Prof. Dr. Adnan Demircan: Kur'an'ın yakılmasına tepkimiz, kötülükten beslenenlere besinlerini vermemek ve iyiliği çoğaltmak olmalı

Naman Bakaç Independent Türkçe içinProf. Dr. Adnan Demircan ile konuştu

Tarihi olgu ve aktörleri anlamak, hem geçmişten ders çıkarmak hem de geleceğe yön vermede birer deniz feneri işlevinde olduğu bir gerçektir.

Tarihçinin bu işlevini gerçekleştirmesi; tarihi birikime, tarihi verileri sağlıklı değerlendirmesine ve hakikate ulaşma tutkusunu elden bırakmayıp, belli ilkelerle yol almasına bağlıdır.

Bu sayede mutlak olmasa da tarih, insanoğlunu hakikate yaklaşmayı sağlayacak nadir sosyal bilimlerden biri olarak görülebilir.

Tarihin karanlık ve izbe dehlizlerinden çıkarak bunu gerçekleştirmek, tarihyazımının istismardan, ayartmalardan, engellemelerden, ideolojilerden, önkabullerden, dayatmalardan, Ali Şeriati'nin ifadesiyle "insanın zindanlarından", İsmet Özel'in ise "geçti tarih denilen tamahkâr tüccarı" eğilimi dediği tüccarlıktan/menfaatten kurtulmasıyla mümkün olabilir.

İslam tarihi de genel tarih tasavvurundan bağımsız düşünülemeyecek bir alt disiplin olarak, yukarıda zikredilen hususlar, kendisi için de hiç kuşkusuz geçerlidir. 

Genelde tarihi özelde ise İslam tarihinin seyrü seferini, fikri, mezhebi ve siyasi akım ile aktörlerini, tarihi olayların içyüzünü ve bugüne dönük yansımalarını, tarihyazımında usul ve yöntemin ne olduğunu kavramak için, İslam tarihi alanında 40'a yakın eser neşretmiş, yüzlerce çeviri ve bilimsel makaleler yazmış olan İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nden Prof. Dr. Adnan Demircan ile konuşmaya çalıştık.

Bu röportajda geçmişe salt takılı kalmadan günümüzle irtibatlar kurmaya özellikle son Kur'an yakma eylemini de konuşarak, tarihte bunlara nasıl tepki verildiğine, günümüzde ise nasıl bir tepki ile yol alınması gerektiği üzerine de hasbihal ettik.    
 

 

"Tarihçi, bütün ayartmalara ve engellemelere rağmen geçmişi doğru bir şekilde tasvir etmeli" 

İslam tarihi alanında 40'a yakın kitabınız, yüzlerce çeviri ve makaleleriniz var. İslam tarihinin ilk dönemi özellikle de siyasi tarih ve muhalif grupları üzerine tematik çalışmalarınız söz konusu. "Tarih ve Tarihçi" kitabınız üzerine başlayalım izin verirseniz. Tarih, insanoğlu için niçin önemli? Tarihçi, tarihi olguları ve aktörleri değerlendirirken nasıl bir duruşa sahip olmalı? Kitabınızda "Hakikate ulaşma gayreti içinde çözümlemeler yapmak isteyen okuyucu ve araştırmacılara yol gösterici değerler taşıyan bir kılavuz kitap" şeklinde ifade etmişsiniz. Tarih bize hakikatin ne kadarını verebilir? Tarihyazımında, bilimsellik mi objektiflik mi ideolojiklik mi, yoksa tarihyazımında "Tarihin İstismarı" eserinizdeki ifadeyle istismar mı baskın bir unsur?

Tarihin İstismarı.JPG

İnsanoğlu hafızasıyla insandır. Gündelik ilişkilerimizde, iş hayatımızda çevreyle ve dünyayla temasımızda hafızaya ihtiyacımız var.

Tarih toplumların hafızasıdır. Toplumlar da bireyler gibi hafızaya ihtiyaç duyarlar. Tarihçi bu hafızanın inşasında rol alır.

Tarihçilerin hepsi aynı duruşu sergilemez elbette. Bazıları taraftardır, emir eridir, bazıları ideolojilerin ya da kabullerinin emrine amadedir.

Ancak bazı tarihçiler hakikatin peşinden gitmeyi kendilerine hedef olarak belirlemişlerdir. İşte insanlığın ihtiyaç duyduğu hafızaya olumlu katkı sunacak olan tarihçi budur bana göre.

Tarih, insanları ve toplumları manipüle etmek için de kullanılabilir kuşkusuz. Ancak bir şeyin istismar edilmesi onun külliyen reddedilmesini gerektirmez, zararlı olduğunu göstermez. Bilakis yarar umulan şeyler istismar edilir.

Tarihçinin görevi, bütün ayartmalara ve engellemelere rağmen geçmişle ilgili doğru bir tasvir ortaya koymaktır.

Bir bakıma geçmişin resmini anlatımla ortaya koyan bir ressam gibidir. Anlatımı, geçmişe ne kadar mutabık ise o kadar başarılıdır ve görevini hakkıyla yerine getirmektedir, denebilir.

Kuşkusuz tarihçi işini yaparken birçok engelle mücadele etmek zorundadır. Her şeyden önce bir kültürün içinde büyümüştür, kendisine biçilen bir rol vardır ve kendisinden beklentiler söz konusudur.

Bunların kendisini yönlendirmesine ve etki altında kalarak bilinçli bir tahrife alet olmamalıdır.

Geçmişi anlatan veya geçmişle ilgili veriler sınırlıdır. Yaşananlarla ilgili birçok veri kaybolduktan sonra geriye kalanlarla yani küçük parçalarla bütünü anlamak ve anlatmak zorundayız.

Bu sebeple elimizdeki malzemenin bizi yanıltmasına izin vermeyecek bir duruşa ve yönteme sahip olmalıyız.


"Mutlak hakikate ulaşamayız ama ona bir adım daha yaklaşabiliriz"

Geçmişte olanları anlamaya ve anlamlandırmaya çalışırken yaşadığımız sorunları aslında bizzat yaşadığımız olaylarda ve muhataplarımızla ilgili yargılarımızda da görüyoruz.

Biz de aslında birçok konuda olayların künhüne vâkıf olarak yargıda bulunuyor değiliz. Çoğu zaman oldukça eksik bilgiyle hatta bazen kuşkulu duyumlarla yargıda bulunuyoruz.

Bu sübjektiflik hayatın her aşamasında bizi kuşatıyor. Ancak bu, yargılarımızı oluştururken hakikati hedefleyen bir çaba içinde olmamızı anlamsız kılmıyor, bilakis bunu gerekli hale getiriyor. Mutlak hakikate ulaşamayız ama ona bir adım daha fazla yaklaşabiliriz.

Bu çabamız birey olarak da toplum olarak da yapıp ettiklerimizi daha bilinçli yapmamızı sağlayacaktır. 

Doğru bilginin kime zararı olabilir? Aklımıza hemen herkesin kendi bilgisinin mutlak doğru olduğunu iddia ettiği, bunu nasıl ayırt edebileceğimiz sorusu gelebilir.

Burada doğru bilgiyle kastettiğimiz olayın/olgunun hakikatine ulaşma çabasıyla elde ettiğimiz bilgidir. Elbette bu bilgi de her zaman kritik edilmeye ve düzeltilmeye açıktır.

Dolayısıyla bilginin mahiyeti, hakikati arama yolculuğumuzda bazı düzeltmelerle birlikte gelişir. 

Geçmişe ilişkin hafızayı oluşturan birçok etken olduğu muhakkak. Bize gelen bilgiyi şekillendirmek isteyen, ona yön verme gayreti içinde olan birçok farklı ideolojik yaklaşım söz konusu.

Devletler, milletler, dinler, mezhepler, dinî gruplar, örgütler iddia ve kabullerine göre bir tarih inşasına girişebiliyorlar.

Bütün bunlar, hep beraber günümüz insanını etkilemeye çalışıyor. İnsanlığın asırlarca biriktirdikleri bu akışla bugüne ulaşıyor.

Geçmişte de böyle olmuştu kuşkusuz. Ama soru soran, sorgulayan tek taraflı anlatımla yetinmeyen bir damar da var.

Aslında buna hepimizin ihtiyacı olduğunu söylememiz yanlış değildir. Kim kandırılmaktan memnun olur ki?


"Tarihçi belgelere dayanmak zorunda, ama belgeler her şeyi anlatmayabilir"

Tarih yazımında ya da tarih çalışmalarında sağlıklı bir sonuca ulaşmak için takip edilmesi gereken belirli bir usul veya yöntem var mı? Tarih metodolojisine dair hangi ekoller ya da tarzlar vardır? Siz hangi ekolü tarih çalışmalarında kullanıyorsunuz?

Tarihçilerin geçmişte olanları doğru tasvir etmek için kullandıkları birçok yöntem var. Tarihçinin yaptığı işin iki boyutu olduğunu söyleyebiliriz.

Birincisi geçmişte olanı isabetli bir şekilde anlamak ve tasvir etmek. Bunun için ciddi bir belge ve veri kritiği gerekiyor.

Tarihçi belgelere dayanmak zorunda, ama belgelerin her şeyi anlatmadığı da bir gerçek. Hatta bazen belgeler yanıltıcı da olabiliyor.

Bu sebeple geçmişe ait maddi ve manevi, yazılı ve sözlü belgelerin hepsinin birlikte değerlendirilmesi icap ediyor.

Bu süreçte tarihçilerin belgelerin sıhhati ve kritiği konusunda geliştirdikleri yöntemleri var.

Geçmişe ilişkin sağlıklı bir tasvire ulaştıktan sonra olanın nasıl olduğu sorusunun cevabını bulmaya çalışmak gerekiyor. Bu da kolay değil ve tarihçinin birikimine, perspektifine göre başarı oranı değişiyor. 


"Tarihçi insanları büyüleyen bir söz ustası olmamalı"

Geçmişe ideolojik perspektiften bakışı şekillendiren birtakım ön kabullerle hareket etmek mümkün. Bu boyutta yazıp çizen birçok insan var.

Benim tercih ettiğim duruş, ideolojilerden ve dayatılan kabullerden sıyrılarak tarafsız bir şekilde olup biteni anlamak. Tabii ne kadar mümkün olabiliyorsa.

Bu sebeple anlattıklarım bazen beklentileri karşılamayabiliyor. Mesela tarihi slogan üretme ya da insanları manipüle etme beklentisiyle öğrenmek isteyene benim söyleyebileceğim çok fazla bir şey olmaz.

Tarihçi insanları büyüleyen bir söz ustası olmamalı. Büyüleme gibi bir hedefi kendine belirlememeli.

Geçmişi meydana getiren olayları belirli bir çizgide veya bazı temalar üzerinden anlatmak mümkün.

Mesela geçmişte büyük tarihçiler genellikle siyasî odağı merkeze alan bir anlatımı tercih etmiş. Oysa tarih bundan ibaret değil. Olaylar arasındaki ilişki çoğu zaman düşündüğümüzden çok daha karmaşık.

Bu sebeple olay/olguların tasvirinde ve çözümlenmesinde görünenin dışında kalanı ya da ihmal edileni de önemsemek gerektiğini düşünüyorum. "Annales Okulu"nun çalışmalarını daha etkileyici gördüğümü ifade etmeliyim. 


"İslam dünyasındaki mezhepçi mücadelelerin kökeni, ilk asra kadar gider"

İslam Tarihi'nin İlk Asrında İktidar Mücadelesi.JPG

"İslam Tarihi'nin İlk Asrında İktidar Mücadelesi" eserinize bakınca bu iktidar mücadelesinin sürgit devam ettiğini gözlemliyoruz. İlk dönemdeki iktidar mücadelesinin kaynağına ya da sebeplerine inilecek olunursa, siz bir tarihçi olarak nelerin öne çıktığını görüyorsunuz? Bu iktidar mücadelesinde belli başlı aktörler ve fikri akımlar nelerdi? İlk dönemdeki iktidar mücadelesi 21'inci yüzyıl içinde hala varlığını sürdürüyor mu, yoksa donmuş bir şekilde 7. ve 8'inci yüzyılda mı kaldı?

İslam tarihinin ilk asrından başlayarak iktidar etrafında ortaya çıkan mücadelenin çok derin ve karmaşık olduğunu söyleyebilirim.

Bir kere bu mücadele Arap kültüründen ve İslâm öncesi geçmişinden bağımsız değil. İslâm'ın doğduğu Hicaz bölgesindeki Araplar kabileler halinde yaşıyorlardı ve burada merkezi bir otorite yoktu.

Her kabilenin bir bakıma hükümranlık alanı vardı. Birbirlerinin alanlarına müdahale etmeleri sıklıkla karşılaşılan bir durumdu. 

Diğer taraftan kabile içinde liderliği elinde tutan ailenin mensupları arasında rekabet ve zaman zaman da çatışma oluyordu.

Yoğun bir siyasî mücadele ve çatışma kültürüne sahip olan Arapları bir araya getirmek ve onlardan bir ümmet inşa etmek hakikaten büyük bir işti. 

Hz. Peygamber'in vefatı sürecinde ve sonrasında karşılaştığımız irtidat hareketleri esasında Hz. Peygamber döneminde ortaya çıkan siyasî birliğe karşı tepkilerdir.

Sonraki yıllarda İslâm dünyasının en önemli problemi siyasî mücadeleler oldu. İlk asırdaki iktidar mücadelesinin sonraki asırlara etkisi dinî-siyasî fırkaların bu dönemde oluşması sebebiyle devam etmiştir.

Bugün İslâm dünyasında karşılaştığımız mezhepçi mücadelelerin kökeni ilk asra kadar gider. Geçmişin kavgaları bize mezhepçiliği miras olarak bıraktı. 


"Mezhebi ve fikri kavganın bitmesi, Müslümanların barış için irade sahibi olmalarıyla mümkün"

Haricilik, Selefilik, Vahhabilik, Batınilik, Ehli Sünnet, Şiilik gibi fikri ve siyasi akımlar bugün içinde medyada, akademide, toplumda, gündelik hayatta sıklıkla gündeme geliyor. Haricilerin doğuşu üzerine olan Haricilerin Siyasî Faaliyetleri ile Ali-Muaviye Kavgası eserleriniz, Emeviler, Ehl-i Beyt vs üzerine kitaplarınıza binaen bu akımların doğuşuna ve olumsuzluklarının önlenmesine dair söz söyleyebilecek isimlerdensiniz. Bu ihtilaflar, kavgalar, fitneler, sizin kitaptaki tabirinizle "Kardeşlerin Savaşı" bitmeyecek mi? Azalmayacak mı? Bitmesi için nasıl bir zihnin şekillenmesi ya da ortamın oluşması gerektiğini düşünüyorsunuz?

Kavganın bitmesi, öncelikle Müslümanların nebevî sünneti doğru anlamaları ve barış için irade sahibi olmalarıyla mümkündür.

Bunun altyapısını eğitimle oluşturmak lazım. Bu da sabır gerektiren uzun vadeli bir iş. Müslümanların tarihte kendileriyle birlikte yaşayan diğer dinlere mensup insanlara gösterdikleri müsamahanın benzerini, kendi çocuklarına, komşularına ve yakınlarına göstermeleri gerekiyor.

Ancak bu irade de tek taraflı olmamalı. Bunun sosyal zeminini oluşturmak imkânsız değil, ama kısa vadeli çıkarlara karşı irade gerekiyor.


"Müslümanlar, diğer dinlere ve kültürlere karşı güzel örneklikler sergilemişlerdir"

İslam Tarihinin İlk Döneminde Birlikte Yaşama Tecrübesi.JPG

"İslam Tarihinin İlk Döneminde Birlikte Yaşama Tecrübesi" kitabınıza bakınca İslam dünyasında yaşanan krizin oluşturduğu tahribata karşın bir umut ışığı görülüyor. Bu umut ışığı için bize, birlikte yaşama tecrübesinin nasıl oluştuğunu, hangi ilke ve pratikler üzerine inşa edildiğini izah edebilir misiniz? Medine Sözleşmesi gibi birlikte yaşama modelleri ile ilişkisini de kurmanızı istesek, nasıl bir değerlendirmede bulunursunuz? Birbirinden farklı, hatta çatışan fikri ve siyasi akımlara rağmen nasıl bir arada yaşama modeli oluşturulabilir sizce?

İslam insandan salih olmasını ve ıslah etmesini istiyor. Bu duruş, dünyaya adaleti ve paylaşımı getirebilecek temel bir yaklaşımdır.

Hz. Peygamber dönemindeki tatbikat, vefatını takip eden yıllarda yetiştirdiği arkadaşları tarafından güzel örnekliklerle devam etmiştir. Bu dönemin anlayışı sonraki asırlarda bir sistem oluşturmuş.

Tarihte bütün yaşanan sorunlara rağmen Müslümanlar, diğer dinlere ve kültürlere mensup insanlara karşı davranışlarıyla, güzel örneklikler ortaya koymuşlardır.

Bence Müslümanların iç çatışmaları ve ihtilaflarına rağmen diğer dinî geleneklere mensup insanların haklarını korumaya matuf uygulamaları başlı başına insanlığa önemli bir katkıdır.

Zimmet statüsü hukukî bir statü olarak insanlığın geliştirebileceği ve başkalarının alanını muhafaza kültürü inşa edebileceği bir tatbikat olmuştur.

Elbette bunun uygulanmasında sorunlar ve eleştirilebilecek yönler vardır ama yaşam serüvenimizde iyiden ve haktan yana olmak gibi bir iradeyi ortaya koyabilirsek, iyiliğe yöneliş her zaman mümkündür.


"Âlimden beklenen, otorite ile arasına ilkeler çerçevesinde mesafe koymasıdır"

İtaat ve İsyan Arasında Dört Âlim.JPG

Yanılmıyorsam, son kitabınız "İtaat ve İsyan Arasında Dört Âlim" isimli eseriniz olsa gerek. Kitabı yazma amacınızı "Âlimlerin iktidarla ilişkileri nasıldı sorusuna cevap bulmak amacıyla kaleme aldığımız…" şeklinde belirtmişsiniz. Âlimlerin, entelektüellerin, aydınların, yazarların vs kendine yakın veya karşıtı olduğu iktidarla nasıl bir ilişki kurmaları gerektiğini düşünüyorsunuz? Bu ilişkiye dair önereceğiniz belli başlı ilkeler neler? Âlimin, entelektüelin, aydının, yazarın iktidarla ilişkisinde nasıl bir söyleme ve üsluba sahip olunması gerektiğini düşünüyorsunuz?

Geleneğimizde ulemanın, ümeranın emrinde olması uygun görülmemiş ve eleştiri konusu olmuş. Ancak buna rağmen âlimlerin de insan olarak birbirinden farklı duruşları olduğu malumunuzdur.

Bahsettiğiniz kitapta aynı dönemde yaşamış dört âlimin iktidarla ilişkilerini ele almaya çalıştım.

Aslında burada ele aldığım Said b. Cübeyr, Said b. Müseyyeb, Hasan-ı Basrî ve Zührî, yaşadıkları dönemde iktidarla farklı ilişkiler geliştirirken duruşlarını aidiyetleri, yaşadıkları ve kişilikleri gibi etkenler şekillendiriyordu. Onların tutumları salt ilkesel bir duruşun tezahürü değildir.

İnsandan ve insanî olandan bahsediyoruz. Böyle olunca bir âlimin duruşunun nasıl olması gerektiğiyle ilgili herkesi bağlayıcı ilkeler belirlemek kolay değil. Ancak burada Kur'an'dan ve sünnetten mülhem bazı ilkelerden söz etmek mümkün.

Mesela zulme alet olmamak, batıla yardım etmemek… Kısaca Allah'a isyan hususunda kula itaat etmemek… Marufu hatırlatmak ve desteklemek… Bu duruş her insan için gerekli olduğu gibi bir âlim için de gerekli.

Âlimin toplumdaki konumu onun duruşunu önemli kılıyor. Her hâlükârda âlimden beklenen, otorite ile arasına bahsettiğim kimi ilkeler çerçevesinde bir mesafe koymasıdır.

Ancak tarihî tecrübemiz bunun her zaman korunmadığını ya da korunamadığını gösteriyor. 


"İlahiyatçılarla ilgili, ciddi algı operasyonu var"

Türkiye'nin İlahiyat Sorunu.JPG

"Türkiye'nin İlahiyat Sorunu" kitabınızı görünce, Durmuş Günay'ın "Türkiye'nin Üniversite Sorunu" kitabı aklıma geldi. Zaten kitabınızda bu sorunun yükseköğrenim ve genel eğitim sistemindeki sorunlardan bağımsız olamayacağını ifade ediyorsunuz. Öncelikle 'ilahiyat fakültesi' ismi ile 'İslami ilimler fakültesi' arasında mantalite ve müfredat olarak fark olup olmadığını sormakla başlamak istiyorum. Ardından Türkiye'de ilahiyatın belli başlı sorunlarını sizden duymak istiyoruz. Bir de İlahiyatçılar sorunu da yok mu sizce? İlahiyatçılara dair, biliyorum, o camianın içindesiniz ama genel olarak karikatürüze edilmeleri, hayattan kopuk olduklarına dair eleştirilere maruz kalmalarını da düşündüğünüzde siz ne tür olumluluk ve olumsuzluklarını görüyorsunuz?

Haklısınız, İlahiyatların sorunlarının bir kısmı ülkemizdeki yükseköğretimin sorunlarından bağımsız değil. Bunların dışında ilahiyatların kendilerine mahsus sorunları da var.

İlahiyatların kurulduğu dönemden günümüze kadar müdahalelere maruz kalması, sorunlarından biri. Bu müdahaleler eğitim kalitesini yükseltmeye yönelik olmadı maalesef.

Her yeni karar, kurumları biraz daha tahrip etti ve günümüzde sayıları yüzü aşmış olan kurumların niteliğini bozdu. Müfredat sorunu, yetişmiş öğretim elemanı sorunu başlıca sorunlardan… 

Öte yandan haddinden fazla ve plansız bir öğrenci alımı söz konusu. Üstelik yeni kurulan birçok fakültenin kadroları yeterli olmadığı halde.

Dahası 28 Şubat sürecinde açılan önlisans programının lisans tamamlamayla dört yıllık fakülteye dönüştürülmesi, abartılı kontenjanlar, açık ve uzaktan öğretimin niteliğini arttırıcı çalışmalar yapmak yerine mevcut durumun kazanım olarak görülmesi gibi birçok sorunla karşı karşıyayız.

İlahiyatçılarla ilgili ciddi bir algı operasyonu var. Bunu özellikle ilahiyatların alanına göz dikmiş olan bazı kişiler ve sözüm ona onlara bağlı cemaatler yapıyor.

Bazı ilahiyatçıların isimlerini öne çıkararak bu fakültelerde çalışan, kendi alanlarında çalışmalar ortaya koyma gayreti içinde olan binlerce insanı zan altında bırakıyorlar.

İşin enteresan tarafı İlahiyatlarda onlar gibi düşünen insanlar da var. İlahiyatlar aynı görüşte olan insanların bir araya geldikleri bir cemaat değil.

Binlerce kişi arasında görüş farklılığı ve zaman zaman da ihtilaflar olabilir. Bunun garipsenecek tarafı yok.

Tıp mensubu birisinin sıra dışı görüşü sebebiyle tıp fakültelerinin saldırıya maruz kalması onaylanmaz herhalde.

Medresede yetişen birisinin ateist olduğunu açıklaması, medreseleri ateist yetiştiren kurumlar haline getirir mi?

İlahiyatlara yönelik saldırıların insaf ölçüsüne sığmadığını düşünüyorum. Bugün dinî müktesebat olarak sahip olduğumuz literatürün büyük bir kısmının ilahiyatlar tarafından üretildiğini, ilahiyatlarla dinî düşüncenin niteliğinin yükseldiğini unutmamak lazım.

Esasında İlahiyat ile İslami İlimler arasında bu ikili isimlendirmeyi gerektirecek bir fark yok. Bir dönem YÖK'te etkili olan birileri kendi hırslarını ilahiyatlar üzerinde gerçekleştirmek isteyince tepkiyle karşılaştı.

Bunu gerçekleştiremeyince farklı isimlendirmeyle bazı hedeflerini gerçekleştirmeye çalıştı. Kötü bir deneyimdi.

Fakültelerin dört beş ayrı isimle açıldığını gördük. Sonra bu isimler ikiye düştü. Hedefleri arasında ciddi bir fark olmadığı gibi müfredatları da birbirine çok benziyor. 


"Dini, kadına baskı aracı olarak gündeme getirmek, dine yapılabilecek kötülüklerden biri"

Cahiliyeden İslâm'a Kadın ve Aile.JPG

Doğrusu okumadığım kitaplarınızdan biri olan "Cahiliyeden İslâm'a Kadın ve Aile" isimli eseriniz üzerinden, kadın-feminizm-aile-kadın hakları, kadın cinayetleri vs gündemde bildiğiniz gibi. 208 sayfalık kitap yazmış, 30'a yakın kadın üzerine eserlere editörlük, rehberlik ve katkı sağlamış biri olarak, İslam'ın kadına ve aileye verdiği değer ve haklar, teorik olarak az çok bilinmekle beraber bunun pratik hayatta karşılığına dair çokça eleştiriler sözkonusu. Sadece Afganistan'daki kadınların eğitim hakkının engellenmesi değil pratikte yaşanan bu sorunlar… Hakların kullanılışı, pratize edilmesindeki soruna dair ne dersiniz? Bu handikabı kırmanın yolu-yordamı için neler söylersiniz? "İslam kadına en büyük değeri ve hakları veren bir dindir" mottosu yeterli olmasa gerek değil mi?

Haklısınız, sloganlarla bu sorun çözülmez. Zira asırlara dayalı bir birikim söz konusu. Hz. Peygamber'in kadınlara verdiği değer ve kadının peygamber dönemindeki konumu, insanlığın en önemli kazanımlarından biridir.

İslam toplumları maalesef sonraki dönemlerde bu hareketi devam ettiremediler ve kadın, geri plana itildi. Bunu besleyecek bir literatür de oluştu. Bununla orta ve uzun vadeli planlarla, mücadele etmek gerekiyor.

Öte yandan aile kurumunun muhafazası hususunda hassas olmak lazım. Aile, aslında kadının itibarını ve konumunu koruyabileceği en önemli kurum.

Maalesef son dönemlerde batının yaşadığı süreçten İslâm dünyası geçiyor. Elbette aileyi önemsemek geçmişten gelen yanlış anlayış ve uygulamaları meşrulaştırmamalı.

Kadının eğitimine mani olmak, kadını doğal hayatın dışında tutmak ciddi bir sorun ve bu konuları Müslümanların gündemlerine almaları gerekiyor.

Aslında dini, kadına baskı aracı olarak gündeme getirmek, dine yapılabilecek kötülüklerden biri… Müslüman milletlerin kültürlerine ait olanla dinin ilkelerini aynı görme gafletinden sıyrılmak ve yanlış tatbikatla mücadele etmek gerekiyor.


"Yöneticinin meşruiyeti, biata yani halkın iradesine ve yöneticinin adaleti ikame etmesine bağlı"

Hilafetin Hikâyesi.JPG

"Hilafetin Hikâyesi" isimli kitabınızda çok güzel iki başlık belirlemişsiniz. "Bugünden Geçmişe Hilafete Bakış" ile "Bugünden Geleceği Hilafete Bakış" şeklinde. Hilafet modelinin imkânı, riski, avantajı ve sakıncalı yönleri sizce neler? Gerçeklik ve ideallik bağlamında bu hikayeyi nasıl görüyorsunuz bir tarihçi olarak?

Hilafet Müslümanların önemli deneyimlerinden biri… Geçmişte büyük başarılara imza atıldığı gibi başarısızlıklarla da karşılaşıyoruz. Zamanla Müslümanların bu kuruma yükledikleri anlam ve beklentiler değişmiş.

Bugüne geldiğimizde kurumun dinî önderlik boyutu olduğu şeklindeki anlayışın yaygın olduğunu görüyoruz. Kurumun adı ne olursa olsun yönetimin meşruiyeti için biat yani halkın iradesinin tezahürü ve yöneticinin adaleti ikame etmesi gerekiyor. Bunu yapan yönetici meşrudur ve itaate layıktır.

İslâm tarihinin ilk dönemlerinden itibaren halifenin tek bir kişi olması gerektiği şeklinde bir anlayış gelişmiş. Bunu besleyen etkenlerden biri halife olarak biat almış kişilerin rakiplerini gayrimeşru ilan etme refleksleridir.

Oysa Emevîler döneminden sonra İslâm dünyasında her zaman birden fazla yönetici olmuştur. Hatta ilk halifeler döneminin sonunda bile bu sorunla karşılaşıyoruz. Fiiliyatta olmayan bir şeyin hayal edilmesi kanaatimce gerçekçi değil.

Müslümanların İslâm'ın genel ilkeleri ve insanlığın kolektif aklının ortaya koyduğu maruf dediğimiz tecrübeye dayanan bir yönetim anlayışını yaşatmaları yeterlidir.

Bu yönetim farklı bölgelerde farklı şekillerde ortaya çıkabilir. Müslümanlar için başta siyasî ve ekonomik sebeplerle gerçekçi olmayan tek bir yöneticinin yönetimi altında olmaktan ziyade İslâm'ın uhuvvet, fedekârlık ve diğergâmlık gibi değerlerini yaşatmaları, Müslümanların birbirilerinin sorunlarıyla ilgilenmeleri ve bunu kendilerine dert olarak görecek yöneticilere ihtiyaçları var.


"İnsanlığa, güçlü ve baskıcı liderler yerine, kurumları ve ilkeleri öne çıkaran anlayışı geliştirmeliyiz"

"Hilafetin Hikâyesi ve Raşid Halifeler" kitaplarınızın yanı sıra; Dört Halife, Hz. Ali'nin Hilafet Hakkı, İktidar mücadelesi vs üzerine onlarca çalışmalarınız sözkonusu. Bir yönetim modeli olarak hilafeti, İslam Emirliği'ni, İslam Cumhuriyeti, Arap Cumhuriyeti, Adalet Devleti ya da Demokratik Devlet gibi farklı önermeler ve pratikler var literatürde bildiğiniz gibi. İslam'da otorite meselesine dair sizin öner(meler)iniz nedir? Ya da başka yönetim modeli varsa şayet sizden O'nu da dinlemek isteriz? Asrı Saadet'teki iktidar mücadelesini, halifeler dönemindeki iktidarın yıpratıcı yönünü bir tarihçi olarak yakından bilen bir isim olarak daha az tahribatlı yönetim modeli hangisi olabilir sizce?

İslâm, yönetimle ilgili olarak kimi ilkeleri bize emrediyor. Bir kere insanların iradesine rağmen yöneticinin iktidarı uygun görülmemiş.

İktidarın meşruiyet dayanağı biattir. İtaat, Allah'ın rızasının gözetildiği durumlarda beklenir. Allah'a isyan hususunda itaat yoktur. Adaletin tesisi esastır. Bu ilkelerin tezahürlerine baktığımızda meşveret, liyakat ve ehliyet gibi önemli uygulamalar görürüz. 

Bir kısmına değindiğimiz ilkelerin yaşatılmasına her dönem ihtiyacımız var. Bunu yapacak yöneticinin hâkim olduğu bölgenin genişliğinden ziyade hâkimiyet şekli önemli bizim için. Diğer taraftan bugünün dünyasına uygun bir hedef ortaya koymak gerekir.

Bugün neredeyse dünyada yaşayan her dört kişiden biri Müslüman ve Müslümanlar, dünyanın her tarafına dağılmış durumda.

Müslümanların hükümran olmadıkları ülkelerde de milyonlarca Müslüman yaşıyor. Bütün Müslümanların kültürel ilişkilerini geliştirecek politikalar üzerine yoğunlaşmak, İslâm'ı doğru anlamak ve yaşamak, iyi örnek olmak gerekir.

Bunun dışındaki kısır kavgaların Müslümanlara kazandıracağı bir şey olmadığı gibi gerçeklikleri de yok. Elliden fazla ülkeyi hangi imkânlarla tek bir devlete dönüştüreceksiniz?

Kaldı ki baskı ve tahakküm yerine konsensüs ve mutabakatı esas alan bir anlayışı yerleştirmek gerekiyor. İnsanlığın güçlü ve baskıcı liderler yerine kurumları ve ilkeleri öne çıkaran insanlığın yararına işleri geliştiren anlayışa ihtiyacımız olduğu muhakkak.

 

"Mezhep kavgalarında, baskı ve tahakküm yerine müsamaha ve diyalog kültürü ihya edilmeli"

Eserlerinize baktığımda Şiilik, Kerbela, Hz. Ali, Ehl-i Beyt, Emeviler, Fitne Kardeşlerin Savaşı gibi isimlerle anılan çokça eserinizin de olduğunu farkettim. Araştırma sahanızda bunların çokluğuna binaen şunu sormak istiyorum. Şiilik ve Sünnilik, İslam dünyasının iki ana gövdesini oluşturduğu için hem gerilimin/krizin merkezindeler hem de bir nebze de olsa düzlüğe çıkmada bu iki ana gövdenin adım atması gerektiğini düşünüyorum şahsen. Şiilik ve Sünnilik ya da aktörleri neyi ikincil plana alırlarsa ya da izole edebilirlerse, gerilimin düşeceğini bekleyebiliriz? Biraz da sorunların tespitinden çok, pratik adımların atılması gerekliliğine binaen bu soruyu sormadan edemeyeceğim.

Mezhep gerilimi ve çatışması Batı'da bizden daha çetin geçmiş. Ancak bizde de bu çatışmalarla karşılaşıyoruz.

Tarihte mezhep çatışmalarının sebeplerinden biri bunların arkasında siyasî iradelerin olması ve otoritelerin, bunlardan güç devşirmiş olmalarıdır.

Bundan kurtulmak için iki tarafın makul insanlarının adım atmaları ve çatışmadan beslenen insanlara alan bırakılmaması gerekiyor. 

Şiilik tarihte erken dönemde yaşanan Hz. Ali'nin hilafet hakkı, Kerbela olayı gibi bazı olaylar üzerine şekillenen bir mezhep.

Ancak Şiiliğin tek bir yorumu yok. Mesela Zeydîlik Sünnîlikle uzlaşma potansiyeli daha yüksek olan bir yorum.

Her halükarda tarafların birbirlerine karşı müsamahası önemli. Baskı ve tahakküm yerine müsamaha ve diyalog kültürünü ihya etmek gerekiyor.

Bunun hayata geçmesi için iki tarafın diyalogunun devam etmesi şart. Siyasî ve ilmî ilişkiler devam etmeli.

Krizin devamını isteyenlerin değil barış ve kardeşliği tesis etmek isteyenlerin öne çıkması gerekiyor.

Bunu ötekileştirici ve şeytanlaştırıcı kişilere rağmen yapmak zorundayız. Dünyanın savaşa değil barış ve kardeşliğe ihtiyacı var. Bunu her yerde tesis etmek için gayret göstermeliyiz.


"Kur'an'ın yakılmasına tepkimiz, kötülükten beslenenlere besinlerini vermemek ve iyiliği çoğaltmak olmalı"

İsveç'te Kur'an-ı Kerim'i yakan ırkçı bir siyasetçinin eylemi dünya ve Türkiye gündeminde bildiğiniz gibi.

Bir İslam tarihçisi olarak araştırmalarınız boyunca, acaba Kur'an yakma, yırtma, hakaret, saygısızlık, düşmanca tavır veya Hz. Peygamber'e hakaret, saygısızlık, Hz. Peygamber'in karikatürünü çizme, aşağılama vb hadiseler vuku bulmuş mudur tarihi süreç içinde?

Vuku bulmuş ise şayet, Hz. Peygamber ve Müslümanlar buna nasıl bir tepki vermişlerdir?

Eğer yoksa böylesi bir hadise, bugün için sizce Müslümanların bu tür eylemlere karşı tepkisi nasıl olmalıdır?

Bugünküne benzer olaylar geçmişte de yaşanmıştır kuşkusuz. Aklıma ilk gelen örneklerden biri Endülüs.

Burada Müslümanları tahrik eden kimi olayların yaşandığını görüyoruz. İnsanların kutsallarına hakaret eden kim olursa olsun iyi niyetli bir kimse olamaz. Bunu özgürlük alanı içinde görmek, insanın aklıyla alay etmektir. 

Bizi ilgilendiren husus, üzücü ve canımızı sıkan bu hakaretlere karşı nasıl tepki gösterileceğidir.

Öncelikle tepkimiz söz konusu hakaretin faili olan kişi ve arkasındaki düşüncenin beklentisini boşuna çıkarmalıdır.

Bunun için kızgınlıkla değil sükûnetle tepki gösterilmeli, tepkinin de meşru kanallarda olmasına dikkat edilmelidir. Hak, meşru olmayan yöntemlerle insanlara sunulamaz ve savunulamaz.

Müslümanların bireysel tepkileri de önemli ancak bundan daha önemlisi kurumsal tepkilerle karşılık verilmesidir.

Mesela seçtiğimiz yöneticiler, bizim görüşümüzü uluslararası platformlarda ve devletlerarası ilişkilerde açıkça ifade etmelidir. İnsanların kutsallarına yönelik bu seviyesiz tavırların sadece Müslümanlar tarafından değil bütün insanlar tarafından tepkiyle karşılanması gerekir. Bu kültürü ihya etmek ve insanlığa tekrar tekrar hatırlatmak zorundayız.

İnsanı, iyiye ve güzele davet eden Kur'an'ın kötülüğe çağıran insanlar tarafından istismar edilmesine izin vermemek lazım.

Buna karşı en güzel tepki Müslümanların yaşantılarıyla ve davranışlarıyla insanlar arasında fesat ve düşmanlık tohumları eken Mushaf yakanları etkisiz hale getirmeleridir.

Kötülükten beslenenlere besinlerini vermemek, iyiliği çoğaltarak cevap vermek gerekir.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU