Ukrayna'dan Gazze'ye: Dünya bölünmeden parçalanmaya doğru gidiyor

Soğuk Savaş döneminin geri dönüşü ve diplomatik çatışmaların silahlı operasyonlara dönüşmesi korkusu arttı

Birleşmiş Milletler, Hamas-Gazze krizine ilişkin oturumlara sahne oluyor / Fotoğraf: AA

Özellikle büyük ülke liderlerinin, yeni dünyanın kutupluluğuna dair işaretler taşıyan hareketleri ışığında son günlerde yaşanan olaylara ilişkin şu sorular gündeme geliyor:

Küresel bölünme ve uluslararası parçalanma nereye kadar gidebilir?

Yeni bir soğuk savaşla mı karşı karşıyayız?

Yoksa İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra yaşananlardan farklı, Sovyetler Birliği'nin çöküşünden sonra gördüklerimizdense tamamen farklı yeni bir dünya düzeninin doğmasının vakti geldi mi? 

Şöyle ki Rus güçlerin Şubat 2022'de Ukrayna'ya doğru yola çıkmasından bu yana gözlemciler, barış içinde bir arada yaşam devrinin geri dönülmez bir şekilde geride kaldığını ve bloklaşma döneminin yakın zamanda en azından siyasi ve belki de askerî düzlemde yeniden yaşanacağını düşünüyor. 

Gazze'de Filistinliler ile İsrailliler arasındaki krizin patlak vermesiyle de birilerinin arkasında durup diğerleriyle karşı karşıya gelmek şeklindeki ittifakların geri döndüğü düşüncesi pekişti.   

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Çin'e doğru yola çıkarken, Biden'ın da İsrail'e yöneldiğini görmek şaşırtıcı değil.

Sanki her bir uluslararası güç, kavramsal bir satranç vizyonu dahilinde belirli tarafları desteklemeye ve güçlendirmeye çalışıyor.

Bu da bizi iletişim çağının çıkmaza girdiği ve dünyanın Doğu-Batı olmak üzere Batı-İsrail karşısında Asya-Avrasya şeklinde iki kampa bölündüğü yeni bir dönemin geldiği sonucuna götürüyor.  

Günümüz dünyasının yaşadığı dengesizlik halinde olup bitenlerin boyutlarını nasıl okuyabiliriz? En önemli, tehlikeli ve zorlu soru da şu:

Ateş topu küresel bir kargaşaya neden olana kadar yuvarlanacak bir varoluş savaşının eşiğinde miyiz? 


Belirsizlik

Belirsizlik hali, günümüz dünyasının ufkunda ve siyasi, ekonomik, askerî ve toplumsal olarak hayatın her cephesinde dolaşıyor gibi görünüyor.

Belki de Kovid-19 salgınıyla birlikte cin şişeden çıktı ve pek çok halkın dünyaya dair ulusal uyanış ve yeniden içe dönüş hali, küreselleşmeden ve küçük bir köy haline gelen dünyadan bahseden tüm tezler ve açıklamalar için bir engel teşkil etti, etmeye de devam ediyor. 

Belirsizliğin alametleri, önce salgından, daha sonra ekonomik koşullardan ve dünya çapındaki tedarik zincirlerinin başına gelenlerden, ardından endüstrilerin Çin gibi büyük ülkelerden bölgesel kesimlere doğru çekilmesinden duyulan ortak korkuda belirdi.  

Büyük güçler, insanlık tarihinde önemli duraklar, özellikle de hızlı ve belki de ürkütücü bir şekilde gelen yapay zekâ dünyasına dair korkunç beklentilerin yanı sıra bugün tarım alanlarını ve hayvanları helak eden iklim değişikliğiyle temsil edilen doğa güçleri karşısında kırılganlıklarını hissettiler. 

Böyle zamanlarda mevcut ve gelecekteki tehlikeleri önlemek için uluslararası iş birliğine ve uluslarla halkların koordinasyonunun sağlanmasına acil bir ihtiyaç olduğu düşünülürdü.

Gelgelelim şu ana kadar gördüklerimiz ve henüz gerçekleşmemiş olan daha kötüleri bizi, zamanında Karl Marks'ın dediği gibi, savaşları tarihe uygun gören toplulukları göreceğimiz bir yola sürükleyebilir.  

Parçalanmayı tetikleyen çok sayıda büyük güç var. Jeopolitik gerilimlerin artmasıyla da ulusal güvenlik değerlendirmeleri, karar vericiler ve şirketler açısından büyük bir düşünce konusu haline geldi.

Bu durum onları Ukrayna'da yaşananlar ve Gazze'deki olaylar da dahil olmak üzere uluslararası felaketlere yaklaşım konusunda bir ölçüde temkinli olmaya itiyor. 
 

İsrail-Gazze sınırında konuşlandırılan İsrail ordusu.jpg
İsrail-Gazze sınırında konuşlandırılan İsrail ordusu / Fotoğraf: AFP

 

Dünyamız bir kez daha geriye, Soğuk Savaş zamanına gitmeye, post-politik blokların ortaya çıkıp yükselişine ve de yeniden askerî ittifaklara yaklaşmaya mahkûm mu?

Şurası muhakkak ki Varşova Paktı heder oldu gitti ve sahnede yalnızca NATO kaldı. 

Ancak büyük ihtimalle bu durum böyle sürmeyecek ve yeni bir Avrasya tehdidi baş gösterecek.

Bu tehdit, bu zamana kadar yumuşak güçle ilerlemiş olsa da olayların gidişatı, şüphesiz ki sert, güçlü ve silahlı bir yola sevk ediyor.

Peki nasıl?


"Rusya ve Çin bir düşman ittifakıdır"

Rusya Devlet Başkanı Putin'in son Çin ziyareti ve Şi Cinping ile yaptığı görüşmeler, her iki taraf için de heyecan verici bir dönemde, özellikle de Sam Amca'yla yaşanan açık çatışmalar ışığında, bu yeni doğan ittifakın durumu ve akıbeti hakkında pek çok önemli soruyu gündeme getirdi. 

Her şeyden önce Rusların kültürel katmanlarının Çinlilerinkinden tamamen farklı olduğu kesin. Zira Slav Rus halkının anlam ve düşünce dünyası, Konfüçyüsçü halklardan farklı.  

Buna rağmen benzeri görülmemiş ikili bir ittifakın ortaya çıkışının ve yükselişinin neredeyse temel sebebi siyasi faydacılıktır. 

İki lider arasındaki ilişki şöyle böyle iyi olsa da görünüşe bakılırsa ortak tehditler, Moskova ile Pekin arasında sağlam bir bağ oluşturuyor. 

Putin, Ukrayna'da önemli bir meydan okumayla karşı karşıya ve Ukrayna'nın NATO'ya dahil edilmesi fikri karşısında sessiz kalsa da buranın, NATO'nun Rusya'yı devirmek için başlangıç noktası olduğunun tamamen farkında. 

Şi Cinping ise Pekin'in kendi ulusal topraklarının bir parçası olarak gördüğü Tayvan'a yönelik günden güne artan ABD desteğini büyük bir endişeyle takip ediyor.

ABD'nin Güney Çin Denizi'ndeki varlığının sebep olduğu zorluklar da cabası. Üstelik Pasifik Okyanusu sularında daha geniş ve güçlü bir çatışma mevcut.

İki taraf arasındaki ekonomik çatışmaları söylemeye gerek bile yok. 

Putin, Şi ile ikinci görüşmesinden önce Çin Devlet Başkanı'na hitaben şunları söyledi: 

Değerli dostum, sizi tekrar gördüğüme çok sevindim. Şu anki zor koşullar altında dış politikada yakın koordinasyonun sürdürülmesi özellikle önemli, ki şu an yaptığımız şey de bu.


Hangisi diğerine daha muhtaç: Putin mi Şi mi?

Hiç şüphesiz her ikisi de herkese açıkça görünmeyen gedikleri kapatmak için bir diğerine muhtaç. 

Rusya, özellikle de Batı tarafından sıkıştırıldığı bir durumda bilhassa mali ve ekonomik olarak Çin'in desteğine ihtiyaç duyuyor ve Çin bu konuda pek çok şey sunabilir. 

Çin ise ekonomik dış politikasını canlandırma peşinde. Aynı şekilde mevcut tablonun Tayvan'la silahlı bir çatışmaya dönüşmesi ve Washington'ın şu an Ukrayna'da olduğu gibi tablonun arka planında belirmesi durumunda Rusya'nın Ukrayna'daki tecrübesinden dersler ve ibretler de alabilir.  

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Putin'in Çin ziyareti, iki taraf arasında doğan ve büyüyen güvene dair gayri resmi bir ilandır.

Hele ki bu, Putin'in eski Sovyetler Birliği olarak bilinen toprakların dışına yaptığı bilinen ilk yolculuk. Mart ayında Uluslararası Ceza Mahkemesi'nin Ukrayna'da savaş suçları işlediği ithamıyla Putin ve müttefikleri hakkında tutuklama emri çıkarmasından bu yana da bir ilki temsil ediyor. 

Putin, güvenliğini temin edecek bir şeyin olduğunu bilerek Pekin'e gitti. Nihayetinde iki lider, sınırlı iş birliği alanlarının olmadığını söyleyerek, Rusya ile Çin arasındaki ilişkiyi 'sınırsız' şeklinde tanımladı. 

Bu, gelecekte ilan edilecek ve beklenmedik olaylar onu askerî bir ittifak olarak ilan edilme yoluna itmezse şayet ideolojik de olsa yakında bir alternatif haline gelecek yeni bir Avrasya uluslararası ittifakı mı?  

Özellikle ABD Başkanı Joe Biden'ın mevcut savaşın ortasında İsrail'e gerçekleştirdiği tuhaf ziyaretin ardından Sam Amca'nın kendi toprakları dışındaki hareketleri, bunun gerçekleşmesine neden olabilir. 


Köşe taşı

Soru düşündürücü, aynı zamanda da ürkütücü görünüyordu. Öyle ya, ABD Başkanı, Hamas füzelerinin uzandığı bir nokta haline gelen Ben Gurion Havalimanı'na uçağını nasıl indirebilir? Bu, Beyaz Saray'ın Efendisi'nin hayatının tehlikede olduğu anlamına gelir. 

Soru, dışarıdan bakınca ilgi çekici. Ama Biden'ın İsrail vizyonunu fark edince insanın şaşkınlığı daha da artıyor. Birçok insanın bu ilişkinin sırrı konusunda kafası karışabilir. 

Biden bundan 40 sene önce, senatörken şöyle demişti: 

İsrail olmasaydı da ABD'nin onu meydana getirmesi gerekirdi.


Bu ifadeyi Biden, geçen günlerde dünyanın gözü önünde Tel Aviv'de bir kez daha dile getirdi ve yeni açıklamasında şu ifadeye yer verdi: 

Yürekten inanıyorum ki eğer İsrail olmasaydı dünyadaki hiçbir Yahudi güvende olmazdı. İsrail, tek kesin güvence.


Bu açıklamalar, ilk kez yapılmıyordu. Nitekim Temmuz 2022'de gerçekleştirdiği İsrail ziyaretinde de Biden, İsrail halkı ile Amerikan halkı arasındaki ilişkinin oldukça derin olduğunu söyledi.

Ayrıca BM Genel Kurulu'nun daha önce Siyonizm'i bir tür ırkçılık olarak kabul eden bir karar aldığını, ancak 1990'lı yıllarda bunun iptal edildiğini göz önünde bulundurarak, bir kişinin Siyonist olması için ille de Yahudi olması gerekmediğini ifade etti. 

Biz Biden'ın durumunu merak ediyoruz. O, dinî ve mezhepsel kimliğini ifade eden mutlak bir dogmatik mi yoksa bu bağlamda metafizik boyutlar da söz konusu mu? 

Bilindiği üzere ABD'nin kalbinde İsrail, İncil'deki vizyonların tam anlamıyla vücut bulmuş halini temsil ediyor.

Hatta Herzl bunu belirginleştirmeyi düşünmeden önce bile böyleydi. Nitekim Amerika, İbranilerin Mısır'dan Filistin topraklarına göçüne bir yaklaşımla, 'Yeni Kenan' fikri üzerine inşa edildi.

Washington'ın, 1948 yılında kurulduğu ilan edildikten bir saat sonra İsrail'i tanıma konusunda neden acele ettiği buradan anlaşılabilir.

Ancak İsrail'e yönelik bu destek eğilimi, Protestan aidiyetlere sahip Amerikan Hıristiyan dinî hareketler arasında görülür.

Halbuki Biden, Katolik mezhebine mensuptur ve ülke nüfusunun yaklaşık dörtte birini oluşturan Katolik Amerikalılar, İbrani devletini, Amerikalıların çoğunluğunu oluşturan ve Amerika'nın İsrail'e verdiği desteğin köşe taşını temsil eden Protestanlar kadar desteklemez.

Peki, bu zıtlığı nasıl anlamalıyız? 

Şöyle ki her dogmatik önerinin arkasında mutlaka bir hedef ve belki de göreceli hedefler saklıdır. 

İsrail'in operasyonel rolüne dair derinlemesine bir okuma bize Washington'ın 'mazlum olmayan zalim İsrail'i' neden sürekli desteklediğine dair derinlikli bir fikir verir.

Üstelik sadece Washington da değil; Londra, Paris, Berlin, Ottava ve diğerlerinde olduğu gibi uluslararası güçler düzeyinde etkili ve nüfuzlu tarihî Batılı büyük başkentler de öyle. 

Kısacası Biden'ın İsrail'e yönelmesi, Tel Aviv'in, İkinci Dünya Savaşı'nın sona ermesinden bu yana NATO'nun stratejilerinde en önemli köşe taşı olduğunu hatırlatma çabasıydı. 

NATO ile Varşova arasındaki Soğuk Savaş yılları boyunca İsrail, Sovyetler Birliği'nin güneybatısında yer alan ileri askerî üs olarak görüldü ve ona çeşitli roller verildi. 
 

ABD Başkanı Joe Biden.jpg
ABD Başkanı Joe Biden / Fotoğraf: AFP

 

Verilen en önemli rol de Büyük Petro ve Büyük Katerina zamanından bu yana Rusların en büyük hayali olan Akdeniz'in sıcak sularına Batı müdahalesi için tam hazırlıklı olmaktı. 

En önemlisi de Arap Körfezi'ndeki petrol kaynaklarının herhangi bir tehdide maruz kalması durumunda hızlı hareket etme kabiliyetiydi. Zira petrol, modern Batı medeniyetinin likidiydi, halen de öyle. 

Sovyetler Birliği'nin ortadan kalkmasından sonra İsrail devletinin operasyonel işlevi değiştirildi ve teröre karşı uyanık ve dikkatli olmak ve inanç açısından Batı'ya düşman olan radikal grupları takip etmekle görevlendirildi.

Bu rol ne yazık ki 11 Eylül Saldırıları'ndan sonra muazzam bir güçle büyüdü. 


Bu soğuk bir savaş mı, sıcak bir savaş mı?

Putin'in Çin ziyareti ile Biden'ın İsrail ziyareti karşısında uzmanlar da dahil olmak üzere uluslararası sahneyi gözlemleyenler şunu sorguluyor:

Dünya yeni bir soğuk savaşa doğru mu ilerliyor?

Yoksa işler, kızışma anlarında bazı yerlerde bölgesel olarak başlayıp diğer yerlerde küreselleşerek devam eden sıcak bir savaşa dönüşür mü?

Böyle bir savaşın, daha Ukrayna krizi patlak vermeden ya da Arap dünyasında Gazze cephesi tutuşmadan önce zaten başladığı söylenebilir. 

Bu çatışmalar, ekonomik olarak başladı. Bunu, ünlü Amerikan dergisi Foreign Policy'nin geçtiğimiz nisan ayında yayımlanan bir sayısındaki altı makalede de görebiliriz.

Altı yazarın, ABD'deki ve Batı'daki siyaset yapıcılardan insan hakları, taşımacılık, finans, iklim değişikliği, kuantum hesaplama ve mikroçipler alanında Çin'e daha güçlü bir şekilde karşı koymalarını talep etmek üzere kendi aralarında anlaşmış olmaları ilgi çekiciydi. 

Buna göre ekonomik çatışmanın, tarihî bir dönüm noktasında askerî bir çatışmaya dönüşmesinin kaçınılmaz olduğu açıktı. Bu, Çin'in askerî yükselişiyle de güçlü bir olasılık haline geldi. 

Uluslararası kutuplar arasındaki çatışmaların tarihine bakan kişi, çatışmaların genelde ekonomik rekabetler sonucunda mevcut kutup ile yeni beliren kutup arasında başladığını, daha sonra askerî çatışmalara dönüşerek devam ettiğini görür. 

Çin, küresel bölünmenin soğuk savaştan sıcak savaş noktasına dönüşmesine aday bir mevzi mi?

Bu sözde ve fiilde böyle olabilir. Buna inanmayanlar, Pentagon'un şu an kullanıma hazır yaklaşık 500 nükleer başlığa sahip hale gelen Çin hakkındaki son verilerini inceleyebilir.

Ayrıca nükleer cephaneliği ABD'nin öngördüğünden daha hızlı gelişiyor ve ordusunu da giderek genişletmeye ve modernleştirmeye çalışıyor. 


Putin'in Rusya'sı soğuk savaş dairesinden uzak mı peki?

Başkan Joe Biden döneminde, Ekim 2022'de yayınlanan ilk 'ABD Ulusal Güvenlik Stratejisi'ni inceleme fırsatı bulanlar, Rusya'nın kesinlikle şu anda ABD için giderek artan bir endişe kaynağını temsil ettiğini ve bunun ABD'li çevrelerin Putin'in kendi coğrafi çevresinde gelecek hırsları olarak gördüğü şeylerden kaynaklandığını fark eder. 

Bu strateji, Çin'i Amerikalıların dünya çapındaki gücü ve nüfuzu için başlıca ve esaslı bir tehdit olarak görse de Rus devletinin tarihî varlığını etkileyebilecek ciddi tehlikelere maruz kalması halinde Kremlin'in belirli bir çaresizlik noktasında kitle imha silahlarına, özellikle de nükleer silahlara başvuracağı yönündeki korkuları da bir kenara atmadı. 
Yeniden beliren tarihî bölünme tartışılmaz bir gerçeklik gibi görünüyor.

Bu, geçen eylül ayında görev süresi sona eren ABD Genelkurmay Başkanı General Mark Milley tarafından da doğrulandı. Milley'in ifadesine göre dünya imkânları üzerindeki eşsiz Amerikan kutupluluğunu etkileyebilecek en büyük olay değil, felaket; önce BRICS, ardından BRICS Plus örneğinde olduğu gibi sloganlarla ve ekonomik iş birliğiyle başlayan ve günün birinde sıcak savaş meydanlarında son bulabilecek bir Rusya-Çin ittifakının ortaya çıkmasıdır. 

Bu senaryo, daha fazla gerilime gebe mi?

Bu manzara, barış içinde bir arada yaşam devrinin geçtiği ve Âdem Aleyhisselam'ın iki oğlunun kavgasından bu yana her sabah akşam ağzını açıp masumların kanını içmeye alışmış olan dünya üzerinde uzun sürmediği anlamına mı geliyor? 
 


Barış içinde bir arada yaşam ve 'Amerikan Yüzyılı'

Bölünme ve büyük küresel çatışma, öngörülebilir bir gelecekte takdir edilen bir kader mi?

Ve bu da barış içinde bir arada yaşamdan bahsetmenin çağdaş dünyamızda yeri olmayan bir lüks haline geldiğini mi gösteriyor? 

'Barış içinde bir arada yaşam' kavramı, akıllara ABD ile Sovyetler Birliği arasındaki Soğuk Savaş dönemini getiriyor.

BM Genel Kurulu kürsüsündeki sertliğiyle meşhur Sovyet lider, sosyalist ve kapitalist sistemler arasındaki ebedi çatışmaya ilişkin komünist ideolojinin, işe yarar olduğu dönemi geride bıraktığını fark eden ilk ve en derin kişiydi.

Şöyle ki ABD ve diğer Batılı ülkeler, yakın zamanda komünist devrimlerle yüzleşmeyecekti.

Ama Sovyet bloğundaki komünist rejimleri ortadan kaldırabilmesi de pek muhtemel değildi.

Bu yüzden komünist ve kapitalist sistemlerin yan yana yaşaması gerekiyordu. 

Varşova ile NATO paktının tenhalarda sürtüşmelerine ve kalabalıklarda takipleşmelerine rağmen bu model başarılı oldu mu? 

Kruşçev'in boyutlarını kavradığı bu 'bir arada yaşam' modelinin Kennedy kardeşlerde (Başkan John Kennedy ve Savcı Robert Kennedy) kendine muhatap bulduğu ve bu sayede dünyanın, tüm dünyayı nükleer olarak ve eşi benzeri görülmemiş bir şekilde ateşleyebilecek bir nükleer krizi atlatabildiği kesin. 

Bu noktada Soğuk Savaş döneminde barış içinde bir arada yaşam manzarasının pek de güzel olmadığını söylemek gerek.

Zira birçok sürtüşme yaşanıyordu ve her bir taraf da küresel nüfuzu yayma mücadelesinde bir grup vekile hamilik yapıyordu.

Ancak nükleer silahlarla tam anlamıyla silahlanmış iki büyük güç arasındaki doğrudan askerî çatışmayı önleyebildiği de bir gerçek.  

Bugün General Mark Milley'in itirafına göre dünya çapında üç kutup güç ve çok sayıda nükleer devlet var. 

Peki, bugünü dünden farklı kılan şey ne?

Hiç şüphesiz aradaki fark, 1997 yılında belirginleştirdikleri yeni muhafazakâr vizyondur.  

Bu vizyon, 'Amerikan Yüzyılı' adıyla sunuldu.

Kısaca 21'inci yüzyılın mükemmel bir Amerikan yüzyılı olması gerektiği anlamını taşıyor.

Yani Washington'ın uzak doğudan batıya, kuzeyden güneye kara, deniz ve hava yoluyla insanların yeteneklerini kontrol etmesi lazım.  

Maksat, Rus ayısının zincirli ve Çin ejderhasının da büyük labirente sokulmuş vaziyette uykuda kalmasıydı. 2010 yılında geliştirilen bu vizyon, 'Asya'ya Dönüş' başlığıyla sunuldu. 

Ruslar ve Çinliler, 2001'de Afganistan'ın ve 2003'te Irak'ın işgalinden bugünkü Gazze çatışmalarına kadar yazılmış yeni bir 'barış içinde bir arada yaşam' bölümünün varlığını fark ettiler.

Gazze'deki çatışmalar, bölgedeki diğer güçlerin, yani gözlerden kaçmayan İran'ın ve İsrail'e yönelik açık destekle ittifakın, yaklaşık 500 yıldır tükenmeyen Batı mürekkebiyle yeni bir dünya düzeni yazmak için aradığı başlangıç olabilir.

Bu odaklar, uluslararası sınırların servetlerini emdi. 

Dünya, Amerikan vizyonu ve Rusya-Çin tepkileri nedeniyle daha tehlikeli bir şeyle yüzleşmeye mi hazırlanıyor?

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

Independent Türkçe için çeviren: Aybüke Gülbeyaz

Independent Arabia

DAHA FAZLA HABER OKU