Bu hafta Kürtçe derdimizden bahsedecektim. Ancak bugünlerde öyle yürek burkan ve insanı dehşete düşüren olaylar yaşanıyor ki, insan onları görmeden onlar üzerine bir iki laf etmeden vicdanen rahatlayamıyor.
Bir kaç gündür gerek yaşadığımız şehirlerde gerekse başka şehirlerde mültecilerin toplanıp iade edildiği üzerine hem olaylara şahit oluyor, hem de haberler okuyoruz.
Yerinden yurdundan, içine doğduğu ortamdan, alıştığı çevreden kopmak, koparılmak veya başka nedenlerle oradan çıkarılmak insanlar içinde, diğer yaşayan varlıklar içinde çok zordur. Hiç denediniz mi bilmiyorum, ama siz yerine kök salmış iki üç yıllık bir ağaç fidanını, yerinden söküp ona yakın bir yere götürüp ektiğinizde hemen solmaya ve kurumaya yüz tutar. Ne zaman ki, kendi tabii yerinden daha fazla ilgi gösterir, sular, altını çapalar ve gübre yani ek gıda vermeye başlarsanız, bakarsınız ki yerine alışmaya başlıyor ve küsmekten, kurumaktan vazgeçip canlanmaya başlar. İşte insanlar da böyledir.
İnsanoğlu, içine doğduğu, alıştığı ve yaşamak için çabaladığı çevre, daha iyi olan çevrelere göre ne kadar kötü olursa olsun yine de yaşamak için direnir ve orada yaşamaya çabalar. Lakin yaşam imkansız hale geldiğinde, artık kendisi ve ailesi için yaşamak mümkün olmadığında, bu kez de meçhule doğru bir yolculuk başlar. Yerinden kopanın başına ne geleceği bilinmez.
Ben küçücük bir çocuk iken, babam imamlık görevi ile vazifelendirildi. Elbette, o zaman ki mesafe anlayışımıza göre çok uzak bir köye. Köy bizim aşiretimizin köyü değildi. Başka, belki de zıt bir aşiretin köyü idi. Ama babam imam olduğu için çok saygı görüyordu. Kürt köylerinde imam, köyün ağasından bile daha çok saygı görür. Bayram gezmelerinde -ki o zamanlar, bayram günü bütün evlere gidilirdi, ertesi günde yakın köylere- imam önde, ağa ve şürekası ise arkasından gelirdi. O köyde bize çok yardım ettiler. Çünkü bizim asıl köyümüz bu yeni köye göre daha fakirdi.
Bizim eski köyümüze göre garip adetleri de vardı. Mesela kadınlar, erkekleri ile dahi yemek yemezlerdi. Sokakta veya çeşme başında kadınlar erkeklerle konuşmazdı. Eski köyümüz öyle değildi. Kadınlar daha serbestti. Sokakta çocuklarına veya hayvanlarına bağırdıklarında normal karşılanırdı. Yeni köyümüzde bu çok ayıptı. İşte bütün bu iyi hasletlerine ve orada nispeten daha zengin olmamıza rağmen biz bu köyde mutlu değildik. Bir aidiyet hissetmiyorduk. Çünkü orada göçmendik. O zaman bu duygularımı tarif edemiyordum, ama bir kaç yıl sonra başka bir köye göçtük ve orada daha iyi anladım.
Yeni taşındığımız diğer köy ise, nispeten bizim aşiretin köyü idi ve oranın örf ve adetlerine daha yakın olduğumuzdan, orada çok sıkıntı çekmiyorduk. Lakin orada başka bir aile daha vardı. Onlara "mişextî" yani göçmen, mülteci deniliyordu.
Türkçe "göçmen" diye tarif edilen kelimeye Arapçada "mülteci", Farsçada "penaber" Kürtçede ise "mişextî" denilir. Kürtçe "koçer" veya "koçber" diye bir kelime daha var ki, o daha çok kendi isteği ile göçen, hayvancılık yapan ve hayvanlarının durumuna göre yazı ve kışı değişik yerlerde geçiren insanlar için kullanılır. Türkçe de buna "göçebe" denilir ki sanırım kökeni Kürtçedeki "koçber"den gelmektedir.
İşte bu yeni taşındığımız köydeki bu "mişexti" ailesi bütün köylüler tarafından, bütün kötülüklerin kaynağı olarak bilinirdi. Bir köylünün ineği başka birinin tarlasına mı girdi, hemen o "mişextiler" suçlanırdı. Birinin tarlasına su mu gelmedi veya suyu mu kesildi, kesin suçlu yine o "mişextiler"di. Biri diğerinin bostanına mı girdi, yine giren ve bostanı talan eden “mişextiler”di. Aligillerin oğlu derede boğulma tehlikesi mi geçirmiş, "Hııı işte mişextilerin oğlu ile beraber gitmişlerdi". Velhasılıkelam bu yeni köyümüzdeki bütün olumsuzlukların, bütün kötülüklerin ve bütün uğursuzlukların tek müsebbibi bu "mişextiler"di. Köylüler öyle düşünüyorlardı. O köyde bizim ailenin dışında mişextileri seven çok az aile vardı. Oysa mişextiler, çok çalışkan, rençber insanlardı ve bütün köylülerden daha çok çalışıyorlardı. Mişexti babanın oğulları yazın çobanlık, kışın rençberlik yapardı ve maddi durumları da iyiydi. Hiç kimseye muhtaç olmadan yaşadıkları halde diğer köylülerimiz, onları sanki sırtlarında taşıyormuş gibi hissediyorlardı.
Aradan zaman geçti 1988’in Ağustos ayında Irak Faşist rejimi Kürtlere karşı Enfal adı altında bir harekat başlattı; yüzlerce köy ve kasaba boşaltıldı. Irak Kürtleri en yakın sınırlara akın ettiler. İran'a yakın olan köyler İran'a diğerleri Türkiye sınırlarına geldiler. Türkiye bürokrasisi ve özellikle ordu kuvvetleri bir kaç gün bu mültecileri almamak için direndi. Rahmetli Turgut Özal onlar için "Vatandaşlarımızın soydaşları" diyerek bu insanlık dramına el attı ve onların Türkiye'ye girmesine vesile oldu.
Ancak bu kez çok daha kötü bir süreç yaşandı. Irak'tan gelen Kürtlerin önemli bir kısmı Hakkari'de meskun olan insanların akrabalarıydı. Bu gün Duhok adı verilen, nüfûsu 1 milyonun üzerinde olan Kürdistan Bölgesel Yönetimi'nin bu ili en fazla 100 yıl önce Hakkari'nin bir ilçesi gibiydi ve oradaki meskun aşiretlerin tamamı Hakkari ve yöresindeki diğer aşiretlerin uzantısıydı. Dolayısıyla herkes akrabalarına sahip çıkmak istedi. Ama kolluk kuvvetleri buna müsaade etmediler. Ve bu yeni mültecileri alıp Diyarbakır, Muş ve Mardin'de kamplara yerleştirdiler. Toplumdan tecrit edildiler, yarı açık cezaevi gibi bir konumda idi o kamplar. Belli saatlerde girişi çıkışı olan, kapıda silahlı personelin olduğu gerçek hapishane türü kamplardı.
Bazen o kamplara akrabalarımı ziyarete giderdim. Bizimkiler Mardin ile Kızıltepe arasında bir düzlüğe yerleştirilmiş, her aileye bir çadır, bir kaç tane battaniye verilmişti. Zaman zaman kişi başına bir miktar yağ, şeker ve kuru gıda dağıtılıyordu. Ama durumları gerek barınak olarak ve gerekse beslenme olarak çok kötüydü.
Bilenler biliyor ki petrol satan Arap ülkelerinde hemen her aileye kuru gıda dağıtılırdı. Zengin fakir ayırımı yapılmazdı bu paylaşımda. Her vatandaşa verilirdi. Zengin olanlar, ihtiyaçları yoksa haklarını daha fakir olan akraba ve komşularına verirlerdi. Irak’ta da böyle bir durum vardı ve hemen herkes zengin bir mutfağa sahipti. Bu mülteciler ise, böyle bir bolluktan çok kötü bir darlığa düşmüşlerdi. Çoğu zaman sofraya oturduklarında, bir kaç ay önceki sofralarını düşünerek derin bir ah çekerlerdi. Gerek o kamplarda ve gerekse daha sonra gittikleri İran'da büyük sıkıntılar çektiler. Körfez Savaşı'ndan sonra da memleketlerine geri döndüler.
Bir kaç gündür işyerime gelirken, yakınımızdaki bir karakolun önü her zaman çok kalabalık oluyor. Çoluk çocuk kadın erkek toplanmış, yaşlı hasta denmeden herkesi toplamışlar. Ortamda ciddi bir tehcir havası var.
Haftaya devam edelim...
* Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish