Depremde ortaya çıkan insanlık

Esedullah Oğuz Independent Türkçe için yazdı

Deprem gibi olağanüstü felaketler sırasında devletler, uluslar ve insanlar arasındaki ilişkilerde ortaya çıkan son derece samimi, içten ve hümanist yaklaşımlar diğer zamanlarda da olsa, inanın dünyada savaş, çatışma diye bir şey kalmaz ve gezegenimiz cennete döner. 

"Nasıl yani" diyorsanız anlatayım; Güneydoğuda deprem meydana gelir gelmez, tüm dünyadan Türkiye'ye yardımlar yağmaya başladı.

Daha düne kadar terör var diye İstanbul'daki konsolosluklarını kapatan Avrupa ülkeleri, uçaklar dolusu malzeme ve ekip gönderirken, hiç beklemediğimiz yerlerden de ekipler geldi.

Haberleri izlerken, Yunanistan ve İsrail'den gelen arama kurtarma ekiplerinin bölgeye intikal ettiğini gördüm ve içimden "bravo sizlere" dedim.

Sonra sosyal medyada bir görüntü daha gördüm: genç bir muhabir kız, havaalanı koridorunda yürüyen çekik gözlü ekibe -onları yabancı sanmış olacak ki- İngilizce olarak "Nerelisiniz" diye soruyordu.

Gelen cevap, muhabir kız gibi, beni de ağlattı, üzüntüden değil, sevinçten.

Ekip, Türklerin atayurdu Kırgızistan'dan gelmişti. 30 yıl boyunca Orta Asya'da yapmadık okul, klinik, hotel ve havaalanı bırakmayan Türkiye'nin imdadına bu kez soydaşlarımız yetişiyordu.
 

 

Bir Türkistanlı olarak gurur duydum ve sevinçten gizlice kendimi banyoya kilitleyip ağladım. 

Banyoda tek başıma otururken birden 40 yıl önce yaşadıklarım aklıma geldi.

Sovyet uçakları köyümüzü bombalayıp, şu anki deprem vurmuş kentler gibi yerle bir edince, her şeyimizi bırakıp Pakistan'a sığınmıştık.

Ve 1982 yazında Türk Hava Yolları ile göçmen olarak Adana Havaalanı'na indiğimizde (o sırada 14 yaşındaydım), 19-20 yaşlarında uzun boylu bir genç sanki beni yıllardır tanıyormuş gibi "hoş geldin" diyerek bana sarılmıştı.

Ufak olduğum için gözlerimi dikip yukarı baktığımda sevgiyle ışıldayan bir çift göz ve tepemizde dalgalanan ayyıldızlı bir bayrak gördüm.  

O anda o ışıldayan gözlerin sıcaklığı ve ayyıldızlı bayrağın verdiği güven ve huzur, ruhuma kazındı.

O andan itibaren ömür boyu ayyıldızlı ülkenin hizmetinde olmayı, bir görev olarak aklımın bir köşesine yazdım.

Geriye dönüp baktığımda, bu görevi yeterince yerine getirebildim mi, emin değilim.

Ama ayyıldızlı ülkenin yardımına koşan soydaşlarımı gördükçe, -sanki bunda benim bir payım varmış gibi- ayrı bir gurur duydum ve keyif yaşadım. 
 

 

Aktepe, Türkmen nüfusun yoğun olarak yaşadığı, asfaltlanmış yol, su ve elektrik şebekesi gibi hiçbir altyapısı olmayan Amuderya kıyısında bir Afgan kasabası.

Kasabanın ahalisi 200 yıl öncesinin koşullarında yaşıyor, yani evlerinde bahçenin bir köşesine kazdıkları çukuru tuvalet olarak kullanıyorlar ve içme suyunu da ya ırmaklardan ya da mahalle kuyularından temin ediyorlar.

Tarlalarını da büyük oranda saban ve öküzlerle sürüyorlar. Burası, benim doğup büyüdüğüm kasaba. 

Depremin ertesi günü benim gibi Aktepeli bir dostum, "Bak biz Aktepelililer olarak Türkiye için deprem yardımı topluyoruz, topladığımız miktar az veya çok fark etmez götürüp Mezar-i Şerif'teki Türk Konsolosluğu'na vereceğiz. Sen de katılır mısın?" diye sordu.

Ben "Elbette, seve seve. Ama siz orada zaten zor koşullarda yaşıyorsunuz, buna gerek yok. Türkiye güçlü bir ülke, başının çaresine bakabilir, ayrıca dışarıdan da yardımlar geliyor" dediğimde, dostum Hz. İbrahim ve karınca hikayesine atıfta bulunarak "Biliyorum, maksat tarafımız belli olsun" dedi.
 

 

İşten erken izin alarak hemen bankaya koştum ve söz verdiğim miktarı gönderdim.

Ne yaparsam yapayım, onların azametine ulaşamazdım. Onlar iki ayağı çamurda, yokluk içinde yaşarken veriyordu, bense bir eli yağda bir eli baldayken veriyordum. 
 

 

Gece yatmadan önce bir videoya gözüm takıldı ve duyduğum acı bir bıçak gibi içime saplandı.

Gariban bir baba, cebindeki bir paket bisküviyi göstererek bunları çocuklarıma verecektim, ama onlar artık yok, diye ağlıyordu.

Bir baba olarak, ben onun yerinde olsam, adamın yaşadığı acıya dayanabilir miydim, emin değilim.

Deprem haberlerini izlerken herkes gibi ben de aşırı duygular yaşıyorum ve bir uçtan bir uca savruluyorum, gördüğüm, duyduğum bir olaydan büyük bir acı duyarken bir başka gelişmeyle göğsüm kabarıyor, sevinçten gözyaşlarına boğuluyorum. 
 

 

Devletler, uluslar ve insanlar arasındaki dayanışmayı gördükçe, insanlık ölmemiş, barış hâlâ mümkün diyorum.

Kanlı bıçaklı olduğumuz komşumuz Yunanistan bize arama-kurtarma ekibi gönderiyor, bir Yunan televizyonu programını deprem görüntüleri eşliğinde hüzünlü bir Türkçe şarkıyla açıp acımıza ortak oluyor.

Dünyanın öbür ucundaki Meksika bize arama kurtarma köpekleri gönderiyor.

Depremin ilk gününden itibaren mesaj atıp Türkiye'deki akrabalarımın durumunu soran ve geçmiş olsun dileklerini ileten 40 yıllık Meksikalı dostum, Paris'te yaşayan Ivette Ceretti'ye ve ülkesine buradan şükranlarımı sunuyorum.
 

7.jpg
Ivette Ceretti ile Mexico City'de, 1996

 

Ve bütün bunlardan sonra şu soru aklıma geliyor; madem ki bir felaket anında tüm insanlık çıkar çatışmalarını bir kenara bırakıp bir araya gelebiliyorsa;

Rusya'nın Ukrayna'yı boğmaya çalışması, Suriye'deki savaş, Filistin-İsrail sorunu, Türkiye ile Yunanistan arasında artık bıkkınlık veren karşılıklı suçlamalar veya ABD-İran çekişmesi niye?

İnsanlık olarak, tüm çıkar hesaplarını bir kenara bırakıp karşılıklı sevgi ve saygı, barış ve huzur içinde yaşayabilmek için illa büyük bir felaket mi yaşamamız gerekiyor?

Depremde ortaya çıkan insanlığı diğer zamanlarda da sürdüremez miyiz?

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU