Tunceli'den MUDAK, JAK, komando ve korucular Adıyaman'a birlikte gitti

"Normalde seni düşman olarak gören insanlarla birlikte insan kurtarıyorsun, bu çok ironik ve distopik"

"Türkiye'nin felaketi" olarak bilinen 6 Şubat Maraş depremlerinin üzerinden çok kısa bir zaman geçti.

Depremde arama-kurtarma ekiplerinin çalışmaları çok öne çıktı ama bölgeden özellikle Dersim'den birer arama kurtarma ekibi, Adıyaman'da yaptığı faaliyetlerle çok öne çıktı: Munzur Arama Kurtarma Derneği, kısa adıyla MUDAK.

Tamamen gönüllülerden oluşan MUDAK; Tunceli AFAD'la birlikte Adıyaman'a ilk giden arama kurtarma ekibiydi.

Kendi çabalarıyla 170 kişiyi Adıyaman'da enkazların altından sağ çıkardılar. 

Yönetmen Arin İnan Arslan; MUDAK aktivistlerinden. Ayağının tozuyla döndüğü Dersim'den, Adıyaman'ı ve depremi konuştuk Arslan'la.

Anlattıkları hem öğretici hem çarpıcı hem düşündürücü. Aktardıkları arasında beni en çok çarpan ise felaketin bütün insanları eşitlediği, bütün politik-ideolojik ayrımların bu distopik ortamda nasıl ortadan kalktığı.

Şu cümle hep aklımda olacak:

Gerçek hayatta yan yana gelemeyeceğimiz korucularla, jandarmalarla, komandolarla enkazda el ele hayat kurtardık.


Söylediklerine çok müdahale etmemek için, Arin İnan Arslan'la sohbetimizi soru-cevap olarak sunmak istedim.

Buyurun birlikte okuyalım, birlikte düşünelim. Biz nerede, ne zaman hata yaptık, bu hatanın dönüşü var mı, olacak mı?
 

arin inan arslan.jpg
Arin İnan Arslan

 

Arin, bana gördüğün Adıyaman'ı anlat desem, ne anlatırsın?

Biz çok yoğun bir hava muhalefeti sonucunda oraya ulaştık. Malatya üzerinden gitmeye çalıştık, zaten normalde orası kestirme yol. Malatya'da bütün yolların tıkalı olduğunu, bazı yolların çöktüğünü öğrendik. Döndük. Ergani Çermik, Siverek Kahta üzerinden Adıyaman'a gittik.

Normalde 11.00 sularında falan Adıyaman'da olmayı düşünürken saat 15.00 sularında Adıyaman'a giriş yaptık. Kurtarma ekibi yoktu, gelenler de tamamen kargo uçaklarıyla gönderilmiş, malzemesiz gelmişler, depremzede gibi enkazlar üzerinde dolaşıyorlardı. 


Sonra neler yaşandı?

İner inmez zaten ilk binada üç kişi çıkardık, bir karı-kocaydı, bir tane de genç kadın vardı. İlk üç gün neredeyse hiç eks çıkarmadık. Genel yönelimimiz bir an önce yaralı olan insanlara ulaşmaktı.

Hava koşulları çok kötüydü, müthiş bir yağış vardı, bazen doluya çeviriyordu, sonra rüzgara dönüyordu, ardından karla karışık yağmur. Üstümüzdeki elbiseler defalarca ıslandı, kurudu.

Bütün gece sonra bir sonraki gün de aynı şekilde devam ettik. Ta ki üçüncü gün biraz ortalık duruldu. Bir felaketin içine gitmiştik.
 

adiyaman4.jpeg
Fotoğraf: MUDAK

 

Daha önce Adıyaman'a gitmiş miydin? Kaç kişiydiniz?

Bu benim Adıyaman'a ilk gidişimdi. Toplam 35 kişi gittik MUDAK olarak, 15 de gönüllümüz vardı.

AFAD ekibiyle birlikte çalıştık. Buradan giderken de zaten Tunceli Valiliği koordinasyonunda gittik, Öncesinde tatbikatlar yapmıştık, bizim dışımızda MEB Akup vardı, korucular vardı, jandarma komandoları vardı. MUDAK olarak şimdiye kadar 100'e yakın vakaya gittik, zaten çoğunda birlikte gidiyoruz.
 

adiyaman3.jpeg
Fotoğraf: MUDAK

 

Peki, felaketin gerçek fotoğrafını üçüncü günün sonunda mı gördünüz? Adıyaman'a nasıl yayıldınız? Bir yönetmen olarak nasıl biri fotoğraf anlatırsın?

Hani biz pandeminin başında da bir süre şeye inanmıyorduk ya; maske takanlar, siperlik takanlar. Bir distopik filmin içindeymiş gibi hissediyorduk ya. Adıyaman'da sokakta dolaşırken, böyle boşluğa düşersin ya bir etrafına bakarsın, ben neyin içindeyim diye; o anlarda hep şöyle hissettim: Sanırım kıyamet dedikleri şey böyle olacak.

Çünkü bir taraftan elektrikler yok, bütün şebekeler kesilmiş, her yerde siren sesleri var, insanlar grup grup ateşler yakmışlar, çocuklar bir köşeye sığınmış. Çok hızlı kabullenilmiş bir çaresizlik durumu vardı. Bu, şok durumuyla paralel giden bir şeydi. Belki hava bile bu durumu etkiliyordu. İnsanların hepsi bir duldaya sığınmış, o şoku atlatmaya çalışıyordu.

İlk iki gün sürekli ağlama krizleri yaşadım. Çünkü bir taraftan çok çaresizsin, bir taraftan çare zaten sensin. Bir taraftan her yerden sesler geliyor. Bir yandan insanlar seni durmadan oradan oraya çekiştiriyor. Bağıranlar, yalvaranlar. Yani böyle şeyleri ancak filmlerde kurgusal olarak görürsün. Bunu böyle filmde böyle anlatsam muhtemelen çok abartmış falan derler. 

Vahameti anlamamız üçüncü güne kalmadı zaten.

İlk üç-dört saatten sonra bizi çekiştirmeye başladılar. Tatbikatlardan biliyoruz zaten, biri gelir sana yanlış bilgi verir, biri bir yere götürmeye çalışır. Tıpkı otogarlardaki simsarlar gibi, Adana'ya gitmek istiyorsundur, bir bakarsın seni Zonguldak'a yollamışlar. Biz bunu fark edince toplandık ve dedik ki böyle olmaz, korkunç bir şeyin içindeyiz, başka ekip yok ve bir sistemle çalışalım diye karar verdik.

Şehrin içinde arabayla kısa bir tur attık. Mümkünü yok yetişmemiz, ana hatlarda her taraf yıkılmıştı. 15 dakika gittik, sonunda başlangıç noktamıza geri döndük ve orada ne yapabiliyorsak yapmaya çalıştık. 
 

adiyaman3.jpg
Fotoğraf: MUDAK

 

Kaç binaya girdiniz? Benim son öğrendiğim 170'e yakın kişiyi kurtardığınızdı.

20-30 binaya bakabildik, üç günde. Öncelikli olarak çocukları hızlı bir şekilde kurtarmaya çalıştık. Arama kurtarma koordinasyonu da Tunceli AFAD'daydı, aramızda AFAD'ın eğitim verdiği koruyucular vardı, asker vardı. Tunceli ekibi olarak organizeydik, zaten Tunceli organize bir şekilde oraya girmemiş olsaydı, çok net söyleyeyim Adıyaman'da çok daha büyük bir felaket olabilirdi.

Bildiğim kadarıyla Tunceli'den 200'ün üzerinde kadarıyla sadece asker geldi, Jandarma Arama Kurtarma. Bir kısım korucular vardı. AFAD'dan hocamız anlattı, onlar da başka noktalarda inanılmaz çabalar göstermişler. 


Biraz da ironik değil mi? Normalde hiç yan yana gelmeyecek insanlar, siyaseten, dünya görüşü olarak yan yanasınız. Komanda diyorsun, korucu diyorsun…

Yönetmenlik vurgusu yaptığın için söyleyeceğim, o kimliğimle konuşayım. Felaket aslında seni eşitleyen bir şey. Yani orada kimin üstünde hangi kıyafet olduğunun çok bir kıymeti kalmıyor yani aynı maksat için oradasın çünkü, aynı şeyi başarmaya çalışıyorsun, can kurtarmaya çalışıyorsun, bir şekilde el uzatmaya ve o insanlara en zor anında-en dar anında yardımcı olmaya çalışıyorsun. 

Bu bana da çok ironik geliyordu. Biz tatbikatlarda da birlikte çalıştık, siyaseten yani politik olarak çoğu zaman yana duramayacağın belki seni düşman diye görebilecek biriyle omuz omuzasın. 


Bu soruyu sormayı istemezdim ama ders çıkarmak için sanki sorulması gerekir diye düşünerek soruyorum. Aklında kalan enstantane var mı Arin?

Hatırlarken bile tüylerim diken diken oluyor. Bir çocuğu almak için bir yeri kazmaya başladık. Bina yıkılmış komple, bir tane abla geldi, kaç katlıydı bilmiyorum. Anlamıyorsun binaların kaç kat olduğunu bile, yani hepsi yıkılmış ve biz kat seviyesine gelmiş oluyoruz. Sadece sayabiliyorsun.

Bir ses alıyoruz, beş-altı saat geçmiş, ama emin olamıyoruz bir türlü. Bir başka birini kurtarmaya gidiyoruz, oradan çıkarıyoruz, geliyoruz. Yine birileri diyor burada ses var. Nihayet bir ses alabildik. Meğer beş yaşlarında bir çocukmuş. Adın ne diyoruz, yarım yamalak konuşuyor. O gelen abla, adını öğrendiniz mi diye sordu.

Kız kardeşi o binada oturuyormuş ve 3 yaşından 13 yaşına kadar yedi yeğeninin olduğunu söyledi. Ve sırayla o yedi yeğeninin adını çağırmaya başladı. Ya o kadar korkunç ki, boşluğa doğru insan adı sesleniyorsun. Nasıl anlatabilir bu bilmiyorum, büyük bir anlamsızlık. Neticede oradan bir çocuğu çıkardık, sonradan öğrendik ki o aileden değilmiş. Kanepenin köşesine sıkışmıştı, öyle aldık.
 

adiyaman.jpg
Fotoğraf: MUDAK

 

Peki, o binaları gördüğünde demin söyledin ya hani kat seviyesine gelmiş diye, dokunduğunuzda ne gördünüz ne fark ettiniz? İnsanlar nasıl binalarda yaşamış?

Bazıları böyle kil tabakası gibiydi, hemen kırılıp dağılıp gidiyordu. Bazıları çok ilginç ama çok güçlüydü. Kolonlarına dair bir şey söyleyemem, biz kolon kırmıyoruz çünkü, önümüze çıkan kirişleri ya da üst zemin kısımlarını kırarak ilerliyoruz. Binaların hepsi vahim durumdaydı diyebileceğim bir manzara yoktu.

Ama çoğunda gözlemlediğimiz şey şu: Malzemede büyük taşlar, çakıllar vardı. Betonun bir standardı vardır, mesela C25 beton kullanılır, 25 kilogramı taşıyacak bir şekilde sıkıştırılmıştır. Pek çok binada beton değil taş vardı ve bunların büyük kısmı eski yapıydı.

İki-üç blokta da hala hiçbirimizin inanamadığı şey kolon kesilmişti, klasik. Bina yan yatmıştı, oradan dört kişi çıkardık. En alt kat ezilmişti. O bina kolondan dolayı devrilseydi, en az 100 insan ölecekti. 


Siz Tunceli olarak bir nevi ‘devlet-millet el ele' gitmişsiniz ama pek çok yerde ‘devlet nerede' sözü çok yankılandı. Neden bu kadar gecikildi sence?

Mesele liyakat meselesi. Ben düşmanım da olsa liyakatli olanını isterim, çünkü onun vicdanı da farklı olur, onun etik değerleri farklı olur. Çünkü yaşam bunu bize öğretti. Ben devletçi bir insan değilim, sen de beni tanırsın ama Tunceli Valiliği'nin yapmış olduğu organizasyonu nasıl inkâr edebilirim. Yani gerçekten duruma hâkim olan bir insan var, herkes duruma hazır, hızlıca organize olunabiliyor. 

Nasıl ki bir afet durumunda il afet müdürlükleri belli bir sorumluluk yükleniyorlarsa, bütün ilgili olan diğer dernekler, sivil toplum örgütleri hepsi onunla koordineli olmak zorunda. Çünkü bütün yetkiler AFAD'da toplanıyor Bir de Türkiye'nin kademe kademe aşağıdan yukarıya doğru afete müdahale planları var. Normalde bir il mülki amirinin bu afet planını kendi içerisinde yapmış olması gerekir:

Kara yollarına ne görev düşüyor, Devlet Su İşleri'ne ne görev düşüyor, belediyeye ne görev düşüyor, sosyal hizmetlerin ne görevi var, Kızılay ne yapmalıdır? Bunların pay edilmesi gerekir, bir trafik polisinin bile deprem esnasında ne yapacağını bilmesi gerekir. 

Ama toplum olarak böyleyiz. Hayırseverliğimiz bile böyle. Biz arama kurtarma derneğiyiz. Bugüne kadar bize bir tane jeneratör bağışlayan bir hayırsever, sadece bir tane. Hayırseverliğimiz de böyle tersten işliyor. Popüler bir karşılığı olsun, reklam değeri olsun diye bakılıyor.

 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU