Tarihe "postmodern darbe" olarak geçen 28 Şubat 1997 tarihli Milli Güvenlik Kurulu bildirisinin 24. yılına giriyoruz. Yaklaşık çeyrek yüzyıl geçti.
Sürecin mağdurları için pek uzun sayılmaz. Yapılan haksızlıklar, hukuksuz uygulamalar, yaşanan travmalar hafızalarda canlılığını korumaktadır.
Peki, ne oldu?
1995 Milletvekili Genel Seçimlerinden RP (Refah Partisi) birinci parti olarak çıkmıştı. Hükûmet kurmakla görevlendirilen Necmettin Erbakan'ın çabaları sonuç vermeyince Mesut Yılmaz'ın başbakanlığında ANAP-DYP koalisyonu (ANAYOL) kuruldu.
RP'inin iktidarını önlemeye yönelik zorlama bir koalisyon olması, iki partinin genel başkanları arasındaki güvensizlik ve geçimsizlik yanında RP'nin sert ve sarsıcı muhalefeti karşısında ANAYOL direncini kaybetmişti.
Başbakan Mesut Yılmaz, hükümet ortağı Tansu Çiller'i işaret ederek "Ben, çamurun üstünde başbakan olarak oturmam" diyerek istifa etti.
Çamura batmayan mı vardı?
Çamuru umursayan kimdi?
İktidar olmak her şeyden çok daha önemliydi!
Kuşkusuz seçimden birinci çıkmış bir parti olarak RP'nin hükümeti kurmak ve Erbakan'ın başbakan olması hakkıydı ancak bunu ne pahasına olursa olsun gerçekleştirmek bir hak da bir erdem de değildir.
28 Haziran 1996'da Refah Partisi ve Doğru Yol Partisi koalisyonu Prof. Dr. Necmettin Erbakan'ın başbakanlığında, 54. Hükümet kurulmuş oldu.
Dönemin koşullarında, özellikle ekonomi politikalarında başarılı bir hükümet olarak tanımlanabilir ancak aynı başarıyı adalet ve özgürlükler alanında ve uluslararası ilişkilerde gösterememişti.
En önemlisi de temiz siyaset, adil düzen, hukuk devleti gibi iddiaların gerçekleşmesi için tarihi bir fırsat olan "Susurluk skandalı" değerlendirilemedi. Asıl "çamur deryası" bu olayda ortaya çıkmıştı.
3 Kasım 1996'da Balıkesir-Bursa karayolunda Susurluk ilçesi sınırları içinde meydana gelen trafik kazası sonucu, devlet-siyaset-polis-mafya ilişkileri bütün açıklığı ile ortaya çıkmış, faili meçhul cinayetler başta olmak üzere karanlık bir dönemin aydınlatılması için tarihi bir fırsat doğmuştu.
Ülkenin başbakanı ise "adil düzen" savunan, "önce ahlak ve maneviyat" diyen, İslam referanslarını siyaset alanında kullanmaktan çekinmeyen, Millî Görüş lideri, Mücahit Pro. Dr. Necmettin Erbakan'dı.
Gerçekten de Susurluk kazası Türkiye'nin yakın tarihi açısından bir dönüm noktası olarak kabul edilmekteydi. Ancak Erbakan Hoca için ortaya çıkan çamur deryasını kurutmak yerine "ortağını kendisine mecbur ve mahkûm bırakmak" için sadece bir araçtı.
Beklenen oldu. Her ne pahasına olursa olsun başbakan olmayı hedefine koymuş Erbakan Hoca, "devlet-siyaset-mafya kirli ilişkilerinin sembolü" haline gelen "Susurluk olayı" için "fasa-fiso" diyecek kadar basite almıştı.
Esas itibarıyla Erbakan Hoca da Türkiye siyasetinin gereğini yapmıştı. Yanılanlar ise adalet, ahlak ve maneviyatın gereğini bekleyenler olmuştu.
Çamur deryasını önemsemeyerek karanlığın üzerini örten 54. Hükümet, görevini tamamladığının ve yeni bir sürecin başladığının farkında olmadan yola devam ediyordu!
Süreç, 28 Şubat 1997'de olağanüstü toplanan ve 8 saat süren toplantı sonrası Milli Güvenlik Kurulu'nun açıkladığı 4 maddelik MGK bildirisiyle başlatıldı.
Askeri vesayet hortlamıştı.
Arkasından Genelkurmay Başkanlığı tarafından irticaya karşı mücadele amacıyla oluşturulan "Batı Çalışma Grubu" ile hükümete yönelik baskılar, dayatmalar arttırıldı.
28 Şubat sürecinin unutulmayacak eylemlerinden birisi Sincan'da tankların yürütülmesi olmuştu. Gerçekten de dehşet verici olduğu kadar utanç verici bir faşizm tablosuydu.
"Askerin uyarısı" olarak değerlendirilen bu gelişme, esasında doğrudan bir "darbe" eylemiydi. Ancak Başbakan Erbakan, direnmek veya istifa etmek yerine görmezden gelerek süreci atlatacağını düşünüyordu.
Başbakan olmak için gösterdiği aşırı hırsı ne yazık ki başbakanlıktan ayrılmama konusunda da göstermişti.
Elbette Başbakan Erbakan ve partisi, bu müdahaleyi hak etmemişti ve kendisine yapılanlar hiçbir hukuki gerekçe ile de izah edilemezdi. Binlerce insanın mağdur edilmesi, on binlerce insana haksızlık yapılması bu sürecin sonucuydu.
Esas itibarıyla bu sürecin görünmeyen en önemli gelişmesi AK Parti'nin doğum sancılarıydı. Erbakan Hoca ve kendisiyle mağdur edilenler tasfiye edilerek, 28 Şubat'ın "sözde mağdurlarıyla" yeni bir partinin ön adımları atılıyordu.
Şüphesiz RP'nin varlığı devam ettikçe böyle bir partinin kurulması anlamlı olmayacaktı.
Anayasa Mahkemesi, Refah Partisi'ni "demokratik ve laik Cumhuriyet ilkelerine aykırı davranarak, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü ve millet egemenliği ilkelerini çiğnediği ve irticai faaliyetlerin odağı olduğu" gerekçesiyle kapattırdı.
Karar, 22 Şubat 1998'de Resmî Gazete'de yayımlanarak Refah Partisi 14 yıllık geçmişiyle siyaset sahnesinden uzaklaştırıldı.
Erbakan ve yöneticilere siyaset yasağı getirildi. Ancak Erbakan Hoca'nın vesayeti ve Millî Görüş ideolojisi yeni bir parti (FP) ile yoluna devam kararı almıştı.
Erbakan'ın siyasi hırsı ve yenileşmeye, açılıma imkân vermemesi parti içinde "Gelenekçiler" ve "Yenilikçiler" diye iki grubun mücadelesine yol açtı.
İç dinamikleriyle yenilenmeyi gerçekleştiremeyen FP, Anayasa mahkemesi tarafından kapatılarak tasfiye edildi. Yerine Saadet Partisi (SP) kuruldu ve çöküş hızlandı.
Ayrışmanın ortamı doğmuş ve temelleri 28 Şubat'ta atılan yeni partinin zamanı gelmişti.
İddialara göre "28 Şubat süreci 1000 (bin) yıl sürecek" projesinin gereği olarak "dindar görünümlü" ancak anti-demokratik siyasal sisteme hayat verecek yeni bir parti doğmuştu.
İslamcılık ve İslamcılar iktidar olmuş, 28 Şubat sürecinin geliştirdiği "Ilımlı İslam" projesi ile Türkiye, ABD'nin "Büyük Ortadoğu Projesi" ile de Ortadoğu ve Müslüman coğrafyası artık dönüştürülecekti.
Dindar muhafazakârlar, siyasal İslamcılar ve cemaatler gerçekten iktidar olduklarına inandırılmışlardı. Rant, güç, yetki, imkân, makam, kariyer, para birçoğunu sarhoş etmişti.
Daha önemlisi sadece Türkiye'de değil, Müslüman dünyası AK Parti iktidarıyla büyük bir umut ve heyecan duyuyordu. Filistin/Hamas ve Müslüman Kardeşler başta olmak üzere İslamcı siyasal hareketler için yeni rol-model artık AK Parti oldu.
Başlangıçta yenilikçi, değişimci, çoğulcu, demokrat bir görüntü çizen AK Parti, projeyle ilişkisi olmayan kurucuları veya projeyi engelleme potansiyeli olan politikacıları adım adım tasfiye ederek eksen değiştirmeye ve esas rolünü oynamaya başladı.
BOP gereği, Ortadoğu'da İsrail güvenliği için Suriye ve Libya tamamıyla etkisiz hale getirildi ve İsrail'in yürüttüğü yayılmacı politikalara meşruiyet kazandırıldı.
Hamas ve El-Fetih birleşmesi engellenerek Kudüs'ün İsrail'in başkenti olması sağlandı. Golan tepeleri sessiz-sedasız ilhak edildi.
Irak ve Suriye'de Kürtlerin kazanımları engellendi, toprakları işgal edildi. Türkiye Kürtlerinin hak ve özgürlük talepleri PKK'ye ipotek ettirilerek terörize edildi.
Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin yönetim ve siyasetine doğrudan müdahale edilerek Türk halkının iradesi ortadan kaldırıldı. Kıbrıs, mafya-çete güçlerine bırakılarak kumarhane-uyuşturucu-fuhuş ve kara para aklanma merkezine dönüştürüldü.
Türkiye, eroin-kokain, insan ve silah kaçakçılığı, örgüt-mafya yapılanmaları, hak ihlalleri, hukuksuzluk, ayırımcılık gibi alanlarda uluslararası şöhrete ulaştı.
Rol alanlar dışında elbette parti kurucuları, teşkilat yöneticileri, milletvekilleri ve toplumsal çoğunluk söz konusu projelerin farkında değillerdi.
Askeri vesayetin sona ermesini haklı olarak alkışlayanlar, operasyonların amacının asıl vesayetin alt yapısını oluşturmak olduğunu nereden bilsinler ki?
Oysa 28 Şubat sürecinin asker aktörlerinin tutuklanmasıyla, "askeri vesayetin ve sürecin sona erdiği" algısı oluşturularak yeni bir otoriter sistem inşasına ve ikinci bir 28 Şubat sürecine zemin hazırlanmış oluyordu.
Gerçekten de Türkiye'de farklı bir iktidar ve ittifak modeli gelişmişti. "Siyasal İslamcılık-muhafazakarlık-milliyetçilik-mafya-devlet-siyaset-diyanet-cemaat" sentezi toplumla bütünleşmeyi başarmıştı.
Toplumsal destek ve yeni ittifaklar artık yeni bir süreç için yeterli zemin oluşturmuştu.
AK Parti'nin büyük müttefiki, etkin aktörü, sivil-siyasal ve kurumsal alanda örgütlü, büyük sermayesi ve uluslararası ilişkileriyle devasa bir güce ulaşan ve bu gücünü devlet desteği ile sağlamış Gülen Cemaati'ne yönelik yeni bir "28 Şubat postmodern darbesi" zamanı gelmişti.
Nasıl olsa süreç devam ediyordu ancak süreç AK Parti marifetiyle unutturulmuştu. Cemaat, olacaklardan gafil bir biçimde asıl iktidar olanın ve devletin sahibinin kendileri olduğunun sarhoşluğuyla başkaldırmıştı. 15 Temmuz 2016 darbe sürecinde yaşananlar bunun sonucuydu.
28 Şubat süreci ile Millî Görüş'le iltisaklı dindarlar, 15 Temmuz süreci ile de Gülen Cemaatiyle iltisaklı dindarlar hukuksuz olarak mağdur edildiler. Dindarlar tasfiye edildi, İslamcılar, cemaatler ve muhafazakârlar da kirletildi.
Öylesine kirlendiler ki iktidarının hukuksuz-haksız uygulamalarını savunmak zorunda kalmışlardır.
Bu durumda AK Parti'nin sahiplendiği ve "zafer" olarak kutladığı 15 Temmuz, 28 Şubat sürecinden çok daha tahripkâr değil midir?
28 Şubat ve 15 Temmuz sürecinin kazananı demokrasi, hukuk, halk ve Türkiye değildir. Kazanan yeni bir ceberut vesayet sistemidir.
28 Şubat Süreci; hukuksuzluk, haksızlık, zorbalık, ayırımcılık, baskı, dayatma, zulüm gibi olumsuzlukların yaşandığı bir dönemi tanımlar. Kesintisiz ve aralıksız devam ediyor.
Zulme karşı ortak akıl, ortak tavır, ortak irade ve hukukun üstünlüğü güvencesinde ortak paydalar geliştirilmedikçe 28 Şubat sürecinin 1000 (bin) yıl devam edeceğini unutmayalım.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish