Haritaya çakılı bazı çiviler vardır. Bazı ülkeler yeryüzünde haritaya çakılı çiviler gibidir. Bu ülkeler ana mihver ülkeleridir.
Onların etrafında gelişen eksen ülkeleri ise mihver ülkelerden belli ölçüde kar sağlayan, onların koruması altındaki coğrafyalardır.
Deyimi yerinde ise dünyanın belli başlı "dayıları" vardır. Bu "dayılar" kapitale, nükleer silahlara, büyük deniz gücüne ve filolarına ve dünya ile onun algısını kontrol edecek önemli medya organlarına ya da o organları kontrol edecek küresel sermaye sahiplerine sahiptir.
Sonuncusuna dair emin değilim kim kime sahip? Zira bazen devletler de birkaç küresel sermaye grubuna aitmiş izlenimi vermiyor değiller.
Ancak coğrafi perspektiften bakacaksak komplo teorileri ve ispatlanamayan kuşkuları kenara koymak durumundayız.
Yeryüzünde şimdiye dek birçok medeniyet liderliğe oynadı. Hunlar, Romalılar, Araplar, Bizans ama hiç birisi 1945'ten sonra gelişen dünyadaki güçler kadar liderliği hovardaca kullanmadı.
Arapların bulunduğu coğrafya göreceli olarak verimsizdi ve nüfusları da neredeyse her su kuyusu ya da su kaynağı etrafına serpiştirilmiş ayrı aşiretlerin ayrı milli çıkarları ile bir bütün oluşturmaktan, bir "millet" oluşturmaktan uzaktı.
Arap'ın milleti aşiretidir ve Araplarda milliyetçilik minör sahada cereyan eder.
Türklerin ise yüz yıldır sorunu belliydi... Türkler, açık denize çıkamıyordu.
Yavuz döneminde Yemen'in Türklere bağlanması ve 20'nci yüzyılın başında kaybedilmesi ile birlikte Türkler, zaten bir ana oyuncusu olmadığı Okyanuslara veda ettiler.
Roma ise kavimler göçüne yenildi. Roma'nın coğrafi açıdan varisi olan Latin Avrupa dünyası ve kuzeyindeki Cermen ülkeleri ise aynı kavimler göçü ile yıkılma korkusu yaşayarak şiddetli bir "yabancı göçü" refleksi ile sınırlarını koruma telaşındalar.
Yıkımı böyle yaşayacaklarına dair geçmişten gelen bir tehdidi hissediyor gibiler.
Yine benzer bir noktadayız. Türkiye, açık denizlere çıkamıyor. Sağdaki soldaki ülkelerde üsleri olsa bile buralara dek uzayan sürekli bir kıyıları yok.
Araplar yine binlerce parça, Farslar her zamanki gibi kendi coğrafyalarında dağlar, çöl ve deniz arasına sıkışmış halde kendilerine has bir dinin bayraktarı durumunda, Çin, binlerce sene önceki gibi üretiyor, satıyor, devasa abideler yapmaya devam ediyor.
Cermenler ise dünyayı yöneten paranın sahipleri. Cermenler dediğimizde İngiliz, Hollandalı, İskandinav, Alman ve tabi İngilizce konuşan ve bunların toplamı ile kültür birliği bulunan ve bir Cermen dili konuşan ABD'yi de saymak gerekir.
Kendisine biçtiği rol ise Roma İmparatorluğunun üç aşağı beş yukarı benzeri bir pozisyon. American Express'in logosundaki Praetorian miğferli Roma askeri de bunun bir nevi sembolü gibi.
Tüm bu hengamede kaybedenler daha pis kaybederken, kazananlar da daha sağlam kazanıyorlar.
Yıllar evvel Gabon meclis başkanı ile konuşmuştum. Ülkenin ekonomisinden bahsederken "İyi, gayet iyi. Her şey, her sene daha iyiye gidiyor" demişti.
Sebebini sorduğumda Fransa'nın kendilerine yüzde 30 küsur petrolden pay verdiğini, belli bir miktar da rafine edilmiş petrol verdiğini söylemişti.
Bunu da güzel bir şey olarak anlatıyordu. "Bu sömürü değil midir?" dediğimde ise bana güzel bir ders veren şu sözleri söylemişti:
Biz senelerce bu petrolün üzerinde oturabilirdik. Biz petrolden, petrol bizden haberdar olmayabilirdi ve kereste satmaya devam edebilirdik. Bir hastalıkla nüfusumuzun yarısı kırılabilir, eğitimsiz yüzlerce nesle bir yüzlerce nesil daha ekleyebilirdik.
Ama Fransa geldi ve bu yatırımı yaptı. Bize ise hiçbir zahmete girmemize gerek kalmadan (kemiksiz) net bir oran bıraktı. Bununla sağlık, altyapı, eğitim bütçelerimize sahip olduk.
Öğrencilerimizi yabancı ülkelere eğitime gönderebiliyor, modern kurumlar kurabiliyoruz. Sömürü mü? Tartışılır. Ama gelişmek için çok önemli bir basamak...
Başkan haklıydı. Gabon şu anda Ekvator güneyi Afrika'sının Angola ile birlikte en önemli petrol üreticilerinden ve hızla gelişmeye devam ediyor. Yeni bulunan petrol yatakları ile de hisselerini artırıyor.
Dünyada sömürü hala var evet; ama bu biraz da isteğe bağlı bir sömürü.
İstersen silah almayabiliyor, istersen büyük ve devasa yatırımları yapmadan, faiz yükü altına, finans piyasalarının tahakkümü altına girmeden kendi yağınla kavrulabiliyorsun; ancak akmaya başlayan az az paralar, çok paraları çekiyor ve hemen her ülke bir şekilde deli gibi para harcama çevriminin içerisine giriyor.
Eldeki paradan fazlası mutlaka borçtur ve o borç faizsiz verilmiyor o faizi verenler de kazandıkça kazanıyor.
İşte bu noktada küresel sermaye (aslında parasal güçler demek lazımdır) devreye giriyor.
Bunlar, devletlerin politikalarına elbette belli bir yön veriyor ama yönettiklerini düşünmüyorum.
ABD'de başkanların önemli bir kısmının ya öncesinde ya da sonrasında enerji şirketleri ile içli dışlı olmaları da tesadüfi değil.
Enerjiye sahip olmayan bir devlet, küresel denklemde dizini dövmek zorunda. Topraklarından doğru dürüst petrol çıkmayan Almanya'nın yenilenebilir enerjiye bu kadar yatırım yapmasındaki sebeplerden biri de bu. Enerji bağımsızlığı.
Geçmişte enerji, kölelerle ikame ediliyordu. Köleleri çok olan ülkeler, abideler, limanlar, antik şehirler kurabiliyordu.
Kölelerinin çok olması için sahanın geniş olması, büyük nüfusu kontrol edebilmen, bunun için de güçlü bir orduya sahip olman gerekirdi.
Taş ocağında çalışan da köleydi, gemileri yüzdüren de köle, coğrafi keşifler ve kolonizasyon sonrasında plantasyon tarlalarında çalıştırılanlar da...
Kölelik kapandı ama enerjiye sahip olmak artık başlıca amaç oldu. Enerji için de toprak kazanmalısın ya da o topraklardakileri sana müttefik olmaya zorlamalısın.
Dünyada enerji meselesinde suyun başını ABD ve İngiltere tutuyor. Bir de Çarlık mirası üzerine kurulan Rusya.
İşin garip yanı şu ki; Avrupa da ABD de Roma'ya öykünüyor. Bu durumda Rusya'ya da Çarlık dönemine öykünmek kalıyor.
Herkes, tarihte birilerine öykünüyor. Abdülhamit çığırtlanlığı yapanların da derdi biraz da bu.
Yüceltilen Abdülhamit figürü, derinlerde bir yerde tohumu bedenleriyle toprağa düşmüş olan İttihatçıları da ruhen diriltiyor.
Beş beyin hücresine sahip olan bir taşra akademisyeni, Osmanlı ülkesini hasta yatağından kaldırıp üç kıtada savaştıran ve çoğu şehit olmuş bir grup idealist insana, oturduğu koltuğundan hakaret ediyor ya da ettiriliyor.
Anlaşılan birileri onlara bunu fısıldıyor. Toplumları germek, eski ideolojilere küfretmek, onları diriltmek için birer yöntemse bu çoğunlukla işe yarıyor.
Rom içen Abdülhamit'in evliya mertebesine çıkarıldığı bir dönemde Abdülhamit'in mutlakiyet yönetimi ve tek adam rejimi karşısında derinden işleyen ve çok daha eğitimli bir İttihatçılık nasıl gelişti ise şimdilerde de Abdülhamitçiliğin gereksiz yere yükseltilmesi ile mezarından çıkan bir İttihatçılık yükseliyor.
Tarih sanki tarih okumak için değil, tarihi karakterleri yarıştırmak ya da günümüzdekilerde reenkarne halini görmek için okunuyor gibi oldu adeta.
Bir yerdeki rektör vekilliğe oynamak için popülizmin tribünlerine doğru konuşup, şeref tribününe selam veriyor.
Roma gladyatörleri gibi ilk selam da son selam da şeref tribününe veriliyor.
Zannedersem Türkiye'de de sistem, kendisini geri yüklüyor.
Doğu dünyasında geçmişin mutlak otoritelerine öykünmeler görüldükçe, doğu dünyasının kuzeni Macaristan'da da Orban parlıyor.
AB ise bu tarz insanları pek beğenmiyor. AB'nin idaresinde tek adam rejimleri istenmediği gibi ayrıca bu oluşumların engellenmesi için de yerel medyadaki AB borazanları fonlanıyor.
Tek adam yönetimleri ile AB arasındaki sıkıntının sebebi Hitler ve Mussolini döneminin verdiği ders.
Tek adamlar başarı ve zaferlere sahip çıkarken, başarısızlığı ise kadrolarına, müttefiklerine ve milletlerinin "milli meseleye" sahip çıkmamalarına verir ve millet kaybetse de kendileri bedel ödemek istemez.
Deyimi yerinde ise kenara çekilir veya ya Hitler gibi kafalarına sıkar ya da bir ülkeye kaçarlar. Sonuçta başına geçtikleri millete de bir asır kaybettirirler.
Bu travmaya ek olarak AB her şeyi kurumsala dökme çabasında. Toplumsal irade, medya yönlendirmesi ve Avrupalılık ortak paydası ile bir devlet düşünüyor Avrupa Birliği'nin teknokratları.
Geçtiğimiz senelerde Avrupa, LGBT temalı tekstil ürünlerine 70 milyon euro hibe-destek veriyordu. Yani LGBT temalı bir tişört yaptın AB fonlarından yararlanabiliyor ve para kazanabiliyorsun
Bir ekonomik birlik, kendi felsefesini dayadığı aydınlanmacı filozoflar, reformistler ve tarihe mal olmuş kişiler yerine cinsel farklılığı ön plana çıkarmakla kendisini liberalliğin doruğuna çıkardı ve bir o kadar da kendi içini boşalttı.
Sürekli düşürdükleri savunma harcamaları ile savunma yükünü ABD'ye verirlerken ABD de bölgeyi savunmada daha isteksiz oldu. Almanya'daki askerlerinin sayısını da azalttı, donanmasının büyüklüğünü de.
Şimdi neyle koruyacaklar Avrupa'yı? Seks oyuncaklarıyla mı? Gökkuşağı bayraklarıyla mı? Bol homoseksüalite içeren Netflix dizileriyle mi?
Avrupa'ya akmaya devam eden paranın bir kısmı da istikrarsız ülkelerden AB bankalarına giren para, ve bu para, AB'nin her şekilde istediği demokrasiyi istediği şekilde yöneteceği öz güvenini verdi.
Şimdilerde Ukrayna ve Rusya'dan da ciddi bir para kaçışı Avrupa'ya doğru başladı. Ne var ki bu özgüven, Belarus seçimlerinde kırılmadı ve ders olmadı.
Oysa halka rağmen görevde kalan ve kalmaya da devam eden bir Lukaşenko iktidarı, Avrupa'ya ders olabilirdi. Dünyanın dengesi, sadece paranın değil, kaba gücün ve o kaba güce dayanan devletlerin ve karizmatik liderlerinin var olma azmi üzerine de kuruludur.
Zelensky'ye oynadılar ve Ukrayna'yı savaştırarak geri çekilip izleyecekler. Rusya'yı Ukrayna ile yoracaklar. Ukrayna'dan geriye ne kalırsa onu NATO'ya alıp Rusya'ya düşman bir tampon ülke kazanacaklar.
Cermen ve Latin ülkelerini Rusya'dan ayıran Slav kuşağa eklemlenmiş, ikinci bir Polonyaları olacak.
Tüm bu kavgaların dışında bir grup olan ama her kavgadan kar eden küresel sermayenin sahiplerinin ise belli bir vatanı yok. Komünizm gibi vatansızdır küresel sermaye. Ya da Soros gibi birden fazla vatana sahiptir.
Bir çoğundan kovulmuş, bir çoğunda üslenmiş ve bir çoğunu da kontrol eder haldedir. Para güven ister ama para aynı zamanda savaşı da ister. Koskoca bir inşaat şirketinin 2-3 gökdeleni inşa edip kenara koyduğu parayı, bir F-35 uçağını yaparak da elde edebilirsiniz.
80 milyon dolarlık bir fiyatı vardır bu silahın. Bundan alan bir ülke bir tane değil en az 10-20 tane alıyor ki bu da milyar dolarlar ediyor.
Sadece Ukrayna'ya Rus tanklarından korunsun diye satılan Javelin anti-tank silahının fırlatıcı kısmı 126 bin dolar iken fırlattığı her roket 78 bin dolar.
Yani toplamda 200 bin dolarlık bir silahla 4 milyon dolarlık bir Rus tankını mahvedip içerisindeki en az 3 askerin ailesine "şehit ödeneği" masrafı çıkartıyorsunuz.
Kullandığınız silah sadece bir diğer pahalı savaş aracını çöpe çevirmiyor, içerisindekilerin de ailelerinin de, onları savaşa gönderen devletlerin de ekonomik durumunu etkiliyor.
Bir savaşta 100 kayıp verdiğinizde asker ailesine tazminat bağlayıp onurlandırıyorsunuz ancak binler, on binleri kaybettiğinizde verdiğiniz tazminat da para etmiyor ve Suriye'deki gibi sadece bir iki çuval un almaya veya hayatta kalmaya yetiyor.
Eğitimsiz insanların çoğunluğunu oluşturduğu, refahı tatmayan bir kuşak bunu sineye çekebiliyor ama Avrupa gibi eğitim oranı görece yüksek ve belli bir refaha alışmış toplumlar sokakları dolduracağı için hiçbir kaybı göze alamazlar.
Orduların aritmetiği de bu noktada yönetenlerin söylemlerine yansıyor. Azdan az, çoktan çok gitmiyor işte. Bir gözünü kaybeden tavşan ile bir gözünü kaybeden arslanın durumu da aynıdır.
Tavşan bir gözle düşmanlarına karşı hayatta kalamayacağı, doğru dürüst kaçamayacağı gibi arslan da bir gözle avlanamaz ve ölür.
İşte bundan hareketle ülkelerde demokrasinin ve şeffaflığın faydaları yanında zararları da var. Yanlış anlamayın son derece demokrasi ve şeffaflık yanlısı biriyim ama demokrasi, savaşçılığı ve hayatta kalma azmini bazen engelliyor.
Kriz dönemlerinde hikayedir demokrasi. Bu sebepten demokrasiden çark edildiğinde mutlak bir büyük kriz ya da tehdide sarılır zeki yöneticiler. Bu krizler yoksa var edilir, varsa da abartılır. Gerçekten varsa ve büyükse zaten onu iliklerinize kadar hissedersiniz.
Avrupa'da nasıldır bilirsiniz.
Demokrat olduğu ölçüde bir ülke şeffaf da olmalıdır. Yönetişim, kurumların açıklığı, bilgi edinme hakkı gibi şeylere vurgu yapılır.
Şimdi savaşıyorsunuz ve düşman o gün 500 askerinizi öldürdü. Dürüst bir politikacı olarak bunu basın toplantısında söylerseniz aynı anda istifa etmeniz gerekir. Bu da düşmana yarar.
Etmediniz, halk sokağa çıktı, halkın morali bozuldu. Bu da düşmana yarar. Halkı susturdunuz, su sıktınız, tutukladınız bu da kendinizi inkar demektir. 500 asker kaybından sıfır attınız 50 dediniz e bu defa da şeffaflığı ihlal etmiş oldunuz.
Avrupalılık da zor iş. Bunun reel dünya gerçekleri ve kriz şartlarında sürdürülmesi olası değildir.
Özetle, fazla demokrasi, devletlerin savaş ve diğer çatışma hallerinde kriz idaresini ve krizi yönetme kapasitesini kötü etkiliyor.
Medyaya da hakim olmalı, kayıpları da az göstermeli, halk hareketlerini de dizginlemelisiniz ki bir savaşı, karşı tarafa propaganda savaşı üstünlüğü vermeden götürebilesiniz.
Tüm Avrupa değerleri şu anda sermayenin kontrolü altındadır ve sermaye, istediği şekilde istediği vakfı ve medya organını fonlayarak halkları istediği gibi motive etme eğilimindedir.
Başlıca Avrupa değerleri olan şeffaflık, hür medya, doğrudan demokrasi, birlik, insan onuru, özgürlük, demokrasi, eşitlik, hukukun üstünlüğü ve azınlıklara mensup kişilerin hakları gibi ne varsa hepsi bir savaş durumunda kaos sebebidir.
"Bize gerçek rakamları söyleyin" talebi, halkı sokağa dökmeye sebeptir.
Oldukça sofistike bir şekilde ajanlık faaliyeti yürüten birisi, "Haksız ve delilsiz yere hapsedildim" diyerek de dışarı çıkabilir. Hür medya, savaş durumunda başa beladır.
Doğrudan demokrasi hiçbir zaman ve hiçbir yerde yoktur. Medya gücünü ve popülariteyi arkasına alan, halk desteğini de alır ve o popülariteye kimin erişmesi isteniyorsa, sermaye onu parlatır.
Doğrudan demokrasi de yalandır. Hukukun üstünlüğü kulağa güzel geliyor ancak hukuk, AB hukukuna entegre ve uyumlu ise üstündür gibi de gizli bir AB kuralı vardır.
Azınlıklara mensup kişilerin haklarına vurgu yapılsa da Bulgaristan ordusunda ülkenin kurulduğu 140 küsur yıldan bu yana tek bir Türk subay yoktur. Yunanistan'da eli silahlı bir Türk polis yoktur. Ne azınlığı ne hakkı?
AB en çok bu kavramları parlatarak geri planda çevirdiği tiyatroyu gizliyor. Rusya ise bunu daha bodoslama yapıyor. Avrupa'nın kıyısındaki küçük Rus toprağı Kaliningrad'da kurulan ve bölgeyi Rusya'dan ayırıp ayrı bir cumhuriyet haline getirmek isteyen BRP (Baltık Republican Party) adlı partinin yetkilisi iki kişiden birisi olan Rustam Vasiliev ABD'ye kaçmıştı.
Diğeri ise kendisine açılan davalarla boğuşup kenara çekilmek zorunda kaldı. Rusya, kendi bölgesini düzenli olarak işaretleyen bir ayı gibi eski gücüne kavuşma yolunda kartları sertçe oynuyor.
NATO ise bekleneni veremiyor.
Suriye'de Türkiye'nin Ürdün ve Suriye ile birlikte başlattığı diyalog döneminde "Arap Baharı" dinamitlenmiş ve sonra Türkiye, Suriye'nin içine çekilmiş, NATO da kenardan izlemişti.
Rusya ile gerilimin sürdüğü ve Türkiye'nin en ihtiyaç duyduğu anda sınırdaki Patriot bataryalarını da sırf Rusya ile gerilmemek için geri çekmişti.
İşte bu NATO böylece açık etti kendisini. Birliğin asker sayısı açısından 2. büyük askeri gücü denilebilecek bir Türkiye'nin arkasında durmayarak Türkiye'yi korumaya dair irade zayıflığını yani zayıf karnını gösterdi.
Türkiye de NATO'yu arkasında görmeyeceği için ayrı bir yol tuttu ve çantada keklik olmadığını göstermek için s-400 savunma sistemlerini almak gibi hayli pahalı bir mesajı iletti.
NATO'nun Gürcistan olayında Karadeniz'e çıkıp Gürcistan'ı arkalamaması da ayrı bir zaaftı. Hem NATO müttefiki olup hem de Suriye'de PKK'yı destekleyen ABD'nin tutumunu da izah etmek mümkün değil.
Bu durumda Türkiye gibi ülkelere de düşen şey, birliğin içinde kalıp riske girmeden kenarda oturmak oluyor. Bu sadece Türkiye için değil, birçok ülke için geçerlidir.
Açık denizler ve okyanuslarda kıyıların yoksa,
Tarımsal açıdan kendi kendine yeterli değilsen,
Asgari 250 milyar dolar döviz veya altın rezervin yoksa,
Kendi içinde "etnik" ve "siyasi" birliğin yoksa,
Eğitimin leş, altyapın dökülüyor ve sosyal adalet Allah'a emanetse,
Savaşmamalısın.
Ukrayna savaşacak. Çünkü zamanında ses çıkarmadığı her şeyi telafi etmek bir yana artık egemenliğini hiçe sayan bir güce haddini bildirmek için savaşmak zorunda.
Muhtemelen Rusya kazanır ancak ceset torbaları ve rakamlar Moskova'ya ulaştığında savaşın rengi de Putin'in kendinden emin görüntüsü de değişir.
Dünya kendisini geri yükleme dönemine girerken, İngiltere de her zaman olduğu gibi ayrı bir oyun oynuyor. Başbakanı kısmen Türk kökenli. Türkiye'deki Büyükelçisi de Kıbrıslı bir Türk.
Belli ki açıkça Türkiye ile bir ortaklık mesajı var İngilizlerin. Zaman, coğrafyaya çakılı bir diğer çivi olan Türkleri İngilizlerle ortaklık noktasında bir araya mı getiriyor? Göreceğiz.
Kıtasal dış eksende, deniz hakimiyet alanında artık eskisi gibi etkin olmasa da yine de İngiltere bir küresel güç. 210 bin kilometrekarelik büyüklüğü ile Türkiye'nin 1/4'ü kadar olmasına bakmayın.
İngiltere dediğinizde Kanada + Avustralya + Yeni Zelanda ve irili ufaklı diğer toprakları ile topladığınızda karşınıza çıkan rakam, Rusya kadar büyük bir alana tekabül eder.
Nüfusu da Rusya'ya yakındır. İngiltere'yi tehdit eden şey ise Rusya'nın sıcak denizlere inme teşebbüsü ve Çin'in Malakka boğazı gerisinde güçlenmesi ve o boğazı olası bir zayıf dönemde aşması.
Günümüzün Yecuc Mecuc olayı gibidir Çin'in coğrafi hapishanesinden dışarı çıkması. Tevratta ve Musevi-Hristiyan literatüründe de Gog-Magog olarak yer bulur Yecuc ve Mecuc.
Dolayısıyla Çin'e karşı uygulanacak refleks, binlerce yıllık kitaplardan alınma bir psikolojik zemine oturur.
Rusların denize inmesi derken, malum zaten çoktan indiler. Ama direkt bir karasal bağlantıları yok. Suriye'de varlar. Suriye ise İngilizlerin Kıbrıs'taki üslerinin hemen karşı kıyısı neredeyse.
İngiltere riski baştan durdurmak adına bir şeyleri daha derinden yapıyor gibi. Ama savaşa hazırlıklılık konusunda kimse istekli değil. İngilizlerin savaşmak için iradeleri olsa da savaşacak, savaşçı bir halkı yok.
Tıpkı I. Dünya Savaşı döneminde olduğu gibi yine bir pandemi var. Bu da bir garip durumdur. Gerçi İspanyol gribi, I. Dünya Savaşı'nın bitiminde başlamış olsa da yine de dönemi manidar.
100 yıl önce İspanyol gribi, şimdilerde ise covid. Bir şeyler gerçekten benzeşmekte.
Ama bir gerçek var ki, her savaş sadece sermayeye yarayacak. Ulus devletler, küresel güçlere daha fazla parasını kaptıracak. Pivot yani merkezi devletler, oyun kurucu devletler ise savaşmayacak bile. Proxy güçleri kullanacaklar.
Ne ceset torbaları infial uyandırıyor ne de halka hesap veriyorsun. Tertemiz iş.
Rusya için "proxy" unsur, gerek Rusya dışında gerekse kendi içerisinde bolca mevcut.
Abhazlar ve Osetler Gürcistan'a karşı,
Ermeniler, Azerbaycan'a karşı,
Transnistria, Moldova veya Ukrayna'ya karşı,
Donbass ve Luhansk da Ukrayna'ya karşı,
Kadirov'un Çeçenleri ise istenilen hedef ülkeye karşı savaşmak için alet çantasında bekleyen başlıca proxyler durumunda.
Ancak şunu da göz önünde bulundurmakta fayda var.
Birileri de bizi proxy olarak seçmiş olabilir mi?
Kendimizi çakılı çivi olarak görüyorsak, çakılı olduğumuz yerde kalmak ve hiçbir savaşa katılmamak gibi bir politika artık daha fazla dillendirilmeli.
Ne var ki NATO üyesi olarak bunu yapabilmek de ayrı bir sanat doğrusu. Ama devlet idaresi kurumsal bir sanat ve içerdiği çoklu ortak akıl ile kaimdir.
Şu günlerde dünyanın bir yerlerinde liyakat yerine sadakati tercih edenlerin yapacağı işin bahsettiğim sanatla uzaktan yakından alakası yoktur.
Devletler demişken belirtmekte fayda vardır. Devlet, yönetenlerin karakterini alır.
Böyle bir eğilimi vardır devletlerin. Erkeklerin idare ettiği devletler, kadın ve erkeklerin idare ettiği devletler, LGBT'nin idare ettiği devletler, gençlerin idare ettiği, cahillerin idare ettiği, kurumların, ideologların idare ettiği devletler. Ruh hastalarının idare ettiği devletler... vb.
Bunların söylemlerinde o devletlerin reflekslerini görebilirsiniz.
Her ne kadar "çatlağın teki" olsa da Trump'ın ABD'si şimdiden özlenmeye başladı çünkü bir devletin vatandaşların nezdinde görülmek istendiği şekli ile "Erkek devlet" imajını o temsil ediyordu.
Çiftçi oldukları için enseleri güneş yanığı olan ve bu sebepten Redneck denilen bir kısım Amerikalının (Amerikan Çomarları da diyebiliriz) adeta tanrısı gibiydi Trump. Onların dilinden konuşuyor ve çomar dehliyordu.
Bunun bizdeki tarz dehlemekten farkı, refah ülkesi olması ve süper güce sahip olmasıdır.
Biden ise şimdiden ABD'nin refahı ve imajını kaybetmesi riski altında bir tercih yapmak zorunda ve bu konuda her geçen gün kaybettiği ciddi bir asır hükmündedir.
Rusya'nın Donetsk ve Luhansk sözde cumhuriyetlerini tanıma kararına AB'nin ve ABD'nin cılız tepkisi, II.Dünya Savaşı arefesinde Almanya'nın Anschluss birleşmesi ve Çekoslovakya'nın işgaline karşı Avrupa'nın cılız tepkisi gibi.
Bu o dönemler nasıl Nazileri cesaretlendirdi ise şimdi de Çin, Tayvan'a yürüyecektir. Yürüyecektir derken Tayvan'ın bir ada olduğunu hatırlatmakta fayda var.
Tayvan, Çin'den sadece 180 km uzakta bulunuyor. Halkı Çince konuşuyor ve Çin milletinden. Ama rejimi farklı.
ABD'nin Tayvan'da resmi olarak 39 askeri var ama Tayvan'ın çok güvendiği ordusu tamamen ABD tarafından yapılandırılmış durumda ve 170 bin kişilik, Tayvan boyutlarına göre hayli kalabalık bir ordu.
Buna rağmen 170 bin Tayvan askerine ek 1,5 milyon da yedek personel, olası bir Çin saldırısında pek bir şey yapamaz. Tayvan Çin için biranın yanında uzanacağı bir cips tabağı hükmündedir.
Coğrafi açıdan orada tutunması ve uzun vadede ABD'nin Tayvan'ı arkalaması bu şartlarda zora girmiştir.
Çin eğer Tayvan'ı alırsa ABD ile karşı karşıya birbirine bakan okyanus kıyılarına sahip olacak. Ya da diğer bir ifade ile Okyanuslara kesintisiz şekilde açılacak.
Donetsk ve Luhansk krizinde NATO'nun esnekliği ve yüzünün yumuşaklığından ilk istifade edecek olan Rusya
olurken bu işten en karlı çıkacak ülke Çin.
Oturdukları yerde bir güç savaşını ve birbirinden korkan güçlerin tavizlerini izleyerek her iki gücün de zayıflığını test edecekler. Bu, bulunmaz bir fırsat doğrusu.
Zaten ülkeler birbirinin gardını kontrol edip yumruğa dair korkularını gözlerinde okuyan boksörler gibiler. ABD'de kimse zaten nüfusu Çinli olan Tayvan için Çin ile savaşmaz eğilimini Çin hissettiği anda Tayvan'a girecektir.
Bu işler ince bir psikolojiye bakar. Aslında savaşı göze alacağın ölçüde dik durup militer kalabildiğin ölçüde gücünü ve kuvvetli olduğun alanlardaki barışı sağlıyorsun.
Aksi halde zaafını gösterdiğinde güç açlığı çeken ve topraklarını yayma eğilimindeki ülkelere birer fırsat oluyor bu iradesizlik.
Benjamin Franklin'in söylediği bir sözü hatırlamakta fayda var:
Neredeyse tüm erkekler zorluklara dayanabilir, ancak bir adamın karakterini test etmek istiyorsanız, ona güç verin.
Yani ver yetkiyi, gör etkiyi demiyor, gücü eline alanın karakterine ne derece yenileceğini de görebilirsiniz demek istiyor.
Lakin gücü eline almış olan liderlerin karakterleri doğrusu uluslararası ortamda belirleyici değildir çünkü karakterleri güçlü tutan şey, fiziki ve ekonomik güç ve bunu en doğru kullanmasını gerektiren ve çok farklı şekilde savaşmadan da etkisi hissedilen bilgi gücüdür.
Bu bilgi gücü, ise bilimsel ve istihbarat kaynaklıdır. İri yapılı bir adamın ufak tefek birine "efendim" demesi, ekonomik kaygısından dolayıdır iriliğine rağmen patronunun çantasını taşır, aracının kapısını açar, önünde selam durur, boynunu büker.
Tek başına güçlü olmanın işe yaradığı tek yer kırkpınardır onda da rakibinin gözüne bakar, psikolojisini koklarsın. Akılsız güç, seni o gücünden istifade ettirecek olanlara hizmet edeceğin bir köleliğe götürür ancak.
Liderlerin elindeki insan gücü, askeri güç, üretim gücü, fiziki bir güçtür. Ancak ekonomik güç, bilimsel güç ve bilgi ile desteklenmediği taktirde fiziki güç tek başına belirleyici değildir ve dönüp dolaşacağı yer, Çavuşesku, Pol Pot, Enver Hoca gibi halkına karşı kullanmaya doğru yönelim gösterir.
Patronunun önünde selam duran adamın eve gelip karısını ve çocuklarını dövmesi gibi bir hal alır.
Benjamin Franklin'in eksik bıraktığı nokta da budur. Bilgi güç verir ama karakterse saygı. Nelson Mandela, eğilmez ve vazgeçmez karakteri ile saygı görüp bu saygı sayesinde kendisini takip eden insanların rakamsal yani fiziki gücü ile iktidara geldi. Bazen güce saygı ile de kavuşabiliyorsunuz.
Saygı görmek için yaptığınız yatırımlar da size güç getiriyor. Fetö'nün yaptığı da tam olarak buydu. Okul, eğitim, barış, diyalog gibi kelimelerle saygınlık getirecek yatırımları bir süre sonra onun güç mücadelesinde yerini almasını sağladı.
Dünyada barıştan en çok bahseden aslında savaştan geçinendir. Fakirlikten en çok bahseden ise sermayedir. Medya özgürlüğünden ve açık toplumdan bahsedenler, medyayı likit para ile finanse eden ve o medyayı istediği gibi bir silah olarak kullanan erkler olur.
Gerçek özgürlük ise doğrusu hiçbir yerde yoktur. Devletler birer tek hücreli organizma gibidir ve organizmaların birbirinden özgür olmasında bile dışarıdan beslenmeden yaşamaları olanaksızdır.
Öyleyse hiçbir organizma tam olarak bağımsız değildir. Bağımsızlık, duruma göre risk hatta tehdittir. Kafesteki bir kuşun bağımsızlığı, üzerinden uçan kartallar veya kargalar sürüsü için bir fırsattır.
Balığın bağımsızlığı da daha büyük balık için fırsattır. Küçük ülkelerin bağımsızlığı da büyük ülkeler için...
İnsanların ve onların oluşturduğu devletlerin bağımsızlığında da benzer bir kural işlemektedir. Hiçbir küçük boyutlu devlet, tam manasıyla bağımsız değildir, olamaz.
Bu yüzden NATO gibi oluşumlar vardır. Bu yüzden Rusya gibi güçler vardır veya Rusya kendisini NATO'ya alternatif bir güce dönüştürme çabasındadır.
Ukrayna'nın bir kısmı Rus ve bunu Ukraynalılar da biliyor. NATO'ya katılmak istiyorlar. Bu durumda yarıdan azı Rus olan bir ülkede çoğunluğun kararı ile ülkedeki Rusça konuşan halk, Rusya'ya karşı silah tutacak bir yapıya entegre olacak.
Rusya'nın bunu kabul etmesini geçtim. Hangi ülke bunu kabul edebilir?
Yarısı veya 1/3'ü sizden olan bir ülkenin hasmınızın safına geçmesi kabul edilebilir bir durum mudur?
Demem odur ki Rusya da bu durumu kendisi istemedi. Estonya gibi nüfusu önemli ölçüde Ruslardan oluşan bir ülkenin NATO'ya girmesini zar zor sindirdiler.
Ancak Estonya tecrübesi onlara şunu öğretti ki AB, içerisine aldığı Ruslara bir süre sonra kendi aidiyeti ve kendi kimliğini verdi.
Ukrayna, Rusya'nın bir minyatürü gibidir. Ağır işleyen bir bürokrasisi, sovyet eskisi bir kafa ve palas pandıras bir devlet yönetimi mantığına oturur ülkenin milli adamları ve icraatları.
Ben yaptım oldu mantığı esastır ama bunu yaparken diğer başarılı ve başarısız örnekleri analiz edemezler.
Oysa Estonya gibi yapabilirdi Ukrayna.
Sovyetler çözüldüğünde Estonya'da kalan Estonyalı olmayan halkın oranı yüzde 40, sadece Rusların oranı ise yüzde 30'du ve bu tüm eski Sovyet ülkelerindeki en yüksek oranlardan biriydi. Estonya'nın milli birlik ve beraberliği için de yüksek bir tehdit oranı tabi.
Ama Estonya, Finlandiya'nın "yavru vatanı" olduğu için yanında çok kaliteli bir akıl hocası buldu. Finlandiya'dan sosyologlar, teknokratlar düzenli olarak Estonya'ya geldiler ve bu konuda sayısız çalıştaylar yapıldı.
Yani özetle Rusça konuşanlara toplumda nasıl daha iyi bir yer verileceği ve Rusya'nın da tepkisini almadan bunun yapılması Estonya'nın başına çözülmesi elzem bir problem oldu.
Haliyle Rusya'nın Kırım'ı ilhak etmesi bu yöndeki tüm endişeleri haklı çıkarırken ülkenin ulusal güvenliği için de bir formül bulunması şartı belirdi.
Sonuçta Estonya, ülkedeki Rusları önemli bir ayrıma tabi tuttu. 1940'tan önce Estonya'ya yerleşmiş olanların ülkede tartışmasız doğal bir vatandaş olarak kalabilecekleri ama ülke Sovyetlere tabi olduktan sonra gelenlerin "yasadışı" olarak geldikleri ve belli şartları sağlamaları halinde vatandaş olabilecekleri bir formül belirlendi.
Bu formüle göre oldukça zor bir dil ve tarih sınavını kazanmaları ve Estonya'ya sadakat yemini etmeleri halinde bu ülkede doğan Rusların ülkede "çifte vatandaşlığa sahip olmamaları şartıyla" Estonya vatandaşı olmaları seçeneği verildi.
Özetle, 1940'tan önce ülkede doğmuş olan bir Russanız veya onların çocuklarındansanız (yaklaşık 100 bin kişi) sizin çifte vatandaşlık hakkınız var.
Ancak Sovyetler döneminde ülkeye doldurulan Ruslardan iseniz (474 bin kişi) Estonya dilini çok iyi konuşup yazmanız, ülkenin tarihine hakim olmanız ve ülkeye sadakat yemini etmeniz gerekli ve tabi unutmadan, asla çifte vatandaşlık hakkına asla sahip değilsiniz.
Ancak bu testleri hiç geçemeyen veya sınavlara girmeyi reddeden yaklaşık 125 bin kişi ki bunların çoğu Rusça konuşanlardı, onlar da ya vatansız ya da gri pasaportlu "vatandaş olmayan" durumuna düştüler.
Akabinde ise binlerce kişi Anavatan Rusya'nın kendilerine sağladığı kırmızı Rus pasaportlarını tercih etti. Tabi 1995'e dek ülkeden gidenler gitti ve 1995'te yasada yapılan bir değişiklikten sonra, 1992'den sonra Estonya'da doğan tüm çocuklar, belirli koşullara tabi olarak Estonya vatandaşlığı alabilir oldular ki bu koşullar maşallah üniversite sınavına girmek gibi bir süreçti ve yukarıda yazdık.
İşte Ukrayna bunu yapamadı. Ne Gürcistan gibi palas pandıras orantısız bir güç kullandı ne de Estonya gibi akıl. İkisinin ortası bir şey yaptı.
Hiçbir şey yapmadı ve bekledi, cephe savaşında top çevirdi, diplomaside top çevirdi, NATO'ya yaklaştı, milli duygulara oynadı. Şimdi ise hepsinin ters teptiği noktadalar. Daha fazla güç kullanmak, topu bu kez burunlarında çevirmek zorundalar.
"Dil testini niçin yapmak zorundayım?" diye konuşan bir Estonyalı Rus'a, Estonyalı yetkili hiç istifini bozmadan ve saygı ile "Çünkü istihdam edilmeniz için Estonya dilini bilmeniz gerekir. Sizin istihdam dışı kalmamanız için sizin yararınıza bir şeydir bu" diyordu bir videoda.
Kadın da iyiliğine olan bir şey için boynunu eğip söylenerek gidiyordu. Bir şeyi ve bir kuralı insanların yararına olacak şekilde anlatırsanız, o yasa ve yasağın içini anlamlandırmış oluyorsunuz.
Yasağın, kuralların, şartların içini anlaşılır hale getirmek, yönetim ve yönetişimin de şartlarından birisi. Bunu, Finlandiya gibi harika bir eğitim sistemine sahip olan ülkeyi model almış olan Estonya'nın yapması da şaşırtıcı değildi.
Karıncayı sevip, belini incitmeden yaptı Estonya bunları.
Ülke nüfusunun yüzde 40'ını oluşturan Rus, Ukrain, Kazak ve diğer eski sovyet vatandaşlarına çok ciddi bir süre vatandaşlık bile vermedi ve tabi bu insanlar başka ülkelere de seyahat edemediler.
Ülkesi içerisinde büyük oranda bir topluluk, yaşadığı ülkenin vatandaşı olmadığı için Avrupa ülkelerine çalışmaya da gidemedi. Yani ya ekmek yemek için Estonyalılaşacak ya da Rusya'ya gideceklerdi.
Rusya'dan pasaport almaları da Estonya vatandaşlığı alma ihtimallerini sıfıra indireceği için bu insanların büyük kısmı, Rus pasaportu da alamadı.
Çıkarılan yasa ile 1992'den 2007'ye dek 147 bin Rus, Estonya vatandaşlığını aldı. Ülkede yaşayıp ülkenin vatandaşı olamayanlar ise yüzde 32'den yüzde 6,8'e indi. İşte bu mükemmel bir başarıdır.
Estonya'da yapılan TV röportajlarında ülkedeki Rus azınlık ülkeye iyi entegre olmuş görünüyor. Estonya devleti vatandaşlık almış olan Rusları ülkede gayet iyi sarıp sarmalıyor ve onlara ayrımcılık yapmıyor.
Bu ülkede yaşayan Rusların da Rusluk bilinci, günden güne yerini Estonyalılık bilincine evrilme eğiliminde.
Ukrayna bunu yapacak bir ülkeydi ancak kendisine yol gösterecek bir "abi devlet" yoktu. Ülkedeki Ruslar hem sayıca hayli kalabalık hem de kendi bölgelerinde "bölgesel bir çoğunluk" oldukları için de Rusçayı ikinci resmi dil olarak istediler.
Ukrayna da buna yanaşmadı. Bunu yapacakları yerde "Slava Ukraini, Geroyam Slava" Yaşasın Ukrayna, Kahramanlar yaşasın sloganları yükseldi ülkeden.
Ukrayna'ya "abi ülke" rolü taslayan Rusya'nın ise Ukrayna'da haklı bir sebebi var ve bu sebep, Rusça konuşan herkesin adedi kadar fazla.
Bu tür meselelerde birden fazla haklı taraf olabiliyor ancak halkın yararına olarak çıkardığınız kanunlar ve buna yönelik inandırıcılığınız önemli ve maalesef eski doğu bloku ülkelerinde "inandırıcılık" ciddi bir problem.
Birbirini senelerce komünist partiye ya da mahalle komiserine jurnallemiş halk ile yetkililerin her icraatında bir KGB yeniği arayan kimselerin olduğu ülkelerden bahsediyoruz.
Meclislerindeki vekillerin yüzde sekseninin şirket patronu olduğu bu ülkelerde inandırıcılık, bu ülkelerdeki demokrasinin kendisi kadar inanması zor bir kavram.
Estonya hiçbir zaman doğu bloku mantığındaki insanlara sahip değildi. Kendilerini hep Avrupalı gördüler. Rusya'ya kılıç zoruyla katılmak zorunda kaldılar ve Sovyet yönetiminde de ciddi şekilde pozitif ayrımcılık gördüler.
Buna rağmen Sovyetler Birliği'nin dağılması arefesinde Gorbaçov'un eline ulaşan bir belge işleri değiştirdi.
İlk ayrılma kararı alan ülke, Estonya idi ve bu bildirgeyi Estonca yazmışlardı.
Gorbaçov, anlayamadığı bu kağıdı elinde tutarken bir tercüman çağırttı ve tercümanın ilk sözü şu oldu:
Estonya Sovyetler Birliği'nden ayrıldığını ilan etmiş efendim.
Estonya'nın bu kararı alırken arkasında olan güçler ona bu cesareti vermişti. Ukrayna'nın arkasında duran güçlerin de ona bir cesaret verdiğini biliyoruz.
Ancak verilen cesaret, fiziki ve rakamsal gerçeklere galip gelmeye yetecek mi? Bunu zaman gösterecek.
Dünya dengeleri demokrasiye rağmen kendini yüz yıl öncesindeki şartlara geri yükleme eğiliminde.
Yüz yılda çok şey değişti. Değişmeyen tek şey ise güç mücadelesi ve büyük güçlerin var olma ihtirası. Yakarsa dünyayı bunlar yakacak. Geri kalanlar oturup bakacak.
Saygılarımla.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish