Savaşların gölgesinde kurulan sandık: 1912 Sopalı Seçimleri

Türk halkı demokrasi ile henüz yeni taşmış olmasına rağmen sandık halkın namusu olarak kabul edilmişti. Seçimden önce yaşanan şiddet olayları nedeniyle "Sopalı Seçimler" olarak anılsa da yaşanan hiçbir kaos seçimi engelleyememişti

Sopalı seçimleri

Cumhuriyet tarihinin en büyük depremiyle sarsıldık.

Rahmetli Üstat Sezai Karakoç'un 1966 yılında Muş'un Varto ilçesinde meydana gelen ve 3 bin 500 insanımızı yitirdiği depremden sonra söyledikleri bugün de tüm canlılığı ile her vicdan sahibi insan tekimiz için geçerli:

Ölenle ölmedik, yakınını yitiren gibi ağlamadık, aç kalanla aç kalmadık ama bir bakıma, bunların ötesine geçtik. 3500 kişiyi, bizim gibi düşünen, konuşan, şakalaşan canlı kanlı kişileri, dünya ötesi kudret, birden çekip aramızdan aldı ve biz bunu duyar duymaz yalçın bir duyguyla ürperdik, yaşantıdan ötede, düşünceden ötede, deneyden ilerde metafizik bir kaygıyla sarsıldık.

Çıkan sesimiz yavandı. Bir parti dili, bir miting mantığı taşıyordu. Buna alışmışız çünkü. Oysa olayın dili, tâ dipten gelen bir sarsış, ilk çağa ait bir kelime veya apokalips diliydi. Mantığıysa determinizmin bittiği sınırda başlayan, bize bir absürdite kıvrımı gibi gelen, ölüm meleğinin kanadındaki şiddetin mantığıydı. On sekiz çocuğunu birden vermiş yaşlı ananın acısı, hangi ekonomik ve sosyal problemdir? Ya altı aylık çocuğun tonlarca yıkıntı altında yaşama sıcaklığını koruyarak mışıl mışıl uyuyuşuna ne denir? Evet, tedbir gerekli, sağlam yapı şart. 10 derece gücündeki bir depreme dayanıklı ev yapılsın, diyelim. Ama 12 derecelik bir depremin gelmeyeceğini kim temin edebilir? Sözümüz yanlış anlaşılmasın ve istismar edilmesin. Hiçbir şey yapmayalım demiyoruz. Elimizden geleni yapmalıydık ve yapmalıyız. Ve yapmadığımız için hepimiz suçluyuz. Yapılanın olanı önleyeceğinden değil, bize düşeni yapmadığımızdan ötürü suçluyuz. Ama daha büyük suçumuz, olan olup bittikten sonra bile meseleyi anlamamakta ayak direyişimizdir, katı yürekliliğimiz, inanç tutukluğumuzdur.

Elden gelen her tedbir alındıktan sonra, olanı asıl kaynağına bağlayarak Allah'a tam bir inançla teslim olmak gerekir. Felakete uğrayanlardan sağ kalanlar, tam bir tevekkül içinde, bizim bu teslim oluşumuzda mümkün olan avunmayı bulacaklar, onlar da aynı teslim oluşun sessizliği ve derinliği içinde bizi bırakıp öteye geçenlerin ruhlarıyla konuşacaklardı. Ve ölenler, sonsuzluğun üstünden eğilerek çocuklarının, annelerinin, kadınlarının, dedelerinin kulağına fısıldayacaklardı:

'Durun. Birdenbire hiçliğe çarptık. Varlığı bulduk. Biz, dağılan kitabın uçuşan yapraklarıysak, siz de orada kalan yapraklarısınız. Yaprakların toplanıp kitabın yine kitap yapılacağı gün gelecektir. Hiçliği bilin, varlığı bilin ve öğretin. Siz, bu dünyadan uzanmış bir elin çevirdiği yapraklarsınız. Sizi okusunlar ve burayı bilmeğe başlasınlar. Yapılarınızı sağlam ve elverişli yapın ama sade ona güvenmeyin. O yapıdan size daha yakın olana güvenin.'

Daha neler neler söyleyecekler ve onları avutacaklardı. Biz de susarak, utanarak onları avutacaktık. Kendimizi bırakıp onları düşünecektik. Ama biz ne yaptık? Daha doğrusu inkâr kelebekleri gazeteciler ne yaptılar? Yapayalnız kalmış, ölümün kılıcıyla ikiye bölünmüş, Azrail'in paniğine kapılmış, bu zavallı bir avuç kardeşimizi, çılgınlar gibi panikten paniğe sürüklediler, ölülerinden saygısızca bahsettiler (Ey ölmeden kokmuş kalem! Ölülere ait bir hâli utanmadan dünyaya yaydın ve kalanlarına acımadın!).


İnsan olmanın/kalmanın zor olduğu bugünlerde bir mesele daha var: Seçimler

Fitili Meclis eski Başkanı Bülent Arınç ateşledi. 

Doğrusu Arınç'ın bu şekilde aceleci davranması şaşırtıcıydı. Ziya Paşa'nın sözü malumunuzdur:

Erişir menzil-i maksuduna âheste giden, tiz-reftâr olanın pâyine dâmen dolaşır.


Arınç'ın uzun metninde de vurguladığı üzere anayasada seçimler ancak savaş gerekçesi ile ertelenebilmektedir.

Oysa demokrasi tarihimize baktığımızda 1912 yılında Osmanlı'da savaşların ve depremlerin gölgesinde dahi sandığın halktan mahrum edilmediğini görüyoruz.

Esasen I. Ve II. Meşrutiyet ile beraber seçme kültürü Türk siyasi hayatına girmişti. 1877 ve 1908 yıllarında seçim de yapılmıştı; ama 1912 tarihi ile beraber demokrasi tarihimizde artık siyasal ittifaklar söz konusuydu.

1908 yılında Meclis tekrar açılsa da Abdülhamid'in baskıcı rejimi gerisinde büyük bir siyasi kargaşa bırakmıştı.

Bu devreye "keşmekeş-i münakaşat ve kıylu kaal-i matbuat" denilecekti. Baskıcı bir rejimden hemen sonra bu denli hür siyasi atmosfer pek olumlu sonuçlar doğurduğu söylenemezdi. 

Yine de bir kez Türk halkı seçimle tanışmıştı.

Bu efsunlu gelenek ne pahasına olursa olsun terk edilemez ve meclisten vazgeçilemezdi.

Esasen ilk kez meclis açıldığında yine bir savaş sebebiyle kapatılmıştı. 
 

Sultan Abdulhamid (1).jpg
Sultan Abdulhamid / Fotoğraf: Wikipedia

 

93 Harbi olarak bilinen 1877-78 Rus Harbi başladığında Sultan Abdülhamid savaş gerekçesiyle Meclisi kapatması siyasilerde savaş dahi olsa meclisin kapatılmaması inancını yaratmıştı.

1912 seçimine doğru giderken iki önemli ittifak vardı. 

İlki Hürriyet ve İtilaf Fırkası idi ki içeresinde Ahrar Fırkası, Mu'tedil Fırka, Demokrat Fırka, Sosyalist Fırka ve Ahali Fırkası mebuslarını bulunduruyordu.

Diğeri İttihat ve Terakki bulunuyordu. İttihatçılar da Rum, Ermeni ve Sırplara varıncaya değin toplumun birçok kesimi ile uzlaşma halinde güçlü bir ittifaktı. 

1912 Seçimi öncesi yaşanan ilk büyük facia Trablusgarp faciası oldu.
 

Osmanlı'da seçim.jpg
Osmanlı'da seçim

 

Trablusgarp direnişi

1911 yılı Ekim ayı ortalarında Osmanlı idarecileri İtalyanların Trablusgarp'ı işgal etmeye hazırlandığını ancak idrak etti. Fakat nasıl bir tepki verileceği konusunda ciddi bir kafa karışıklığı söz konusuydu.

Bölge Afrika'daki son vatan toprağıydı; ama daha önemlisi Arap coğrafyası başta olmak üzere birçok halk Osmanlı idaresinin bir vatan toprağını kolayca terk etmesini müspet karşılamayacaktı. 

Meclis çoğunluğunu elinde bulunduran İttihat ve Terakki Partisi'nin genç subayları da anti-emperyalist tutumlarıyla bu sömürgeci devletine karşı sert muhalefet içindeydi.

Hükümet İtalyanlara karşı koyabilecek bir askeri güç ve ekonominin mümkün olmadığını biliyordu.

Fakat bir grup gönüllü subayın İtalyanlara karşı gayrinizami harp teklifini Genelkurmay Başkanlığı kabul etti.

Bu subaylar içinde Enver Paşa, Mustafa Kemal, Süleyman Askeri, Kuşçubaşı Eşref, Halil Bey, Fethi Bey gibi ileride Türki siyasal hayatında önemli işlere imza atacak genç isimler vardı.

Molla, tüccar ve öğretmen kılıklarında bu isimler İngiliz idaresi altındaki Mısır ve Fransız idaresindeki Fas yolunu kullanarak bölgeye geçiş yapmaya başladı.

Bu gençlerin içinde Enver, Süleyman Askeri ve Kuşçubaşı Eşref'in en önemli özelliği gerilla tarzı çatışma ve baskın yapma konusunda sahip oldukları tecrübelerdi; Enver Paşa Selanik bölgesinde dağlarda önce çeteleri kovalamış, sonra bizzat kendisi bir isyancı olarak dağa çıkmıştı.
 

Enver Paşa Trablusgarp (1).jpg
Enver Paşa 

 

Kuşçubaşı Eşref ise özellikle Hicaz bölgesinde uzun yıllar eşkıyalık yapmış; ancak Sultan Abdülhamid'in kendisini affettiğini bildiren irade-i seniyye ile Bursa'da bir çiftliğe yerleştirilebilmişti.

Bu iki isim İtalyanlara karşı girişilecek çatışmalarda belirleyici olacaktı. Hatta bilhassa Kuşçubaşı Eşref'in geliştirdiği baskın yöntemleri ilerleyen yıllarda Ömer Muhtar isyanında da yoğun bir biçimde kullanılacaktı.

Genç subaylar Trablusgarp'ta önemli zaferler elde edecekti, ama savaş bölgesinden çok uzakta yaşanan gelişmeler direnişin kaderini değiştirecekti.

İtalyanlar İstanbul'u işgal etmek tehdidiyle bölgeye savaş gemileri göndermiş ve On İki Ada'yı işgal etmişti.

Balkanlar'da patlak verecek bir savaştan çekinen Osmanlı hükümeti İtalyanlarla 18 Ekim 1912 yılında Uşi Antlaşmasını imzaladı.

Buna göre İtalyanlar On İki Ada'dan çekilecek ve Osmanlı Sultan'ı Trablusgarp'ta halife olarak tanınacaktı. Osmanlı'da buna karşılık bölgedeki subaylarını geri çağıracaktı.

Osmanlı askerleri geri çekilmişti; ama bu subaylar ve Senusi lider Ahmed Şerif'in başlattığı direniş yalnızca Trablusgarp'ta değil; 700 kilometrelik bir alanda Tunus'tan Libya'ya kadar güçlü bir direniş hattı oluşturmuştu.

Bu hat, 1914 yılında başlayacak Birinci Dünya Savaşında çok daha güçlü bir direnişe sahne olacaktı.

Yani Uşi Antlaşması ile sanıldığının aksine direnişi Osmanlı için bitmemişti. Aksine Ahmed Şerif öncülüğünde bu direniş büyüyecek hatta İngilizlere karşı Mısır üzerine dahi büyük bir harekât başlatacaktı. 

İtalyanların emperyalist işgali 1912 yılında yapılacak seçim öncesi halkı daha muhafazakâr bir hale getirmiş ve sivil siyaset yerini militarist anlayışa terk edecekti.

1912 yılında sandık kurulacaktı; ama bir başka tehdit sandığı kuşatmıştı: Balkan Savaşı
 

 

Balkan Savaşı

3 Ekim 1912 tarihinde Yunanistan, Bulgaristan, Sırbistan ve Karadağ Osmanlı Devleti'ne verdikleri notayla Makedonya, Girit, Arnavutluk ve eski Sırbistan'a üç gün içerisinde muhtariyet verilmesini talep ettiler.

Bu karşılık olumlu sonuç vermeyince Karadağ, Bulgaristan ve Yunanistan sırayla Osmanlı devletine savaş ilan etti.

Osmanlı Devleti savaşa girdiğinde tam bir siyasi kaosun içerisinde bulunuyordu. Ordu İtilafçılar ve İttihatçılar olarak ikiye ayrılmıştı.

İtilafçıların başında Nazım Paşa ve İttihatçıların başında da Enver Paşa bulunuyordu. 

Ordu siyaseten bölünmüştü. Türk edebiyatının büyük ismi ve savaşırken Yunanlılara esir düşen Ömer Seyfettin'den ordunun sefaletini okuyalım. 
 

 

Ordunun savaştan haberi yok

Diyorlar ki 'Harp başladı...' Fakat kimsenin bir şeyden haberi yok. Ne telgraf geliyor, ne gazete. Bugün nöbetçiyim. Şimdi, yani gece yedide hareket emri verildi. Çavuşlara ve saireye lâzım gelen tembihleri verdim. Yarın Güzeyil'e gideceğiz. Bu küçük bir köymüş. Umumî harekâta dair bize hiç malûmat verilmiyor. Her gün bir alay emir neşrolunuyorsa da anlamak mümkün değil.

(4 Teşrinievvel [17 Ekim 1912], Köprülü)


Yunanlılar, savaş başladıktan sonra Ege'deki Türk adalarını bir bir ele geçirir ve karada da büyük üstünlük kurar.

İstanbul'dakilerin savaşta ne olup bittiğinden dahi haberi yoktur. İstanbul hükümeti cepheden haber alamadığı için gelişmeleri ya yabancı elçilerden yahut da Fransız gazetelerinden takip etmektedir. 

Savaşı daha başlarken kaybettiğimizin itirafı ise Osmanlı ordusunda görevli Mareşal Gustov Von Hochwachter'den gelir;

Her bir kolordunun iaşesi, üç erzak kolu tarafından gerçekleştiriliyor. Bunlar el konulmuş manda koşulu kağnılar. Seyyar fırın kolları ise yok. Buna karşılık Yarbay V.Lossow'un önerisiyle şöyle bir sistem geliştirilmiş: Askere alınan fırıncılardan, fırıncı bölükleri teşkil edilmiş, bunlar köylerdeki fırınların yardımı ile gerekli bölgelerde seyyar fırın kolları veya fırınlar kuruyor. Korkarım bu işe yaramayacak, daha şimdiden iaşe işi zor gözüküyor.
 

 

Osmanlı Devleti cephedeki askerlerine iaşe dahi sağlayamamaktadır.

Velhasılıkelam tarihimizin en uğursuz yıllarından birisi olan 1912 yılında tam iki savaş arasında sandık kuruldu; ama kimse seçimleri iptal etmeyi teklif dahi etmedi.

Türk halkı demokrasi ile henüz yeni taşmış olmasına rağmen sandık halkın namusu olarak kabul edilmişti.

Seçimden önce yaşanan şiddet olayları nedeniyle "Sopalı Seçimler" olarak anılsa da yaşanan hiçbir kaos seçimi engelleyememişti.

Tarihimizde seçimler; işgaller, savaşlar ve depremlerin arasında yapılagelmişti. 

Çok büyük felaketler yaşadık; ama demokrasimizi acımıza feda etmedik. 

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU