki Atatürk ve Kurtuluş Savaşı Müzesi'ni hayata geçiren isimlerden biri.
29 yıl boyunca Güzel Sanatlar Müdürlüğü görevini yürüten ve 2017'de hayatını kaybeden Özel, 28 bakan ve 6 cumhurbaşkanı ile çalıştı, 2001'de emekli oldu. Bu süreçte kayıp eserler ile ilgili hakkında soruşturma da açıldı, görevden de uzaklaştırıldı.
Independent Türkçe'ye konuşan eski Bakan Ertuğrul Günay, kayıp eserlerin 1990'larda Sayıştay raporlarına yansıdığını, soruşturma açılan Mehmet Özel hakkında ise usûl eksiklikleri yüzünden yargılama yapılmadığını söyledi.
1989-1991 yılları arasında Kültür Bakanlığı yapan, bugün ise Ata Parti'nin Genel Başkanlığını yürüten Namık Kemal Zeybek ise o dönemle ilgili Independent Türkçe'ye şunları söyledi:
Türk Ocağı binası Müze haline getirilirken, bir takım değerli resimlerin kaybolduğuyla ilgili haberler, benim döneminde de çıktı.
Ben bu konuyu o zamanın Teftiş Kurulu Başkanı, şimdinin Ata Parti Genel Sekreteri Veli Ekin'e söyledim. Konuyu araştıran Veli Ekin, iddiaların ciddi olduğunu ve savcılığa sevk edilmesi gerektiğini belirtti. Ben de öyle yaptım.
Mehmet Özel'in iyi bürokrat olması ayrı, bu konuyla ilgili şüpheli olması ayrı. Ben onun için konuyu savcılığa taşıdım. Yargılandı ve aklandı. Yargıç, kendisinin bir kusuru olmadığı yönünde bir karar verdi.
O anda bizim açımızdan, yani Kültür Bakanlığı açısından artık yapacak bir şey yoktu. Konu kapandı.
"Osman Hamdi'nin 'Silah Taciri'tablosu tanınmaz haldeydi"
Kayıp eserler meselesi Mehmet Özel'in anılarında da yer alıyor ve anlattıklarına göre eserlerin kaybolması, 1980 öncesine dayanıyor.
Ankara Devlet Resim Heykel Müzesi'nin açılışı için hazırlanan "İnşaata ve Onarıma Ait Anılar" kitabında şunları anlatıyor Özel:
1975 Eylül ayında Ankara'da Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğümüze yazı ile müracaat eden bir İtalyan Sanat eleştirmeni, ünlü Türk ressamı Osman Hamdi Bey'in "Silah Taciri" tablosunu aradığını, bu tablonun resmini çekerek yayınlamakta olduğu bir kitaba koyacağını bildirdi.
Yaptığım araştırmalar tablonun, bir dönem Türk Ocağı binasında olduğunu gösterdi. O yıllarda burası Akşam Sanat Okulu olarak kullanılıyordu.
İçeri girdiğimde güzelim yapının çeşitli dönemlerde hor kullanma yüzünden tahrip olduğunu üzülerek gördüm. İdarecilerle görüştüm. Aradığım tablonun "belki depoda olabileceğini" söylediler.Depoda yıllardan beri terk edilmiş eşyalar arasında çerçeveleri parçalanmış "Silah Taciri" ve "Timur'un Mezarı" (Sanatçı: Vasily Vereshchagin) tablolarını buldum. Ertesi gün tabloları üst katta kadın berber kursu olarak kullanılan Türk odasına çıkardık. Fakat tablolar tanınmaz halde, rutubetten harap olmuştu. Rahmetli ressam Arif Kaptan'la birlikte tabloları temizledik ve oradaki görevlilere rica ederek duvarlara astırdık.
"Demirbaş defterleri ve eskiye ait her şey yok olmuştu"
Mehmet Özel, Halk Eğitim ve 9. Akşam Sanat Okulu'nun 6 Nisan 1976'da Türk Ocağı binasını boşalttığını söylüyor.
Binanın içinde ne olduğunu tespit için bir komisyon kurulduğunu anlatan Özel, "Harap olmuş birkaç eski tablodan başka hiçbir şey bulunamadı. Ne yazık ki demirbaş defterleri ve eskiye ait her şey yok olmuştu" diyor ve şöyle devam ediyor:
Camı sağlam ve kapısı kapanabilen üst katta dört pencereli bir oda kalmıştı. Salonun çatısı harap olduğu için koltuklar sökülmüş aşağı katta bir odaya istif edilmişti. Bütün bunları bir tutanağa geçirerek Bakanlık Makamına arz ettim.
"Atatürk'ün ruhunu sıkıntıdan kurtaracağım"
Özel, 3 Haziran 2001'de Faruk Bildirici'ye verdiği röportajda Türk Ocağı binasının yıkık halini gördükten sonra buranın Devlet Resim Heykel Müzesi olması için Fahri Korutürk'e bir rapor sunduğunu söylüyor.
Korutürk'ün "Ben ayrılmadan bunun yetişmesi lazım" demesiyle de Türk Ocağı binasının ilk mimarı Arif Hikmet Koyunoğlu'nun kapısını çalıyor.
Anılarında Mehmet Özel'le ilgili olarak "1975 Aralık ayında genç bir adam evime geldi" diye bahseden Koyunoğlu, "Türk Ocağı binasını restore ederek Resim Heykel Müzesi haline getireceğini, bu konuda hayatını ortaya koyduğunu, Aziz Atatürk'ün ruhunu sıkıntıdan kurtaracağını, bu konuda bir işçi olarak çalışacağını içtenlikle söylüyor, projeleri istiyor, yardımım için ısrar ediyordu" ifadelerini kullanıyor. İkna olan Arif Hikmet Koyunoğlu, yarım günden fazla süren yolculuk sonrası Ankara'ya gidiyor.
Yeni müze için tüm bakanlıklar tarandı, 800 eser bulundu
Koyunoğlu'nun yol göstermesi ve Abdurrahman Hancı'nın mimarlığı ile restorasyon devam ederken geriye önemli bir detay kalmıştı: Müze'de hangi eserler sergilenecek?
Bunun için sanatçılardan kurulu ekipler oluşturuldu. Dörder kişiden oluşan bu ekiplerin başına Eşref Üren, Arif Kaptan, Turan Erol gibi ünlü ressamlar geçti.
Tüm bakanlıklar tarandı. 40 günde 800 eser tespit edildi. Başbakanlık genelgesi ile bu eserler bulundukları yerlerden toplatıldı. Alınan tablolardan müzeye girecek nitelikte olan 500 kadarı hemen bakıma alındı.
"İstanbul Resim Heykel Müzesi'nden 100 eser, Ankara'ya taşındı"
Ankara Resim Heykel Müzesi'nin koleksiyonunun hazırlanması için kapısı çalınan kurumlardan biri de 1937'de açılan İstanbul Resim Heykel Müzesi'ydi.
Mesleğinde 50 yılı geride bırakan Ressam ve Akademisyen Yusuf Taktak o dönemin yakın şahitlerinden biri.
İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi'nden 1974'te mezun olan ve sonrasında İstanbul Resim Heykel'de çalışmaya başlayan Taktak, Independent Türkçe'ye yaptığı açıklamada Ankara Resim Heykel Müzesi'nin açılışı sebebiyle İstanbul Resim Heykel Müzesi'nden 100 adet resim ve heykelin seçildiğini söyledi.
Taktak'ın açıklamasına göre aralarında Adnan Çoker, Sabri Berkel, Hüseyin Gezer gibi isimlerin olduğu bir seçici kurul oluşturulmuştu.
Kurul eserlerin yer aldığı bir katalog oluşturdu ve bir sözleşmeye imza atıldı.
"'İade edilecek' denmişti, hiçbiri geri gelmedi"
"Ben o dönem delikanlı çağlarımdayım, kızıyordum 'Niye veriyorsunuz?'diye" diyen Yusuf Taktak şöyle devam etti:
Adnan Çoker benim hocamdır. "Yusuf öyle deme. Ankara'da bir müze açılması önemli, bunlar tekrar iade edilecek" dedi. Ancak hiçbiri iade edilmedi. Mesela Namık İsmail'in Nazım Ziya Güran'ın resimleri vardı buradan giden. Namık İsmail'in kocaman bir resmini hatırlıyorum. Hadi Bara'nın, Zühtü Müridoğlu'nun heykelleri vardı.
"Ankara'dan emir geliyordu, dekorasyon için Köşk'e saraylara veriliyordu"
Mehmet Özel'in o dönemde sık sık İstanbul Resim Heykel Müzesi'ni ziyaret ettiğini söyleyen Taktak, şunları söyledi:
İlk başlarda Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü, 'İstanbul Resim Heykel Müzesi'ni takip ediyor'diye naif bir tutum içerisindeydim. Ancak sonra anlaşıldı ki bazı yapıtların isimlerinin notunu alıyormuş. Bir hafta geçtikten sonra da Ankara'dan emir geliyordu 'Şu şu resimleri Ankara'ya istiyoruz'diye.
Ben o dönem elimden geldiğince engellemeye çalıştım. Örneğin Nazım Ziya'dan bir resim istiyorlarsa o resmi değil, depoda bulunan beşinci sınıf başka bir resmi gönderttim. Bu tutumum yüzünden de Müze Müdürü, Cumhurbaşkanlığından fırça yemişti. Buna benzeyen şeyleri de elimden geldiğince bir şeyler yapmaya çalıştım ama tabii gitti ve gelmedi onların tümü.
Alınırken hep Cumhurbaşkanlığı Köşkü'ne, şuraya, buraya diye alındı. Yani halka açık olan bir müzeden, adeta dekorasyon muamelesi görmek üzere kurumlara, köşklere, saraylara alındı.
"Atatürk, sergilenmesi için resim satın aldırtmıştı"
Sanat eserinin, "dekorasyon" olarak kullanılmasının yanlış olduğunu vurgulayan Taktak, Atatürk'ün, Türkiye'nin ilk güzel sanatla müzesi İstanbul Resim Heykel'in kuruluşunu da yakından takip ettiğini hatırlatıyor:
Atatürk, İstanbul Resim Heykel için eserleri üç ay içerisinde toplatıyor. Bütün devlet dairelerine yazı yazıyor ve oradaki resimleri Ankara'dan ya da İstanbul'daki kurumlardan Müze'ye göndertiyor. 'Halk bunları görsün'istiyor. Bazı sergilerden resim satın aldırtıyor.
Örneğin bazı sergileri geziyor. Beğendiği resimlere kırmızı işaret koydurtuyor. Bazı varlıklı insanlara telefon ederek, 'Ben burada gördüğüm bazı resimlere kırmızı işaret koydum. Lütfen bunlardan bir ya da birkaç tane alın" diyerek onlara aldırttıklarını İstanbul Resim Heykel Müzesi'nde sergiletiyor. Hepsi tek bir yerde toplansın, halk da görsün istiyor.
"Resim, basit bir dekor olarak görülüyor"
Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği Başkanı (UPSD) ve Ressam Bedri Baykam ise Independent Türkçe'ye yaptığı açıklamada "Yıllardır Ankara'dan devlet büyükleri, sipariş verip 'Bize şu kadar resim yollayın'diyor. O resimlerin çıkışı yapılıyor ve güya bu resimler, geçici olarak gidiyorlar. Bir daha ne geri gelen oluyor ne de o resimleri gören duyan" ifadelerini kullandı.
Sanatın Türkiye'de hiçbir zaman öncelik olmadığının altını çizen Baykam, "Resmin basit bir dekor olarak görülmesi, yağmalanması, kaybolması, her hafta, her yıl bunların sayımını yapacak sorumlu insanlar konulmaması, hep aynı ilgisizliğin sonucu" serzenişinde bulunuyor.
"Bir resim bir kuruma veriliyorsa geri döneceği tarihin kaydı tutulmalı"
UPSD Başkanı'na göre ödünç verilen bir resmin takip edilmemesi, dünyanın hiçbir yerinde görülmüş bir uygulama değil.
"Bir resim, dört yıllığına bir devletin bir kurumunda ya da sarayında sergilenecekse ondan sonra oradan geri alınır ve ana merkez müzesine geri verilir. Yani kaydı da takipçileri de olur" diyor Bedri Baykam.
Baykam'a göre dört yıl sergilenen bir eser geri verilmeli, gerekliyse 3 ila 5 yıllığına yeni eserler talep edilmeli.
"Bütün bunların kökeninde sanata ve sanatçıya duyulmayan saygı, gösterilmeyen ilgi var" diyen bedri Baykam, ödünç verilen resimlerin bir geri verme tarihi kaydı olmadığını yineleyerek şöyle devam ediyor:
Müzelerin sorumluları da 3-5-10 yılda bir değişiyor. Bunların takipçisi de kalmıyor ve zaman aşımında bir an geliyor, herhalde 10-15-20 yıldır o kurumun duvarında duran resimlerle ilgili o kişiler, "bu resim benim" sahiplenmesine geçiyor.
"Sanat konusu açılınca hep 'şimdi sırası değil'deniliyor"
"Hiçbir ilçe ya da mahallede cami olmasına karşı değilim ama bir devlet, 110 bin cami yapıyorsa ve bu süreçte bir tane bile modern sanat müzesi yapmıyorsa…. Yani 110 bine sıfır diye bir skor yok" diyen ünlü ressam şöyle devam ediyor:
İster 22 yıllık AKP hükümeti ister Atatürk ve İnönü'den sonra gelen, önceki hükümetler olsun… İster Demirel, Özal, Menderes, Çiller, Erbakan olsun…
Bu hükümetlerin ortak noktası: Sanat konusu açılınca "şimdi sırası değil" demeleri.
"Çok daha büyük sorunlarımız var. Türkiye'de halkın önceliği bu değil. Bu zaten bize oy kazandıracak bir şey değil. Bizden uzak dursun" diyorlar.
Keşke bari uzak dursaydı da biz bilseydik ki hiç olmazsa duvarlarda sergilenenler dışında "şu şu resimler", "şu sayıdaki resimler", Türkiye Cumhuriyeti'nin koleksiyonunda kapalı kapılar ardında, rutubetinden kapı kilidine kadar dikkat edilerek güvenli bir şekilde duruyor.
Eserlerin takibi için önemli çözüm: Epiveron
Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği, kaybolmaların, sahteciliğin önüne geçmek üzere "Epiveron" sistemini kamuoyu ile paylaştı.
"Eser Piyasaya Veriliş Onayı"nın kısaltması olan Epiveron, dolaşımda olan bir eserin, kimliği, pasaportu gibi işlev görüyor.
Eserin ilk elden çıkış anından itibaren, eserin çalıntı veya sahte olmadığını kanıtlayan, eser her el değiştirdiğinde kaydını üzerine geçiren, eser bir yere gittiğinde kimin sorumlu olduğunu ve ne zaman sahibine döneceğinin kaydını tutan, eserin satış veya telif hakları ayrıysa, bunları netleştiren ve sanat piyasasına açıklık ve güvenilirlik kazandırma amacı taşıyan bir girişim.
UPSD Başkanı Bedri Baykam, Epiveron'u şu örnekle açıklıyor:
Bir eserin sahibi, Osman bey olsun. Bunu müzayedeye vermiş olsun. O da şu tarihte şu galeriden veya Bedri Bakyam'ın kendisinden almış. Bu eser, yaşayan bir sanatçıya aitse, mesela 'Ben bunu 10 liraya satıyorum, bu da makul bir fiyat mı?'diye sanatçı ve varisinden onay alabilirsiniz bu sistemle.
Sanatçı hayatta değilse, mirasçılarından, galericilerinden, bunun ekspertizini verebilecek sanat eksperlerinden epiveron onayı alınabilir.
Böylece bu eser, çalıntı mı, sahte mi, piyasayı bozacak şekilde tamamen abartılı yüksek fiyattan ya da değerinin altında bir fiyattan mı satılıyor? Bütün bunları engelleyecek bir sistem önerdik.
Baykam'ın açıklamasına göre pek çok galerici ve müzayedeci, Epiverona sıcak bakmamış. Zira sanat piyasasındaki pek çok belirsizliğin yanı sıra, resim de zor satılan bir şey.
Tablolara doğru düzgün bir isim bile verilmiyor
Yahşi Baraz, Türkiye'nin ilk sanat galerileri arasında yer alan Galeri Baraz'ın kurucusu.
Mesleğinde yarım asrı devirmek üzere olan Baraz'a göre sanat eserlerinin kaybolmasının nedenlerinden biri de "kaydetmek" sisteminin yönetenler tarafında da sanatçı tarafında da yeterince oturmamış olması.
Gelişmiş ülkelerde bir ressamın resmini bitirdikten sonra resmine muhakkak bir isim koyduğunu, tarih ve imzanın yanı sıra fotoğrafını da çektiğini hatırlatan Baraz, "Bir tanesi kendi arşivinde bulunur. Bir tanesi de çalıştığı galerici de bulunur. Bizde öyle bir sistem olmadı. Mesela 20'nci yüzyıl doğumlu sanatçılara sorduğunuz zaman kaç tane resim yaptığını bilmez. Çünkü öyle bir adet yok. Öyle bir eğitimden de geçmemişler ki okulda hocalık yaptıkları halde…" açıklamasını yapıyor.
"Mesela Picasso, resmi hangi gün bitirdiğini bile tablosuna yazar" diyen Baraz, şöyle devam ediyor.
Resim Heykel Müzesi'nin kayıplar listesinde "İbrahim Çallı – Peyzaj" diye bir eser var. O kadar genel bir isim ki… Evet bir fotoğrafı var ama kaç tane tablosuna benziyor. Daha vahimi, aynı listede yine böyle genel geçer bir ismi olup, fotoğrafı dahi olmayan tabloların olması.
Mesela ben diyelim ki müzeden Feyhaman Duran'dan "Rumeli Hisarı'nda Manzara" diye bir resim aldım. Onun yerine de yine Rumeli Hisarı'ndan bir manzara koyduk. Kim anlayacak?
"İbrahim Çallı tablosunun fiyatı 1975 yılında 200-300 dolardı"
Yahşi Baraz bunların yanında Türk resminin neredeyse yakın bir tarihe kadar maddi olarak değer görmediğini, bu nedenle resimlerin kurumdan kuruma gezdirilmesinde bir beis görülmediğini ifade ediyor.
Neredeyse 1985-1990'a kadar Türk resminin bir pazarı olmadığını söyleyen Yahşi Baraz, "Örneğin İbrahim Çallı tablosunun fiyatı 1975 yılında 200-300 dolardı" dedi.
Bir karşılaştırma yapmak adına; İbrahim Çallı'nın 1913 tarihli "Avluda Oturanlar" adlı eseri, Aralık 2014'te 2 milyon 460 bin liraya satılmıştı. O dönemin döviz kuruyla yaklaşık 1 milyon dolar. Aynı müzayedede İbrahim Çallı'nın "Manolyalar" eserine verilen fiyat ise 280 bin liraydı.
"Bir dönem en kıymetli resimler, eskicilerde satılır, yerlerde sürünürdü"
Türk resminin hikayesinin 1860'dan itibaren başladığını hatırlatan Yahşi Baraz, önce Osman Hamdi, daha sonra kardeşi Halil Ethem Eldem'in müzecilikteki atılımları sayesinde pek çok eserin bir araya getirildiğini söylüyor.
Türkiye'de ressamlığın başlangıcına ve Güzel Sanatlar Akademisi'nin kuruluşuna dair toplu bilgi ve İstanbul Eski Eserler Müzesi'ndeki resim tablolarının kataloğu olarak Elvah-ı Nakşiye koleksiyonu hazırlanıyor.
Baraz, 1980'e kadar bu resimlerin devlet müzelerinde ya da bakanlıkların duvarlarında yer aldığını belirtiyor.
Aynı dönemde çok sınırlı sayıda koleksiyoncu var. Türkiye'de galericilik, ilk kez 1950'de Adalet Cimcoz'un kurduğu Maya Galerisi ile başlıyor.
Maya iflas edince Mefkure Şerbetçi, Beyoğlu'nda 1969'da bir galeri açıyor. O da 1971'de kapanıyor. Daha sonra sırasıyla Aydın Cumalı, Ertan Mestçi ve 1975'te Yahşi Baraz kendi galerisini kuruyor.
"O zamana kadar resmin R'sini bile bilen yok" diyen Baraz şöyle anlatıyor o günleri:
Bütün her yer eskicilerle doluydu. Ben 1964'te Akademi'ye girmiştim. O zamandan biliyorum. Beyazıt'a ya da Tünel'e giderdim. En kıymetli resimler oralarda eskicilerde satılırdı. Yerlerde süründüğünü görürdünüz. Çok dramatiktir Türk resminin geldiği nokta. Hiçbir denetim yoktu. Neredeyse 'çalınma' bile denmeyecek durumdaydı çünkü zaten para etmiyordu. Hiç çalınma gibi düşünülmüyordu o zamanlar.
"Türk resmi galericilik sayesinde kıymete bindi"
"Belki bunu pek çok kişi kabul etmez ama bizim sayemizde, galericilik sayesinde kıymete bindi" diyen Yahşi Baraz, Türk resminin bir değeri olduğunu göstermek için sergiler açtıklarını, resimler için fiyat belirlediklerini, sanatın bir nevi hisse senedi gibi değerlendiğini anlatmaya çalıştıklarını söylüyor.
"Galeriler yoluyla davetler vererek sanatı aşılamaya çalıştık. Oradan bir noktaya getirdik ama geldiğimiz noktada da çok sınırlı" değerlendirmesini yapan Baraz'a göre Türk resmi, Türkiye'de kıymetli olsa da yurt dışında hâlâ hakettiği seviyede değil: Bugün mesela ABD'de 1-2 milyon dolardan her gün resim satılır. Bizde 3-5 bin dolar çok zor ediyor. Beklendiği gibi büyük bir rakama çıkılamadı.
Gelmiş geçmiş en pahalı Türk resmi
Baraz'ın bahsettiği bu rakamların istisnası da var elbette. İskender Lahdi'ni Lübnan'daki kazılarda bulup İstanbul'a getiren Türk arkeolog, "Kaplumbağa Terbiyecisi'nin sahibi ressam Osman Hamdi Bey gibi.
Kaplumbağa Terbiyecisi, 2004'te düzenlenen müzayedede Pera Müzesi ve İstanbul Modern Müzesi'nin büyük rekabetine konu olmuş ve 5 milyon liraya Pera Müzesi'nin olmuştu.
Bu olaydan 15 sene sonra Osman Hamdi'nin "Kuran Okuyan Kadın" tablosu, gelmiş geçmiş en pahalı Türk resmi unvanına sahip oldu.
Eser, Londra'daki Bonhams Müzaye Evi'nde düzenlenen açık artırmada 6 milyon 315 bin sterline (o dönemin kuruyla yaklaşık 44 milyon 12 bin lira) satıldı. Eserin 600 bin ila 800 bin sterlin arasında alıcı bulması bekleniyordu.
Türkiye'de satılan en pahalı sanat eseri ise yine Osman Hamdi'ye ait. "Yeşil Cami Önü" adlı eser, 2022'de İstanbul'da 13 milyon 509 bin liraya satılmıştı.
Yıl 2001: Sayıştay'a göre 400, bakanlık müfettişlerine göre 98 tablo kayıp
1980'lerden 2000'li yıllara gelelim…
Ankara Resim Heykel Müzesi, yeni milenyuma da yine "kayıp eserler" başlıklarıyla girmişti.
Basına yansıyan açıklamalar ve mahkeme tutanaklarını derlediğimizde karşımıza şöyle bir tablo çıkıyor:
14 Kasım 2001 tarihli Hürriyet haberine "Kültür Bakanlığı Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü ve Ankara Devlet Resim ve Heykel Müzesi Bünyesinden Kaybolan Tabloların Değer Tespit Komisyonu Raporu" aynı yılın nisan ayında tamamlanıyor.
O dönem kayıp tabloların sayısının Sayıştay'a göre 400, bakanlık müfettişlerine göre 98 olduğu belirtiliyor.
Yine bu dönemde bir Fiyat Takdir Komisyonu kuruluyor ve komisyon üyesi bir profesörün açıklamasına göre, araştırma ve soruşturmalar 1982 yılından itibaren sürüyor.
Her şey, müze bekçisinin üç tabloyu bahçeye bırakırken yakalanmasıyla başladı
Müze tarihinin en büyük soygun hikayesinin başlangıcı ise 20 yıl öncesine dayanıyor. Ancak basına ilk kez 2009'da yansıyor.
Müzede güvenlik görevlisi olarak çalışan Veli Topal isimli bir şahıs, 13 Ocak 2009'da depodan İbrahim Çallı'nın "Ressam Osman Hamdi Bey Portresi" (şu anda müzede), Fehmi Korutürk'ün eşi Emel Korutürk'ün ailesini resmettiği "Cimcoz Ailesi" ile Şevket Dağ'ın "Türbe Kapısı"(şu anda müzede) isimli tablolarını çaldığı iddiasıyla gözaltına alındı.
Olay, şüphelinin eserlerin değerini belirlemek için götürdüğü, Nisan 2022'de vefat eden, TMSF'nin bilirkişisi Prof. Dr. Dinçer Erimez tarafından ihbar ediliyor.
Daha sonra Veli Topal, tabloları bahçeye bırakırken otopark görevlileri tarafından görülüyor.
Aynı müze bekçisinin adı, Topkapı Sarayı'ndaki hırsızlığa da karışmıştı
Topal'ın 2003 yılında Topkapı Sarayı'nda nöbeti sırasında milyon dolarlık tarihi eserlerin çalınmasına adı karışan kişilerle bağlantısı olduğu iddiasıyla, mahkemesi de devam ederken Ankara'ya gönderildiği ortaya çıkıyor.
Bu olayın patlak vermesinden sonra, Kültür Bakanlığı tarafından bir sayım komisyonu kuruluyor.
Komisyonda yer alan Güzel Sanat Eseri Sahipleri Meslek Birliği (GESAM) Başkanı Osman Altıntaş, Ekim 2009'da yaptığı açıklamada, müzenin güvenliğinin yetersiz olduğunu ve yüzlerce eserin kayıp olduğunu, eksik eserlerin yanı sıra birçok eserin de kopyasıyla değiştirildiğini söylemişti.
"Restorasyon sırasında işçiler mangal yakıp, menemen pişirdi"
GESAM Başkanı ayrıca, Altındağ Belediyesi tarafından yürütülen restorasyon çalışmaları sırasında 50'nin üzerinde işçinin müzede yattığını belirtmiş ve "Müze işçileri içinde tablolarla birlikte teslim edilmiş. Tabloların akıbeti belli değil. Galerilerin ortasına yataklar serilmiş. Buralarda yemekler pişirilmiş" ifadelerini kullanmıştı.
Umut Erdem'in Mart 2010'da yaptığı habere göre Devlet Resim ve Heykel Müzesi, Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Altındağ Belediyesi işbirliğiyle 2007-2008 yıllarında restorasyona girmişti. Ancak eserler için özel bir koruma önlemi alınmamış, çalınan eserler daha önceden sigortalanmamıştı.
Eserler, özel koruma altına alınarak, başka bir yerde muhafaza edilmek yerine sadece çalışma yapılan galerinin yanındaki salona konuldu.
100 işçinin çalışmalar boyunca müzenin en önemli teşhir salonlarından Fahri Korutürk Galerisi'nde yatıp kalktıklarını kaleme alan Erdem, işçilerin temel ihtiyaçlarını burada giderdiklerini hatta galeride mangal yakıp menemen pişirdiklerini belirtmişti.
Bakanlığın görevlendirdiği müfettiş "eksik yok" raporu vermişti
2007-2008 restorasyonu, sorunlu bir süreçti.
Altındağ Belediyesi'nce yürütülen restorasyon sırasında 3 Ekim 2007 tarihinde, iki heykel, gündüz vakit çalınmış, bakanlık müzedeki tabloların da araştırılması için müfettiş Fuat Şen'i görevlendirmişti.
Eray Görgülü'nün Hürriyet için kaleme aldığı habere göre Fuat Şen, çalışmaları sonrası bakanlığa tablolarda eksik olmadığına dair rapor vermişti. Ancak 2007 yılı kasımında müze müdürlüğüne getirilen Özgür İzzet Pektaş, görevi devralmadan önce yeniden sayım yapılmasını istedi.
Yine Müfettiş Fuat Şen başkanlığında bu kez bir komisyon oluşturuldu. Komisyon, eserlerde eksiklik tespit edince, Pektaş, ilk başta "eksik yok" raporu veren müfettiş Şen hakkında dava açtı.
2008'deki komisyon, Şen'in başkanlığında oluşturulan komisyonun dağıtılmasından sonra kuruldu. Hayli vakit alan her eserin tek tek incelenmesi işlemine zaman zaman ara verildi. Bu nedenle sayım yıllarca sürdü.
Yıl 2010: Hoca Ali Rıza'nın 13 karakalem eskizinin çalındığı ortaya çıktı
2008'deki sayım devam ederken, 2010 yılına gelindiğinde Hoca Ali Rıza'ya ait 13 karakalem eskizinin çalınarak yerlerine taklitlerinin konulduğu tespit edildi.
Bunun üzerine dönemin Müze Müdürü Ömer Osman Gündoğdu durumu polise ihbar etti.
O dönem, Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın Basın ve Halkla İlişkiler Müşavirliği de 13 eserin sahte olduğunu doğruladı ve bunun yanında beş adet karton paspartunun da boş olduğu açıklandı.
Güvenlik alarm sistemi 2008'den beri bozuktu
Ankara Resim Heykel Müzesi'ndeki sayım devam ederken, bir yandan da yargı süreci işliyordu.
Üç tabloyu bahçeye bırakırken yakalanan Veli Topal, "hırsızlık" ve "görevi kötüye kullanmak" suçuyla Ankara 16. Asliye Ceza Mahkemesi'nce yargılanıyordu.
Sanık avukatının talebiyle, bilirkişi eşliğinde müzede keşif yapılması kararlaştırmıştı.
Keşfe katılan Etnolog ve Müze Araştırması Ayhan Saltık'ın "bilirkişi" sıfatıyla hazırladığı raporda müzeden çalındığı tespit edilen üç tablonun, konulduğu deponun kapı, anahtar ve mühürleme ile depoya giriş-çıkış tutanaklarının müzecilik mevzuatına uygun olduğu söylenmişti.
Ancak anahtarların ve mühürleme aparatlarının konulduğu kasanın mühürsüz olmasının alınan önlemlerin hepsini anlamsız kıldığı ifade edilmişti.
Bilirkişi ayrıca 2007-2008 arası gerçekleşen restorasyon sırasında ortaya çıkan ihmalleri hatırlatmış, müfettişin anahtarların sağlıklı korunmadığı, eser deposunda kurulu güvenlik alarm sisteminin 2008 yılı başından bu yana bozuk olduğu konusunda yetkilileri uyardığını belirtmişti.
2012 yılına gelindiğinde 202 eser kayıp, 46 eser sahteydi
2007-2013 yılları arası Kültür ve Turizm Bakanlığı yapan Ertuğrul Günay'ın talimatıyla başlatılan sayım, 18 Ocak 2011'de tamamlandı.
Gazeteci Sertaç Koç'un, 7 Ağustos 2012'de Milliyet'te kaleme aldığı haberine göre sayım sonrası oluşturulan raporla, Fikret Mualla, İbrahim Çallı, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Şevket Dağ, Hoca Ali Rıza, Hüseyin Avni Lifij, Halil Paşa, Hikmet Onat, Feyhaman Duran, Refik Epikman, Mehmet Ali Laga, Fethi Arda, Sami Yetik, Mustafa Ayaz, Zühtü Müridoğlu'nun da aralarında bulunduğu sanatçıların yüzlerce eserinin "kayıp", "sahte" ya da "ağır kuşkulu" olduğu ortaya çıktı.
Bu rapora göre 202 eser kayıp, 46 eser sahteleriyle değiştirilmişti. 27 eserin de orijinalliği ağır kuşkuluydu. Eser sahibi sanatçıların tarz ve üsluplarıyla farklılık gösteren 27 eserin gerçek olup olmadığının incelemesi Türkiye Atom Enerjisi Kurumu'nun (TAEK) kimyasal boya analizleriyle yapıldı.
"Darbe dönemi ve sonrası yöneticilere armağan edildikleri söylentisi"
Bu haberin yayınlanmasının ardından dönemin Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, aynı gün bir yazılı açıklama yapmıştı:
1980 yılının Nisan ayında resmi olarak açılışı yapılmış bulunan Ankara Devlet Resim Heykel Müzesi hemen ardından gelen 12 Eylül darbe dönemi ve sonrasında önemli ölçüde sahipsiz kalmış ve kötü yönetilegelmiştir.
O dönemde birçok eserin gerçek olmadığı halde müzeye alındığı, müzedeki gerçek eserlerin darbe dönemi ve sonrası yöneticilere armağan edilerek yerlerine taklitlerinin konduğu kamuoyunda yaygın olarak bilinen bir söylentidir. Müzenin bu dönem içinde kayıtları tutulmamış, sağlıklı bir envanter çalışması yapılmamış ve gerekli asgari koruma önlemleri dahi alınmamıştır.
2000'li yıllarda müze Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Altındağ Belediyesi arasında yapılan bir sözleşme ile restore edilmek amacıyla uzun yıllar kapalı kalmıştır.
2008'de sona eren restorasyonun yeterli ve amaca uygun olmadığı göreve başladığım dönemde tarafımdan gözlemlenmiş ve 5 Şubat 2008 tarihinde hem müze için kapsamlı bir inceleme ve envanter çalışması hem de koruma önlemlerini de kapsayan yeni bir restorasyon çalışması başlatılmıştır.
İlk incelemeler sonucunda müzede eksik ya da taklit eser olduğu bilgisi ulaşmış ve soruşturma başlatılmıştır. Bu soruşturma sürecinde bakanlığımız müfettişleri ile birlikte konu ile ilgili uzmanlar da görev almışlardır.
Yine bu çalışmalar sonucunda müze depoları tümüyle elden geçirilmiş daha önce 350 kadar resim ve heykel teşhir edilirken bu sayı bugün 800'e ulaşmıştır. Ayrıca, 2008'den bu yana yaptığımız çalışmalar ve bu konudaki duyarlılığımızın kamuoyuyla paylaşılması sonucunda çeşitli kurumlardan 100'den fazla önemli yeni eser müze koleksiyonuna kazandırılmıştır.
Eski Bakan Ömer Çelik: 302 eser kayıp, bazı eserlerin orijinal olup olmadığı kuşkulu
Ertuğrul Günay'ın ardından 24 Ocak 2013'te Kültür ve Turizm Bakanlığı görevine getirilen isim, bugünün AK Parti Sözcüsü Ömer Çelik.
8 Kasım 2014'te basına konuşan Çelik, göreve geldikten sonra kayıp eserlerle ilgili bir rapor istediğini söylemiş ve "sorunlu eser" sayısını güncellemişti.
Çelik'in açıklamasına göre 302 eser kayıp, bazı eserlerin orijinal olup olmadığı kuşkuluydu.
1,5 yıl boyunca tüm katalogların, müzayede evleri ve antikacıların tarandığını aktaran Çelik, başsavcılık ve emniyetin operasyona büyük bir hassasiyetle yaklaştığını vurguladı:
Müfettiş raporu önüme geldikten sonra, bu operasyon için düğmeye basmadan evvel sayın Cumhurbaşkanımıza Başbakan iken arz ettim. 'Böyle bir durum var ve bunun üstüne gideceğiz.' diye. Kendisi de 'Şimdiye kadar niye yapılmamış, sonuna kadar üstüne gidin.'dedi. Netice itibarıyla süreç başladı.
İki operasyonda toplam 60 eserin ele geçirildiğini hatırlatan Ömer Çelik, şunları söylemişti:
Hoca Ali Rıza'nın bir eseri ele geçirildi. Bu eserlerin bir kısmına paha biçilemiyor. Örneğin 60 tanesinin toplamda 50 milyon lira değerinde olduğu söyleniyor. Bunlar bütün Türkiye Cumhuriyeti'nin ortak mirasına aittir ve biz bunları geri istiyoruz.
Elindeki eserlerden şüphelenenler bunu Bakanlığa iletsinler. Bize başvursunlar, bizim uzmanlarımız gelip incelesinler.
Şu da var: İyi niyetli alıcılar olabilir. Yani 10-20 yıl evvel bu eserler çalınmış olabilir. Bunlara bir kimlik uydurulmuş olabilir. Eserler 5-10 kere el değiştirmiş, 10'uncu aşamada hakikaten samimi bir iyi niyetli alıcı gidip bunu almış, parasını da ödemiş ve bu eser onun evinde ele geçirilmiş olabilir.
Yani burada savcılık soruşturması sonuçlanana kadar, yargı kararını verene kadar kimseyi baştan suçlu ilan etmemek lazım. Hele de iyi niyetle kültür sanata para yatıran iş adamlarını, koleksiyonerleri baştan suçlu ilan etmemek lazım. Ama kimin iyi niyetli alıcı olduğunu, kimin kötü niyetli davrandığını bu soruşturmanın sonucunda göreceğiz. Kötü niyetli alıcılar cezasını çeksin. İyi niyetli alıcılara da teşekkür edeceğiz. Bu eserleri korudukları için.
1980 döneminde çok suiistimal yaşandığını söyleyen Ömer Çelik, "Kontroller iyi yapılmadığı için Türkiye'de sistem çöktüğü için darbe dönemlerinde eserler alınmış birilerinin evlerine konulmuş daha sonra da bunların izi kaybolmuş. Güya sergilenmek için teşhir için gönderilmiş ama daha sonra izi kaybettirilmiş eserlerin. Bir kısmının örneğin 43 tane eserin sahte olduğunu tespit ettik Resim Heykel Müzesi'ndeki. Bu da şunu gösteriyor, demek ki çalmak için sahtelerini yaptırmışlar orijinalleri ile değiştirmişler" ifadelerini kullanmıştı.
Her tabloya bir çip takılacağını o gün duyuran Çelik, "Yani o tablo temizlik için bile yerinden oynatıldığında bunu sistemde göreceğiz" demişti.
Gizli tanık: 2005-2008 arası 170'e yakın eser çalındı
1980 öncesinde de sonrasında da sorunlu bir müze yönetimi olduğu aşikâr.
Ancak 2005'te başlayıp 2009'da farkedilen hırsızlık olayı ise "iktidarlar değişir ihmaller aynı kalır" dedirtecek cinsten.
Dava süreci devam ederken, İstanbul'da antikacılık işiyle uğraşan, "Günışığı" kod adlı bir tanık, 170'e yakın eserin yerini bildiğini, can güvenliğinin sağlanması durumunda bunları göstereceğini söylemişti.
Tarihler Kasım 2012'yi gösterirken, gizli tanık önce dönemin Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay'la görüştü. Günay da dönemin İstanbul Emniyet Müdürü Hüseyin Çapkın'ı aradı. Bakanlık üst düzey bürokratlarının ve Çapkın'ın da katıldığı bir toplantıda bu kişinin bilgisine başvuruldu.
Günışığı'nın açıklamasına göre tablolar, organize bir suç örgütü tarafından 2005-2008 yılları arasında müzeden çalınarak satılmıştı.
9 kişi tutuklandı
Aynı kişi, Aralık 2012'de Ankara Cumhuriyet Savcısı Hakan Yüksel'e kayıp tablolara ilişkin elindeki belge ve bilgilerini sundu. Savcı Yüksel, bu bilgiler üzerine konu hakkında kapsamlı bir çalışma başlattı. Yüksel'in koordinesinde Ankara Emniyeti Kaçakçılık Suçlarıyla Mücadele Şubesi ile Kültür Bakanlığı uzmanları tabloların izini sürmeye başladı. Bu şekilde 2013'te gerçekleşen baskınlarla tablolardan 43'ü (o dönemki değeriyle 12 milyon 76 bin lira) bulunmuştu.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Kasım 2014'te ise konuyla ilgili İstanbul, Ankara, Mersin ve Eskişehir'de toplam 18 kişi göz altına alındı. Gözaltına alınanlar arasında iş adamları, koleksiyonerler, eski müze görevlileri, galeri ve müzayede evi sahipleri vardı. Bu operasyonlarda 17 tablo daha ele geçirilmişti. Göz altına alınanlar, tabloları milyon liralar ödeyerek, müzayede ve sanat galerilerinden aldıklarını söylemişlerdi.
11 Kasım 2014'te tablolarla ilgili operasyonda gözaltına alınan 18 kişiden 9'u tutuklanması istemiyle nöbetçi mahkemeye sevk edildi. Tutuklananlar arasında müzenin eski güvenlik görevlisi Veli Topal da vardı.
İflas eden iş insanından müze çalışanına "teklif"
Günışığı'nın anlattıklarına göre hırsızlık operasyonu, bir iş insanının, bazı müze çalışanları ile irtibata geçmesiyle başlamıştı.
İflas eden ve bu nedenle maddi sıkıntı yaşayan iş insanı, müze çalışanına, müzedeki bazı eserleri kendisine getirmesini, kendisinin de bunları müzayedecilere satacağını söylemiş, sattığı tablo başına da müze çalışanına para vereceğini vadetmişti.
Sertaç Koç'un 12 Kasım 2014'te Milliyet'te yayınlanan haberine göre "iş insanı" denilen kişi, çiftçilikle uğraşan Ahmet Sarı'ydı.
Ahmet Sarı, iflas ettikten sonra Ankara'da 2005'te Resim ve Heykel Müzesi'nde güvenlik görevlisi olarak çalışan arkadaşı Veli Topal ile görüşmeye başlamıştı.
Topal ise ifadesinde tekel büfesi işlettiğini, aylık gelirinin 2 bin lira olduğunu, üzeri kayıtlı bir evi bulunduğunu açıklamış, "Şayet bu kadar eşyanın buradan çalınmasına göz yumsaydım durumum bu kadar kötü olmazdı. Halen kirada oturuyorum. Ve çok borcum ve harcım var" ifadelerini kullanmıştı.
Sertaç Koç'un haberine göre Topal, Sarı'ya, "Bize İstanbul'dan müşteri bulursan sana Ankara Resim ve Heykel Müzesi'nin depolarında atıl vaziyette bulunan ve bir kısmı envantere kayıtlı bir kısmı kayıtlı olmayan orijinal Osmanlı Türk ressamlarına ait resimleri verelim. Sen bunları sat. Sen de kazan biz de kazanalım" demişti.
"Değeri 250 milyon doları bulan eserler çok düşük fiyatlara antikacılara satıldı"
Sarı'nın bu teklifi kabul etmesi üzerine ilk olarak 2005'te depoda bulunan, ressam Halil Paşa'ya ait iki adet yağlı boya tablo alındı.
Ahmet Sarı da bu tabloları, annesi İstanbul'da ünlü bir antikacı olan Mete Aktuna'ya sattı. Aktuna, daha sonra Sarı'dan tamamı müzedeki depodan çıkarılan 80 adet tablo daha aldı.
Aktuna da bu tablolardan bir kısmını el altından bir kısmını ise müzayedede özel satış şeklinde ünlü iş insanlarına sattı.
Tutuklanan şüphelilerden Mete Aktuna ifadesinde yıllardır antikacılık işi ile uğraştığını, alıp sattığı eserlerin çalıntı olduğunu bilmediğini söyledi.
Bu yanı sıra diğer bir şüpheli Ekrem Ağaoğlu da yine aynı yollarla, 100 adet eseri Veli Topal aracılığıyla aldı ve İstanbul'daki bir galeri sahibine sattı.
Topal ve Sarı'nın o dönem değeri, 250 milyon doları bulduğu söylenen eserleri ise çok düşük fiyatlardan antikacı ve galericilere sattığı ortaya çıktı. Satışlar, hatta müzayede seviyesine kadar getirilmesi sahte belgelerle sağlanıyordu.
"İstanbul'da 'sahtecilik'atölyesi kuruldu"
Ancak iş bununla da bitmiyordu.
Müzedeki eserlerin çalındığının anlaşılmaması için bu eserlerin kopyaları yaptırtılıp, orijinallerinin yerine konuldu. Hatta bunun için atölye kurulmuştu.
Gizli tanık Günışığı, soruşturma dosyasındaki ifadesinde, Dağhan Özil ve Mete Aktuna'nın müzeden çalınan resimlerin yerine şüphelenilmemesi için aynı resimlerin kopyalarını yaptırtarak müzeye geri koydurduklarını söylemişti.
Bu resimlerin Kırım'daki Ayvazovski Resim Akadamesi'nden getirilen uzmanlarca İstanbul'da atölyeye dönüştürülen bir dairede yapıldığını anlattı.
Dağhan Özil: Soruşturmayı öğrenince bendeki 5 eseri teslim ettim
Galerici Orhan Dağhan Özil, "Haksız Ekonomik Çıkar Sağlamak Amacıyla Suç Örgütü Yöneticisi Olmak", "Nitelikli Zimmete İştirak", "2863 sayılı yasaya muhalefet" suçlarından 9 Aralık 2014'te tutuklandı.
İfadesinde eski başbakanlardan Mesut Yılmaz'ın kuzeni E.E.'yi işaret eden Özil, "Bu eserler kamu görevlilerinin bilgisi olmadan alınamaz. Bu eserler çok uzun zamandan beri müzeden çıkartılarak satılmaktadır" ifadelerini kullanmıştı.
Günışığı'nın aleyhine verdiği ifadeleri kabul etmeyen Dağhan Özil, soruşturma kapsamında tutuklanan Ahmet Sarı'yı sadece iki kez gördüğünü söylemişti.
Özil ayrıca, "Mete Aktuna ile birlikte İstanbul'da ev tuttuğumuz, Ayvazovski Müzesi'nde uzmanlar getirip çalınan eserlerin kopyalarını yaptırıp yerine koydurduğumuz iddiaları tamamen gerçek dışıdır" demişti. Özil'in savunmasında şu ifadeler yer aldı:
Daha önceden tanıdığım eski başbakanlardan Mesut Yılmaz'ın kuzeni olan E.E, bana gelerek "Aldığı bilgilere göre Ankara Resim Heykel Müzesinden çok sayıda resim çalındığını, şu an da bu resimler çok ünlü iş adamlarının koleksiyonlarında bulunduğunu, eğer yol gösterirsem bu iş adamlarından yüksek miktarda paralar koparabileceğini'söyledi.
Ben de bunun üzerine E. E.'ye "Savcılığa git bildiğin bir şey varsa oraya ihbarda bulun. Ben bu işlere girmem" dedim. E.E.'nin durumu daha önce iyiydi, ancak son dönemlerde durumu bozulmuştu ve kötü yola düşmüştü. Fakat ilişkimi önce iyi dönemlerinde bana yaptığı jestlerden dolayı 300 bin dolar değerinde kendisine resimler verdim.
Soruşturma başlatılınca müzayede işletmecilerinde ve bende ister istemez bir panik havası oluştu. Tüm müzayedecileri aradım. Kendilerine, satın almış olduğum ya da satmış olduğum eserler içerisinde Ankara Resim ve Heykel Müzesi'nden çalınanlar olup olmadığını sordum. Bu eserlerden beş tanesini tespit ettim. Bu resimleri iade ettim.
Benden soruşturmaya konu olan Ankara Resim ve Heykel Müzesi'nden çalınan eserleri satın aldığını söyleyen kimse yoktur.
Ben yaklaşık 35-36 yıldır bu sektörün içindeyim benim soruşturma dosyasındaki bilgilerden ve mesleki tecrübelerimden Resim ve Heykel Müzesi'nden alınan bu eserler kamu görevlilerinin bilgisi olmadan gerçekleştirilemez.
"60 küsur eserden 5 adedini ben alıp sattım. Kültür Bakanlığı'nın izni ile yaptım"
Özil, 2020 yılında Sanatatak'a verdiği röportajda ise tutuklanmasının müzeden çalıntı eserlerle ilgili olmadığını söylemiş, "Benimle ilgili herhangi bir arama ve yakalama talebi yokken kendi isteğimle olayı aydınlatmak için gitmiş olduğum savcıya ifade verirken girmiş olduğumuz karşılıklı tartışmanın sonucunda savcı ifademi tamamen almadan beni tutuklanma talebiyle nöbetçi mahkemeye sevk etti. Bunun üzerine binlerce sayfadan oluşan mahkeme dosyasını incelemeden hakim hakkımda tutuklama kararını verdi" demişti.
"Müzeden çalınan 60 küsur eserden 5 adedini ben alıp sattım. Bunları alıp satarken Kültür Bakanlığı'nın izni ile bu eylemi gerçekleştirdim" diyen Özil, "Burada bir sorumlu varsa Türkiye Cumhuriyeti Kültür Bakanlığı'dır" ifadelerini kullanmıştı.
"Tabloların çalıntı olduğunu alan satan bütün koleksiyonerler biliyordu"
Resim Heykel Müzesi'ndeki hırsızlığına ilişkin soruşturma, 2016 yılında tamamlandı. Toplamda 19 şüpheli hakkında dava açıldı.
Gazeteci Mesut Hasan Benli'nin 3 Kasım 2016 tarihli Hürriyet makalesinde yer verdiği iddianamede şüphelilerin, o dönemin parasıyla toplam değeri 18 milyon 860 bin lira olan 79 tabloyu çalarak sattıkları ifadesi yer aldı.
Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı'nın hazırladığı iddianamede Ahmet Sarı, örgüt yöneticisi ve lideri olmak ve nitelikli zimmetle suçlandı.
Sarı ifadesinde, "Tabloların çalıntı olduğunu alan satan bütün koleksiyonerler biliyordu" dedi.
İddianamede, şüpheliler Ekrem Celal Ağaoğlu, müze müdür yardımcısı Akile Ayla Tuncay, Orhan Dağhan Özil ve Mete Aktuna'ya da örgüt yöneticisi olmak ve nitelikli zimmet, diğer 14 şüpheli ise örgüt üyeliği suçlaması ve nitelikli zimmet suçlaması yöneltildi.
Savcılık, aralarında Resim Heykel Müzesi Müdürü olarak görev yapan Ömer Osman Gündoğdu'nun da bulunduğu 44 şüpheli hakkında soruşturma evrakını tefrik ederek soruşturmaya devam kararı aldı.
"79 parça tablo, 2006 yılından itibaren peyderpey müzeden çıkarıldı"
Cumhuriyet Savcısı Murat Korkmaz'ın hazırladığı iddianamede, müdür yardımcısı Akile Ayla Tuncay'ın, müze araştırmacısı Gazi Doğan ile koruma görevlisi Veli Topal'ın, müzenin depo bölümünde bulunan 18 milyon 860 bin lira değerindeki 79 parça tabloyu, 2006 yılından itibaren peyderpey çıkardığı belirtildi.
Bulunan 63 tablo sergilendi
Tarihler 1 Nisan 2017'yi gösterdiğinde Resim Heykel Müzesi'nden çalındığı tespit edilen üç tablo daha bulundu ve "eve dönen" eser sayısı 63'e ulaştı.
Bulunan eserler, 8 Mayıs 2017'de "'Evimdeyim; Bir Dönüş Hikâyesi'ismiyle Ankara Resim ve Heykel Müzesi'nde sergilendi. Tablolar içerisinde Hikmet Onat, Feyhaman Duran, Şevket Dağ, İbrahim Çallı, Sami Yetik, Hoca Ali Rıza, Halil Paşa ve Bedri Rahmi Eyüboğlu gibi ressamlara ait eserler var.
Müze iki yıllık restorasyonun ardından 2020'de açıldı
Son olarak 7 Nisan 2018'de kapanan ve iki yıldan fazla bir restorasyona giren Ankara Resim Heykel Müzesi'nin açılışı 28 Aralık 2020'de yapıldı.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve MHP lideri Devlet Bahçeli'nin de katıldığı açılışta Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy, Ankara Resim Heykel Müzesi'nin koleksiyonunda 2 bin 780'i resim ve 226'i heykel olmak üzere, seramik, özgün baskı, karikatür, fotoğraflarla birlikte 3 bin 629 eser olduğunu söyledi.
Murat Emir: İki yıl çalışıyor görünüp sadece 20 saat çalıştılar
CHP Ankara Milletvekili Murat Emir, 2020 yılında Ankara Resim Heykel Müzesi'ni yeniden gündeme getiren isimdi.
Mehmet Nuri Ersoy'a yönelttiği sorular, 17 Haziran 2020'de Meclis tutanaklarına yansıyan Emir, ""Bu 302 kayıp eser nerede? Buldunuz mu, bulmak için ne yaptınız? Bulamadıysanız ilgililer hakkında ne yaptınız?" Bir Allah'ın kulu bize cevap vermiyor" ifadelerini kullanmıştı.
Kasım 2019'da sorduğu soruya Bakanlık'tan "Çağdaş müzecilik anlayışına uygun olarak -halkımıza, sanatçılara vesaire- bunun için iki yıldır tadilata aldık" cevabı geldiğini söyleyen Murat Emir, "302 eserin kayıp veya çalıntı olduğunun teftiş raporuyla sabitlendiği, sonrasında bazı teftiş kurullarının oluşturulduğu ama sağlıklı çalışmadıkları, iki yıl çalışıyor görünüp sadece yirmi saat çalıştığı, ucunun mahkemelere gittiği, savcılıklara gittiği ama zamanın Kültür Bakanlarının ve ilgili müdürlüklerin hiçbir şey yapmadığı bir konu bu" demişti.
"Tabloları çalanın intiharı şüpheli"
Murat Emir, 23 Temmuz 2020'de de T24'ten Şirin Payzın'a konuşmuş, tabloların bir kısmının Dışişleri'nde olduğu cevabını aldıklarını ancak Dışişleri'nin hangi bölümlerinde sergilendiği ya da depolandığı bilgisinin olmadığını söylemişti.
Emir'e göre konu yalnızca "tabloları çalan" ile sınırlı değil. Kendisinin ifadeleriyle, "sayım yaptırmayan" Atilla Koç'un da "etkili soruşturma yürütülmediği" gerekçesiyle Ertuğrul Günay'ın da, Ömer Çelik ve sonra gelen bakanların da üst düzey bürokratların da görev ihmali var.
"Tabloları çalıp, satışına aracılık eden kişi diyor ki: Bir yıl boyunca Resim Heykel Müzesi'nin kameraları çalışmadı. Ben bundan faydalanarak tabloları oradan çıkarabildim" ifadelerini kullanan Murat Emir, Payzın'a verdiği röportajda Veli Topal'ın sonradan intihar ettiğini söyledi. Ancak Emir'e göre bu intihar şüpheli.
Topal'ın hüküm giydiğini hatırlatan Murat Emir, "2018'deki mahkemesinde de diyor ki: Ben zaten bu suçtan yargılandım hüküm giydim. Hüküm şu anda Yargıtay aşamasında dolayısıyla ben suçsuzum diyor. Daha doğrusu suçum var ama ben suçumun cezasını çektim diyor. Böyle bir kişinin intihar eğilimli olacağına ben bir hekim olarak çok ihtimal vermem. En azından her intiharda bir şüphe duymak gerekir" açıklamasını yapmıştı.
"Savcılığın söylediği rakam, 58 tablo için 250 milyon dolar"
"İddianameden konuşuyorum" diyen CHP Ankara Milletvekili, Topal'ın dönemin müze müdürü ile olağan dışı bir as-üst ilişkisi olduğunu açıklamış, hatta alacak-verecek ilişkisine girdiklerini aktarmıştı.
"Bir anahtar müze müdüründe olması gerekirken, bu kişi ikinci anahtarı temin etmiş. Veya müze müdürünün anahtarını almış" diyen Emir, şu ifadeleri kullanmıştı:
Savcılık "ihmal var" diyor ama o kişi hakkında da ihmalden soruşturma açılmamış. Bir el, müsteşarı, bakanı, üst düzey genel müdürleri koruyor. Olayın üstünü hep örtmeye çalışmış. Biz üstüne gittikçe ortaya çıkıyor. Savcılığın söylediği rakam, 58 tablo için 250 milyon dolar. Son derece de büyük bir ekonomik değer.
"'Sadece bekçi çaldı' demek akla uygun değil"
Şirin Payzın'a verdiği röportajda "Davaları takip edeceğiz, mahkemelere, duruşmalara katılacağız" diyen Murat Emir'e yeniden mikrofon uzattık.
Kültür ve Turizm Bakanlığı'ndan hâlâ doyurucu bir cevap almadıklarını söyleyen Murat Emir, Independent Türkçe'ye yaptığı açıklamda "Muhtemeldir ki onlar da tam olarak bilmiyorlar. Bu da tabii devletteki büyük bir çürümeye işaret ediyor" ifadelerini kullandı.
Müzayedeye çıkacak eserlerin tam listesinin önce Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın onayından geçtiğini hatırlatan CHP Ankara Milletvekili, "Bakanlığın bir eliyle "bu çalıntı, arayın" dediği, ihbar ettiği bir eseri diğer eliyle "alın güvenle müzayedede satın" demiş olması da son derece çarpıcı ve çürümeyi ortaya koyan ve devletimizin geldiği noktayı ortaya koyan bir durum" diye konuştu.
Emir'e göre "Bekçinin hırsızlığı", işin sadece görünen kısmı.
"O kişi hiç yakalanmasaydı. O hırsızlık yaşanmasaydı da ortada kayıp eserler var" diyen Emir, olayı sadece bir bekçinin gerçekleştirdiğini varsaymanın akla uygun olmadığını belirtti.
Bir eserin sahte olduğu nasıl anlaşılır?
Mesleğinde yaklaşık yarım asrı deviren galerici ve koleksiyoner Yahşi Baraz'a göre bunun birden fazla yolu var.
Örneğin boyası. Bakanlık, bir eser bulunduğunda boyasının analizini yapabilen Türkiye Atom Enerjisi Kurumu (TAEK) ile çalışıyor.
Ancak Baraz'a göre müze bünyelerinde kurulan laboratuvarların olması gerekli.
Türkiye'de sadece bu konuya uzmanlaşmış bir laboratuvarın kurulmadığını aktaran Yahşi Baraz, "Bir Tate Modern (Londra) ya da Louvre Müzesi (Paris) bünyesinde yer alanlar gibi bir laboratuvar ortamı yok. Makinanın altına sokulduğu zaman boyanın da tuvalin de yaşı belli oluyor. Çivilerin hangisi olduğu belli oluyor. Türkiye'de bunun ekspertizliğini yapan birkaç kişi var" diye konuştu.
Galeri Baraz'ın sahibi, bunun dışında ipuçları olduğunu da ifade ediyor. Ancak bu ipuçlarını takip etmek ciddi bir uzmanlık, 10 binlerce resme bakmış olmayı gerektiriyor.
Mesela bir ressamın fırçasını vurma hızı, fırçayı vurma yönü ve ressamın imzası, hatta tarihi nasıl attığı dahi ipuçları arasında olabilir:
Genelde imza ve tarihten yakalanır sahte eser. Her ressamın imzası farklı olduğu gibi tarih kısmını nasıl yazdığı da farklılaşıyor. Her ressam tarihin rakamlarını 1,2,3 şeklinde yazmayabilir.
Çalınmalara ve sahteciliğe karşı nasıl önlemler alınabilir?
Bu önlemlerden biri yukarıda da bahsettiğimiz, ressam Bedri Baykam başkanlığındaki Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği'nin önerdiği EPİVERON.
Alınabilecek diğer bir önlem ise müzelerde sadece güvenliğin değil, uzmanların da bekletilmesi.
İngiltere ve Fransa'da müzeciliğin 300-400 yıllık bir geçmişi olduğunu hatırlatan Yahşi Baraz, buralarda olduğu gibi Türkiye'de de sürekli olarak bir uzman grubun bekletilmesi gerektiğini düşünüyor:
Güvenlikler, asgari ücretle orada çalışan insanlar. Her müzede sürekli bir uzman grubun beklemesi lazım. Bunlar, doktora yapmış kişilerdir. Avrupa'yı, Amerika'yı tanır. Dünya sanatını bilir.
"Müzelerin her yıl resim alması gerek ama hiçbir zaman buna bütçe verilmedi"
Müzelerin karşı karşıya kaldığı bir diğer problem ise müzeye resim alınma süreci.
Uzmanlar, müzelerin koleksiyonlarını yenilemek için yıllık bir bütçe almadıkların söylüyor.
"Müzelerin bütçesi olması lazım. Avrupa ve Amerika'daki müzelerin hepsinin bütçesi vardır. Her sene 50-100 milyon dolarlık resim alırlar. Bizde hiçbiri 1 milyon dolarlık bile bir resim almaz" diyen Yahşi Baraz'a göre müzeye resim satın alınırken de bir danışman kurulunun onayından geçmeli. Baraz, söz konusu danışman kurulunun eksikliğinin devlet müzelerinde de özel müzelerde de olduğunu aktarıyor.
Ressam Yusuf Taktak'a göre de bir müzenin belli bir bütçesi olmalı ki her sene beş de olsa 10 da olsa resim alınsın.
"Diğer ülkelerde bu bütçe var ama bizde yok. Bizde hiçbir zaman olmadı" diyen Taktak, Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk kurulduğu yıllarda devlet koleksiyonunun oluşmasının daha prensipli devam ettiğini hatırlatıyor.
"O dönemin en başyapıtları devlet kanalıyla alındı ve İstanbul Resim Heykel Müzesi'ne gönderildi. Böylelikle koleksiyon oluştu" diyen Taktak'a göre sonraki dönemlerde devlet sergisi içeriğini kaybediyor ve sıradanlaşıyor. Hatta Ankara ile İstanbul arasında gerilim de baş gösteriyor ve Ankara'dan İstanbul'a resim-heykel gönderilmiyor.
Kayıp eserleri arama süreci…
Galeri Baraz'ın kurucusu Yahşi Baraz'a göre bir resmin bulunabilmesi için hemen her detaya ihtiyaç var.
"Devlet, galericilere ya da uzmanlara geldiği zaman belgeyle gelmesi lazım" diyen Baraz, "'Şu fotoğrafta yer alan, şu ebattaki, şu imzalı resim kayıptır. Bunu bulmaya çalışın'denilmli. Ancak sadece "Çallı'nın Boğaz Manzarası resim kayıp" denirse bir sonuca ulaşmak imkansıza yakın. Daha spesifik bilgiye ihtiyaç var" açıklamasını yaptı.
"Devletin elinde envanter yok, fotoğraf yok. Kimde olduğu, kaç sene önce çalındığı belli değil. Herkes konuyu birbirinin üzerine atmış. Birisi "vefat etti" diyor" diyen Baraz, konuyla ilgili bilinç düzeyi yüksek bir grubun kurulup envanter çıkarılması gerektiğini vurguluyor.
Baraz'a göre yalnızca resim sayısı ve sanatçılar değil, resmin suluboya mı guaj mı yağlı boya mı olduğuna, desenlerine kadar her detay elzem.
Devletin "bunu bulun" talebi karşısında galerici ya da koleksiyonerlerin, söz konusu resim ya da heykel peşine düşeceğini ancak sonuç almanın hâlâ zor olabileceğini aktaran Baraz şöyle devam etti:
Çünkü adam bir yere gizlemiştir. Nereden bulacaksınız? En şüphelendiğiniz adam bile gider bir akrabasının evinde saklar, bulamazsınız. Mühim olan çalıntıyı durdurabilmek…
* Bu haber, Avrupa Birliği finansal desteği ile üretilmiştir. Haberin içeriği tamamıyla Fatma Gökçen Tuncer'in ve Gazeteciler Cemiyeti'nin sorumluluğu altındadır ve Avrupa Birliği'nin görüşlerini yansıtmak zorunda değildir.
© The Independentturkish